30 Haziran 2020 Salı

Arakanlılar ve Covid-19 korumalı nefret söylemi / The Rohingyanese and hate speech covered by Covid-19 shield


Mehmet Özay                                                                                                                        30.06.2020

foto: malaysiakini.com
Covid-19 salgınının başlangıcından bu yana sağlık ve ekonomi alanlarındaki etkisi ile öne çıkarken, giderek Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerde bazı azınlık gruplara yönelik politikalarla nefret söylemine ve ayrıştırıcılığa neden olmasıyla da dikkat çekiyor.

Muson yağış mevsiminin sona ermesiyle uygun iklim koşullarının oluşması ve deniz seyahatine el vermesi nedeniyle, Nisan ayı ortalarından itibaren yine Arakanlıların insan kaçakçılarının eline mahkum bir şekilde, derme çatma teknelere atlayıp, yaşam güvenliği olan bölgelere yönelmesine neden oldu.

Bu çerçevede, 18 Nisan’da Malezya sahillerine gelen bir teknenin, bazı ifadelere göre birkaç teknenin, Covid-19 salgını endişesi nedeniyle Malezya makamlarında sahile çıkmalarına izin verilmezken, denize geri gönderildikleri konusunda haberler gündeme geldi. Yine Nisan ayında Bangladeş sahil güvenliği tarafından bir teknenin alıkonulduğu yönündeki haber dikkate alınacak olursa, öyle anlaşılıyor ki, Arakanlıların hayatta kalma mücadeleleri devam ediyor.

2015 yılında yine Malezya’nın da içinde yer aldığı bölgedeki üç ülke merkezi hükümetlerince sahillerinden geri çevrilen Arakanlılar bu sefer Malezya tarafından covid-19 bahane gösterilerek ölümle yüz yüze bırakıldılar.

Bu durum, herhangi bir devletleri bir yana, siyasi hareketten ve liderlikten mahrum olan Arakanlıların, başta ASEAN bölgesinde olmak üzere küresel anlamda yar ve yardımcılarının olmadığı bir Müslüman kitleyi oluşturmasına bir kez daha vurgu yapılmasını gerektiriyor.

Malezya’da covid-19’dan bağımsız olarak, özellikle bu yılın başından itibaren ulusal siyasette yaşanan gelişmeler etnik-farklılaşmalar üzerinde söylemlerin çatışmacı olmamakla birlikte, ayrıştırıcı bir nitelik kazanması, covid-19 ile birlikte ülkedeki yabancılar ve özellikle de yasa dışı addedilen göçmen/sığınmacılara yönelik tepki olarak yönelim sergilemesiyle dikkat çekiyor.

Covid-19’un yayılmasında temizlikten tıbbı önlemlere, bölge toplumlarının sosyal yaşamlarının vazgeçilmez unsuru olan ibadethanelerden sosyal mesafeye kadar farklı alanlarda tedbirleri gündeme getirirken, yaşanan bazı ‘kendinde’ gelişmeler bazı azınlık/dini gruplara yönelik linç seviseyinde olmasa da, nefret kampanyasına dönüşmesine neden oluyor.

Bu noktada, Mart ayında Kuala Lumpur’un önemli yerleşim yerlerinden Petaling Jaya’da kendi halinde bir dini/sosyal grubun çoklu ve uluslararası katılıma konu olan etkinliği bu anlamda tepkilerin ilk defa ortaya çıktığı ortamın oluşmasına neden oldu.

Açıkçası, yıl içerisinde farklı dönemlerde farklı ülkelerde kendi iç tebliğ faaliyetleri çerçevesinde biraraya gelen ve kimseye zararı olmayan bu kitle, bir anlamda covid-19 yayılmasına yol açtıkları iddialarıyla karalanmaya başlandılar.

Arakanlılar özelinde söylenmesi gereken ise, bu etkinliğe yasa dışı olarak ülkede bulunan bazı sığınmacıların da katılmış oldukları yönündeydi. Nefret söyleminin özellikle sosyal medya üzerinden gerçekleşmesi artık rutin bir hâl almış durumda. Bazı haberlere bakılırsa, nefret söyleminin eline gelişigüzel telefonu alıp kullanan sokaktaki adam profilinden okumuş yazmışları da içine alması Malezya’daki durumun ne denli ciddi bir hâl aldığını göstermektedir.

Tabii bununla birlikte, Malezyalıların ülkenin gergin siyasal atmosferinde hedef haline getirmeyi bekledikleri bir tür beklentinin de rolü olduğunu söylemek mümkün. Bu çerçevede, birbirlerine karşı sergileyemedikleri kin söylemini, dışarlıklı bir toplum unsuru olarak yanı başlarında korumasız Arakanlı Müslümanlara karşı ortaya koyuyorlar.

Bu süreçte dikkat çeken bir gelişme ise, Arakanlılara yönelik yardım faaliyetlerinde bulunan bazı Malezyalıların da bu savrulmadan pay almaları. Bu kişiler veya gruplar, Arakanlılara yardım ettikleri için kendi insanları tarafından eleştirilmelerinin covid-19 bahanesinin ötesinde bir anlamı olduğunu gösterdiğini ileri sürmek mümkün. Ya da, bu gelişme, covid-19’un bugüne kadar dillendirilen sağlık, ekonomik nedenlerinin ötesinde psikolojik dejenerasyonu olarak yeni bir alan olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Toplum kesimlerinde böylesi bir gelişme yaşanırken, 24 Şubat’ta yaşanan sivil darbenin ardından 1 Mart’ta hükümeti kurma görevi verilen Muhyiddin Yasin’in başında bulunduğu darbeci hükümet ise, bu gelişmeyi körükleyecek irrasyonel politikalara imza atmasıyla, açıkçası toplumsal gerginliği körüklüyor. Ramazan ayının başında başkent Kuala Lumpur’da sayıları altı yüzü bulan Arakanlı Müslümanlar kaldıkları yerlerden çıkartılarak, sanki esir kampına götürülürmüşcesine maruz kaldıkları uygulama ile yürekleri dağlıyordu.

Kaçak oldukları bilinen ve onlar biri binlercesinin ülkede yaşadığı konusunda kuşku olmayan bu gizli/açık gerçek bir yana, hem Ramazan ayında hem Müslüman sığınmacılara karşı gerçekleştirilen ve onları sanki covid-19’un müsebbibi gibi aleni bir gösteriye dönüştürerek ortaya koyan zihniyet, Malezya’nın dünya kamuoyuna sunduğu iyi bir örnek olmasa gerek.

Muhyiddin Yasin hükümetin bu uygulamasının, zaten gergin olan toplumsal atmosferde kitlelere hedef olarak dışarlıklı kaçak göçmenleri göstermesiyle bir anlamda siyasi kazanım olmasa bile, darbeci hükümete yönelik eleştirilerin dozunu azaltmaya matuf bir içeriği olduğu ifade edilebilir.

Covid-19 gerekçesiyle göz altına alınan bu Müslümanların, Malezya vatandaşlarının yapmak istemedikleri çeşitli işleri yapan, Kuala Lumpur’un çöplerini temizleyen, şehrin değişik ilçelerindeki mamaklarında Malezyalılara yemek hazırlayan kitle olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Malezyalılar arasında en azından bir bölümü diyelim, bu insanları kendilerine yük addedmelerinin ardında rasyonel bir gerekçe bulunmuyor. Aksine, sömürülmeye rağmen, bu insanlar ellerinin emeği ile kazandıklarıyla ayakla kalmaya çalışırken, bir bölümü ailelerine bakarken bir bölümü de Myanmar’da, Bangladeş’deki geniş ailelerine yardım gönderebilecekleri üç beş yüz Ringgit biriktirmenin peşinde.

Bazı hayırsever insanların ve sivil toplum kuruluşlarının Arakanlı kadınların, çocukların eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılama konusunda verdikleri mücadele ise saygıyla anılmalı hak ederken, ne Malezya hükümetinden ne de adına uluslararası İslam kuruluşları denilen unsurlardan geniş kapsamlı destek bulabiliyorlar.

Arakanlıların hayatta kalma mücadeleleri devam ederken, bölge ülkelerinin sorunu tekil veya ASEAN çerçevesinde çözüme kavuşturma konusunda ciddi anlamda bir girişimlerine ise rastlanmıyor.

İşin bir diğer acınası yönü, Myanmar’da Müslüman azınlık, Bangladeş başta olmak üzere komşu ülkelerde sığınmacı/kaçak göçmen benzeri adlarla anılan bu kitlenin bölgesel mobilizasyonunu takip eden, içinde bulundukları yaşamı kayda geçiren ve çeşitli araçlarla uluslararası kamuoyunu bilgilendirenlerin ise bazı Batılı kuruluşlar olması da oldukça manidar.

Ülke siyasal yaşamına damgasını vuran sivil darbeci çevre ve bunun getirdiği gizli/açık kaostan gayet çıkar sağlayanlar, Mart ayından itibaren Malezya’da etkili olan covid-19 salgınını, Arakanlılar özelinde bir bahane olarak kullanma basiretsizliğini göstermelerine ibretle tanık olunuyor.

Başta Malezya’daki Arakanlılar olmak üzere, bölgede benzer uygulamalara maruz kalan tüm kitlelerin, sağduyusunu yitirmiş siyasi çıkar peşindeki azınlık gruplarının ve bunların yönlendirdiği kitlelerin nefret salgınına maruz kalmayacakları bir ortamda yaşayabilmelerini temenni ediyoruz.


26 Haziran 2020 Cuma

Asya-Pasifik’te azınlık-çatışma bölgelerinde ve kamplarda Covid-19 manzarası - II / Covid-19 in the minority-conflict zones and camps in Asia-Pacific region – II


Mehmet Özay                                                                                                                       27.06.2020

foto: iom.int
Covid-19 sürecinde ülkeler tedbirleri gevşetme yönünde neredeyse benzer ve ortak kararlar alırken, salgın tehdidin geçmediği Çin, Avustralya, Yeni Zelanda ve Almanya gibi covid-19 ile mücadelede görece başarılı kabul edilen ülkelerde ikinci dalganın başlaması, açıkçası yakın ve orta vadede dünya genelinde nelerin olabileceği konusunda endişelerin yeniden artmasına neden oluyor.

Bu süreçte, ulus-devletler, bölgesel uluslararası kuruluşlar nezdinde ve genel itibarıyla yaşam tarzı üzerinde paradigma değişimleri söylemi yer tutarken, covid-19’un azınlıklar, çatışma bölgelerinde yaşayanlar ve mülteciler/sığınmacılar gibi zaten pek çok sorunla yüzleşmekte olan kitleler ve toplumlar üzerindeki etkisi bir başka alanda tartışılmayı hak ediyor.

Asya-Pasifik’te Müslüman azınlıklar

Doğu/Güney ve Güneydoğu Asya coğrafyasında Hindu, Budist çoğunluğun ve devlet nizamının egemen olduğu toplumlarda, azınlık statüsündeki Müslümanların çeşitli sorunları oldukları bilinmektedir.

Küresel medyanın gelişmesiyle söz konusu sorunlar gündelik haber akışlarında zaman zaman yer bulmakla birlikte, sorunların anlaşılması, Müslüman kitlelerin seslerini duyurmaları Batılı ve/ya ilgili hükümetlerin merkezi yapılarının bakış açılarının eseri olması dolayısıyla hakkıyla ele alındığını düşünmek zor.

Buna ilâve olarak, söz konusu toplumları gerek azınlık, gerek çatışma bölgeleri vb. bağlamlarda ele alan akademik çalışmaların kahir ekseriyetinin Batılı araştırmacılar ve akademisyenlerce yapılmakta oluşu da, Müslüman kitlelerin sorunlarının yine kendilerinin hangi değer ve teorilerle ele alındığı şüpheli yaklaşımlara konu olmaktadır.

Ulusal güvenlik ve covid-19’la mücadele

Aralık ayının sonlarından itibaren gündeme gelen, Covid-19 salgını, Doğu Asya’dan başlayarak ulus-devletlerin bir sağlık problemi olarak nüksetmiş olsa da, kısa sürede ulusal güvenlik çerçevesinde ele alınan bir olgu haline gelmiştir.

Yukarıda zikredilen coğrafyalarda yaşayan Müslüman azınlıkların yerelde farklılaşan, ancak genel çerçevesi itibarıyla bakıldığında benzer nedenlerle ötekileştirilmeye konu oldukları gözlemlenmektedir. Bu ötekileştirme, sıcak çatışma halini alabildiği gibi, ekonomi, sosyal ve kültürel vb. baskılar şeklinde de zuhur edebilmektedir.

Bu süreçte gündeme getirilmesi gereken soru, covid-19’u ulusal güvenlik sorunu olarak değerlendiren ilgili ulus-devletlerin bünyelerinde barındıkları ve sözde vatandaş kabul edilen Müslüman toplumlara yönelik politikalarının nasıl bir yönelim kazandığıdır.

Bu noktada, Doğu/Güney ve Güneydoğu Asya coğrafyalarındaki ulus-devletlerdeki gelişmeleri kısaca ele almak suretiyle, Müslüman toplumların nasıl bir toplumsal ve siyasal yapı içerisinde bulundukları ve Covid-19’un bu durumu ne denli pekiştirme veya değiştirme aracı haline geldiği tartışılmalıdır.

Bahsi geçen bölgelerden Çin Halk Cumhuriyeti’nde Uygurların, Myanmar’da Arakanlı Müslümanların, Tayland’da Patanililerin, Filipinler’de Mindanaoluların, Hindistan’da Keşmirlilerin değişik düzeylerde çatışmaya/ayrıştırmaya konu oldukları bilinmektedir.

Söz konusu bu Müslüman toplumlar içerisinde Arakanlı Müslümanlar Myanmar merkezi devletince vatandaş olarak kabul edilmezken, diğerleri içinde bulundukları ulus-devletlerin vatandaşları konumundalar.

Covid-19 sürecinin ilgili Müslüman azınlık toplumları için bir tehdit ve tehlike unsuru olmasının nedeni sanıldığının aksine salt alt yapı sorunuyla bağlantılı değildir. Elbette, ayrımcılığa ve değişik düzeylerde sıcak çatışmalara konu olan bölgelerde, merkezi ulus-devlet yapılaşmasının bu azınlıklara karşı politikası ile, görece barış sürecinin sürdüğü bölgelerdeki durum birbirinden farklılaşmaktadır.

Bununla birlikte, temel itibarıyla ortada bütüncül bir güven sorunu olduğunu söylemekte fayda var.

Sağlık gibi hasta bireyin kendini emanet ettiği doktor başta olmak üzere sağlık personeli ile ilişkisinin normal şartlarda ırk-din-dil vb. ayrımlara tabi olmadığı düşünülebilirse de, pratikte bunun böyle olup olmadığı tartışmalıdır.

Kaldı ki, covid-19 gibi nedeni bilinmeyen, tedavisi belirlenememiş, bulaşıcılığı üst düzeyde seyreden bir hastalıkla mücadelede sağlık personelinden beklenen ferâgatin yaşam meselesi olması da, iki taraf ilişkisini oldukça kritik bir noktaya taşımaktadır.

Mülteciler ve azınlıkların durumu

Girişte dikkat çekildiği üzere, bu yapıların yanı sıra, yine bunlarla ilintili olarak mülteci/sığınmacı statüsünde ilgili bölge ülkelerinde yaşayan kitleler ise bir başka sorunla karşı karşıya bulunmaktadırlar.

Normal şartlarda ya toplama kamplarında ve/ya kaçak olarak çalışma imkânı bulmaları, -ki bu genellikle insan kaçakçıları marifetiyle plântasyonlar, küçük ve ortak ölçekli fabrikalar, temizlik vb. gibi bazı iş kollarında istihdama konu olmaları şeklinde gündeme gelmektedir.

Toplama kamplarındaki yüksek popülasyon, sağlık başta olmak üzere alt yapılarının yetersizliği, bu merkezlerdeki mülteciler/sığınmacılar salgında, neredeyse birincil hedef haline getirmektedir. Kamplar dışında kaçak statüsüyle çalışma imkanı bulanlar ise, çok sayıda kişinin birarada barındığı küçük mekanlar ise salgına davetiye çıkartmaktadır.

Bu noktada, Malezya’da Arakanlı Müslümanların zaten kangren haline gelmiş olan sorunları covid-19 ile birlikte bir kat daha arttığı gözlemlenmektedir. Bir yandan kamplarda ne tür önlemler alınacağı gündeme gelirken, öte yandan birarada yaşayanlar güvenlik güçlerine yakalanmak ile salgına yakalanmak riski arasında tercihte kalmak zorunda bırakılmaktadırlar.

Örneğin, Mayıs ayı içerisinde Kuala Lumpur’un merkezinde bu tür mekânlara yapılan baskınla yaklaşık 586 Arakanlı Müslüman gözaltına alınırken, hem göz altına alınış şekilleri hem de kaderlerini neyin beklediği konusu içler acısı bir duruma işaret etmektedir.

Her ne kadar Malezya makamları salgının bu kitle arasından çıktığı/yayıldığı konusunda bir rasyonel düşünceden hareket etse de, bu durum mülteci/sığınmacı konumundaki bu insanların sorunlarını çözmeye yetmiyor.

Aksine, covid-19 sürecinde belki de en çok mağduriyete konu olan kitlenin yine bu insanlar olmasına neden oluyor.

Üstüne üstlük, kendilerini temize çıkarma eğilimindeki resmi makamlar gizli/açık oluşturulan propaganda mekanizmaları covid-19’un yayılma kaynağı olarak mülteci/sığınmacıları göstermeleri ile bir başka temel insan hakları meselesi olarak ortada durmaktadır.

Kaldı ki, göz altına alınan Arakanlı Müslümanların testlerinin temiz çıkmasının ardından, bu sefer de toplama kamplarına gönderildiler. En azından bir bölümünün Malezya’da ve/ya Bangladeşte yaşayan ailelerini ekonomik olarak destekledikleri göz önüne alındığında  söz konusu bu zor dönemde bu insanlara hak ettikleri ilginin gösterilmesi gerekirdi.

Hint Alt Kıtası’nda ise durum Bangladeş’te Arakanlı Müslümanlar, Hindistan’da ise Assam Eyaleti ve Keşmir bölgesi öne çıkmaktadır.

Myanmar’ın batısında Arakan eyaletinde gerek Budist çeteler gerekse Myanmar güvenlik güçlerince 2012’den bu yana sergilenen ve etnik soykırıma kadar varan şiddet üzerine Bangladeş’e geçen Arakanlıların derme çatma barakalarda yaşam mücadelesinin yanı sıra, ve covid-19 konusunda sağlık tedbirlerinin aciliyet taşıdığını göstermektedir.

Hindistan’da 2019 yılı ortalarından itibaren gündeme gelen ve özellikle Assam bölgesindeki göçmenleri/mültecileri hedef alan vatandaşlık yasası uygulamasının doğurduğu gelişme covid-19 mücadelesinde ilgili kitlelerin yeni bir zorlukla karşıya karşıya olduklarına işaret etmektedir.

Keşmir de ise bitmeyen çatışma ortamı, Hindistan devletinin ağır askeri tedbirleri, Keşmirli Müslümanların kendi topraklarında mülteci konumuna düşmelerine neden olmaktadır.

Doğu/Güney ve Güneydoğu Asya bölgesinde Müslüman azınlıklar ile mültecilerin covid-19’la mücadelede ilgili ulus-devletlerin sağlık politikalarından ne denli istifade edebildikleri tartışmalıdır.

Farklılaşan özellikleriyle dikkat çeken bu bölgelerdeki toplumlar mobilizasyondan mahrum oldukları gibi, yoksulluk/geri kalmışlık nedeniyle alt yapı hizmetlerinden de yeterince istifa edememektedirler.

Söz konusu bu kitlelerin sorunlarının aciliyetle ele alınması ve özellikle covid-19 sürecinde sürdürülebilir sağlık tedbirlerine ulaşmalarını sağlayacak mekanizmaların ortaya konulması en büyük temennimizdir.


24 Haziran 2020 Çarşamba

Endonezya Güney Çin Denizi sorununu BM’ye taşıdı / Indonesia brings the South China Case to the UN

Mehmet Özay                                                                                                                    24 June 2020

foto: benarnews.com
Covid-19’un sadece ulus-devletler düzeyinde bazı değişiklikleri gündeme getirmekle kalmayacağı, aynı zamanda bölgesel ve küresel politikaların da yeni yaklaşımlara konu olacağı konusunda önemli gelişmeler yaşanıyor.

Bu yöndeki gelişmelerin erken göstergelerinden biri olarak, covid-19 ile mücadelede görece başarılı olan ülkelerin varlığını kanıt olarak sunabiliriz.

Bu ülkeler,  özellikle uyguladıkları sağlık politikalarıyla ulus-devlet sınırları içerisinde vatandaşlarına güven vermektedirler. Aynı zamanda Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO) gibi uluslararası kuluruşlar ile uluslararası toplum tarafından yakından takip edilmeleri nedeniyle gizli/açık bir model olarak gündeme getirilmektedirler.

Söz konusu bu tekil ülkeler, politikalarını, tecrübelerini çeşitli yollarla uluslararası arenada paylaşmak suretiyle siyasal kazanıma dönüştürebilme imkânına sahiptirler. Ve bu anlamda, hiç kuşku yok ki, salgınla mücadeledeki yöntem ve araçları yumuşak güç olarak kullanma becerilerini sergileme imkânı bulmaktadırlar.  

Sayıları pek fazla olmamakla birlikte, bu ülkeler, covid-19 öncesinde gündemlerinde ulusal düzeyde ve dış politikada sorun olarak zuhur eden çeşitli politikaları gözden geçirme ve bunları olumlu yöne doğru yapılandırma potansiyeline sahip olmaktadırlar.

Görece pembe bir tablo gibi sunulduğu düşünülebilecek bu görüşler, aslında Nisan ayından bu yana konuşulmakta olan Covid-19 sonrası paradigma değişimleri denilen olgunun tam da kendisine tekabül etmektedir.

Öte yandan, covid-19 ile örneğin, ABD ve diğer batılı ülkeler ittifakı ile Çin arasında zuhur eden çatışmacı yaklaşımın, özellikle kendi bölgelerinde ekonomik ve siyasal güç anlamında yükselmekte olan ülkeler için bir imkâna dönüşebilme potansiyeli bulunmaktadır.

Bu konuda yakın geçmişte yaşanan bir örnek, yine ABD-Çin arasında gündeme gelen ticaret savaşlarıydı. Genel itibarıyla bu iki ülke kadar, küresel ekonomide gerileme anlamına gelmekle birlikte, çeşitli sektörlerde devam eden ilişkiler ağının yeniden yapılandırılması söz konusu olmuş ve bazı ülkelerin yeni ve hatta öngörülemeyen avantajlar yakaladığına tanık olunmuştu.  

Küresel güç odaklarının birbirleriyle çatışma temeline dayalı ilişkilerinin çoklu sorunlarla mücadele kabiliyetlerini sınırlandırıcı etkisi, işte bu yükselmekte olan ve orta ölçekli yeni güç yapıları kabul edilen ülkeler için bir avantaj anlamı taşımaktadır.

Bunun örneklerinden birine, Güney Çin Denizi’nde son dönemde yeniden ortaya çıkan tehditkar girişimler karşısında Endonezya’nın yeniden pozisyon almasında rastlanmaktadır.

Covid-19 sürecinde bölge siyaseti

Covid-19’un ağırlığını yavaş yavaş üzerinden atan Çin, 2013’den bu yana giderek artan bir şekilde egemenlik iddiası gütmekle kalmadığı, aynı zamanda çeşitli alt yapı çalışmalarıyla pratiğe döktüğü Güney Çin Denizi politikasına yeniden dönüyor.

ASEAN’a üye dört ülke ve Tayvan’la birlikte toplamda beş ülke ile çatışmacı bir durumun yaşanması kadar, özellikle ABD’nin Asya-Pasifik Bölgesi’ndeki çıkarlarıyla çelişmesi nedeniyle küresel bir soruna tekabül ediyor.

Bugün bu sorunun değişip değişmediğinden ziyade, sorunun giderek yayılarak farklı ülkeleri de içine alabilecek bir duruma taşındığı görülmektedir. Bununla kastımız Endonezya... Ancak Endonezya’nın bile Güney Çin Denizi politikalarında Çin’le karşılaşmasının yeni olduğunu söylemek güç.

Yeniden Natuna Krizi ve Endonezya’nın BM’ye başvurusu

2016 yılının Haziran ayında, Natuna Adaları krizi olarak daha önce gündeme getirdiğimiz sorun, Çin deniz kuvvetlerinin Güney Çin Denizi’nin en güney noktasına kadar seyr-ü sefer yapma kabiliyeti, hak iddiası ve Çinli balıkçıların donanmaya ait gemilerin eşliğinde bölgede avlanması bölgesel gelişmeler konusunda kendi içine kapanan bir yapı sergileyen Endonezya’yı birden ulusal güvenlik sorunuyla yüzleşmesine neden oldu.

Bugünkü gelişmeler ise, geçtiğimiz 26 Mayıs’ta Endonezya hükümetinin Güney Çin Denizi anlaşmazlığında sorunun uluslararası denizcilik yasaları ile çözüme kavuşturulması konusunda Birleşmiş Milletler’e verdiği diplomatik nota ile güncellemiş oldu. Bu gelişme, hiç kuşku yok ki sorunun uluslararası boyutunun yeniden öne çıkması açısından gayet önemli.

Endonezya resmi makamlarının bu girişiminin referans noktasını, 1982 yılında imzalanan, Birleşmiş Milletler Deniz Yasası Anlaşması (United Nations Convention on the Law of the Sea–UNCLOS) oluşturuyor.

Çin’in de bu anlaşmayı imzalamış olması, Endonezya kadar, ASEAN için de uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş hakların korunması açısından dikkat çekicidir. Endonezya yaptığı bu başvuruyla Çin’in önerdiği sorunu “teke tek” halletme çağrısını da geri çevirmiş oluyor.

Endonezya’nın bu girişiminin ardından aynı konuda bu sefer ABD’nin BM nezdinde girişmed bulunması ise bir rastlantı olmanın ötesinde anlam taşıyor. ABD başvurusunda aynı şekilde 1982 UNCLOS’un yanı sıra, Filipinlerin 2014’deki başvurusunun ardından uluslararası tahkim mahkemesinin Çin aleyhine verdiği kararı gerekçe gösterdi.

Filipinler ve Vietnam örnekleri

Bununla birlikte, Endonezya hükümeti marifetiyle BM’ye taşınan gelişmenin bir ilk olmadığını da hatırlatmakta fayda var. Öyle ki, Filipinler’de Benigno Aquino (2010-2016) döneminde, 2012 yılı Nisan ayında Çin’le Scarborough üzerinde yaşanan gerginlik neticesinde konu Birleşmiş Milletler’e taşınmıştı.

Bugün Endonezya’nın BM’ye yaptığı başvuru, Çin’i uluslararası mahkemeye taşıyan ilk ülke olan Filipinler’in izinden gittiğini bir göstergesi.

Bu gelişmeyle bağlantılı olarak iki temel hususa dikkat çekmek gerekmektedir. İlki, Çin’in hak iddialarına konu olan Güney Çin Denizi sorununun devam etmesidir. İkincisi, bölgede bu konuda Çin’le karşı karşıya kalan Endonezya’nın sorunu ilk defa uluslararası arenaya taşımasıdır.

ASEAN siyasal birlik idealinden uzak

Bu gelişmeye rağmen, ASEAN içerisinde potansiyel lider konumunda kabul edilen Endonezya’nın Çin’le son dönemde yakınlaşma eğilimlerine, hatta bunun Endonezya iç siyasetinde önemli sorunlara/değişimlere neden olmasına rağmen, sorunun iki ülke ile karşılıklı görüşmelerle çözülmesi yoluna gidilmemiştir.

Ayrıca, Endonezya, ki bu soruna doğrudan müdahil olan Vietnam, Filipinler, Malezya ve Bruney ile birlikte, ASEAN içerisinde bütüncül bir politikaya evirme ve yapılandırma tercihini kullan/a/mamıştır.

Oysa, Vietnam ve Filipinler’in Çin’le doğrudan yaşadıkları çatışmacı ortam ve diplomatik gerginlik, ASEAN içerisinde bu üç güçlü ülke öncülüğünde siyasal karar alma mekanizmalarının gündeme getirilmesini sağlayabilir(di). Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Filipinlerin uluslararası tahkim mahkemesine açtığı davayı kazanmasına rağmen, çeşitli nedenlerle bu sürecin devamı getiril/e/memiştir.

ASEAN’ın bölgesel bir birlik olarak Çin karşısında tekil ülkeler ve birlik olarak ve aynı zamanda uluslararası yasaların desteğiyle çıkma becerisini/kabiliyetini gösterememesi üzerinde durup düşünülmesi gereken bir konudur.

Güney Çin Denizi sorunu uluslararasılaşıyor

Güney Çin Denizi’nde hak iddialarından kaynaklanan anlaşmazlıklar karşısında Çin yönetiminin tek tek ilgili ülkelerle masaya oturma önerisinin bugüne kadar gerçekleşmediği dikkate alındığında, Endonezya’nın BM nezdindeki girişiminin önemli olduğunu söylemek gerekmektedir.

Bu gelişme karşısında Çin’in, “iki ülke arasında teritoryal anlaşmazlık bulunmadığı, ancak hak iddialarının örtüştüğü” yolundaki açıklaması ise oldukça ilginçtir. 

Çin yönetiminin verdiği diplomatik nota içinde yer alan bu ifadeler, öyle anlaşılıyor ki, oldukça ‘diplomatik’ bir dil kullanılarak Endonezya’yı en azından bu süreçte karşısına almak istemediği şeklinde anlaşılabilir. Ve yukarıda dikkat çekildiği üzere, Çin yönetimi diğer ülkelere yaptığı öneriyi Endonezya yönetimine de önererek konunun karşılıklı/ikili görüşmelerle ele alınmasını önermektedir.

Bununla birlikte, bölgede teritoryal hak iddialarının örtüşmesi cümlesi, Endonezya ve Çin arasında Güney Çin Denizi’nde hak iddiası konusunda ciddi görüş ayrılıkları bulunduğunu ortaya koyuyor.

Çin yönetimi, Güney Çin Denizi’yle ilgili iddialarını özellikle 2013 yılında Şi Cinping’in devlet başkanı olmasıyla birlikte, tıpkı diğer grand design politikalar gibi gündeme getirmesi önemlidir. Çin, bölge denizlerindeki hak iddiasını “tarihe yaslanarak” vermesi uluslararası politikada görece yeni bir olgu olarak nüksettiğini vurgulamak gerekir.

ASEAN üyesi diğer ülkeler gibi Endonezya da Çin’in tarihe vurgusunu kabul edilemez olduğunu, bu ayın başında dışişleri bakanı Retno Mardusi’nin açıklamasıyla yinelemiş oldu. 

Endonezya’nın konuyu bugün yeniden gündeme taşımasının, covid-19 sürecinde Çin’e karşı oluşan Batı ittifakının uluslararası politikada oluşturduğu atmosferi göz ardı etmek mümkün değil. Söz konusu Batı ittifakı içerisinde, Anglo-Sakson dünyasının bölgedeki temsilcileri Avustralya da bulunuyor.

Birbirine komşu Endonezya-Avustralya’nın aralarındaki çeşitli sorunlara rağmen, bölgesel gelişmeler konusunda, özellikle de Çin’in teritoryal hak iddiları ve yayılmacı teşebbüsleri karşısında, bugün aynı yerde durduklarına kuşku yok. Endonezya ulusal güvenliğine gelecek bir tehdit karşısında Avustralya’nın kendi güvenliğinin de tehdit altında olabileceğini düşünmesi için epeyce neden var. 

Covid-19’un ulus-devlet, sağlık kurumları, uluslararası işbirliklerine kapı aralayacağı yönündeki beklendiler devam ederken, aynı zamanda bazı ülkeler için yeni imkanlar oluşturabileceği de gözlemleniyor.  Endonezya’nın Güney Çin Denizi’nin güney ucunda yer alan Natuna Adaları ile ilgili teritoryal hak iddiaları ve ihlalleri karşısında Çin’i BM’ye şikayeti bu gelişmeler çerçevesinde değerlendirilmelidir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/06/24/endonezya-guney-cin-denizi-sorununu-bmye-tasidi-indonesia-brings-the-south-china-case-to-the-un/

21 Haziran 2020 Pazar

Eğitimde idealler flört olgusu

Mehmet Özay                                                                                                                         22.06.2020

Eğitim kurumlarının ortaya çıkışında idealler, eğitim ilke ve prensipleri, alt yapı unsurları gibi önemli değişkenler belirleyici olmaktadır. Bu unsurların birinin örneğin, ideali veya ideallerini ilgili eğitim kurumlarının isimlerinde tanık olmak mümkündür. Bir kuruma ad verilmesi işlemi, bizatihi kendi içinde belirlenmiş çıkış noktasını yani, idealleri yansıtması oldukça doğaldır.

Bununla birlikte, idealler, eğitim ilke ve prensiplerinin yüzeyselliği veya zamanla yüzeyselliğe terk edilmesi ile öne çıkanın/çıkartılanın sadece isim olması, ilgili kurumun kendine yabancılaşmasının bir göstergesidir.

Öyle ki, kurumlara adları verilirken -ki, bunun içinde ara eğitim kurumları olan orta okul ve liseler kadar yüksek öğretim kurumları da zikredilmeyi hak eder- şatafatlı, cafcaflı, anlam yüklü olduğu izlenim veren kelime ve/ya kelime dizilerinin bir araya getirilmesi gizli/açık bir tür flört işinin varlığına işaret eder. Bu nedenle, isimler ile içeriklerin nasıl örtüştüğü veya örtüşme sürecinin nasıl işlenmekte olduğuna yakından dikkat etmek gerekmektedir.

1980’lerde yani, adına ‘kolej devrimleri’ denilebilecek dönemde ve belki de bunlar içerisinde salt bir maddi talepkârlıkla, “onların var bizim de olsun” kurgusunun da bir sonucu olarak ortaya çıkan ara öğretim kurumlarında bunun örneklerini görmek mümkün.

Bu yapıların yazılı materyallerinde oldukça idealize edilmiş unsurların olmadığını söylemek mümkün değil. Aksine, belki de oldukça önemli idealleri içinde barındıran bir eğitim tutumunun takınılmış olduğuna bile şahit olunabilir.

Bununla birlikte, aradan geçen süreçte bu kurumların ne denli mesafe kat edebilmiş oldukları sorusu önemlidir. Bu soruyu bir olumsuz ifade haline getirmek ve potansiyel imkânlarına rağmen, ortada bir başarının olmadığını ve bunun doğurduğu buhranın geniş kitleler tarafından hissedilmediğini söylemek mümkün. Burada, tıpkı ilgili kurumlara verilen adlarda ortaya çıktığı üzere, başarının niteliğinden ziyade niceliği ile kurulan bir flört olgusundan bahsedilebilir.

Büyük umutların yüklendiği, ancak aradan pek fazla süre geçmeden bir anlamda, ‘türeme kolejler’ adını hak edecek bir sıradanlaşmaya konu olan bu kurumların ürettiği nesillerin bugün nerelerde olduğu, ülkeye ne türden katkıda bulunduğu türünden pek çok bağlam sorgulanmayı hak etmektedir.

Söz konusu türeme kurumların varlıklarını bugün dahi sürdürüyor olmalarını, bir başarı olarak görmek yanılsatıcı olacaktır. Söz konusu maddi varlığın devamı elde edilen bir başarı değil, tastamam eğitim piyasasının varlığıyla ve demografik yapı içerisindeki unsurlarla bağlantılıdır. En azından, başarı, idealler, insan yetiştirme ve bilgiyi gündelik yaşamın pratiklerine rehber kılma gibi unsurların yanı sıra, piyasa kurallarının kendi gerçekliği ile bu kurumların varlığını sürdürmesine katkısı daha bir öne çıkmış olduğunu ileri sürmek mümkün.

Yukarıda dikkat çekilen kurumların yani, türeme kolejleri bitirmiş kitlelerin geleceklerindeki bir başka aşama yani, üniversite veyahut yüksek lise talebi, kendinde bir hâl olarak ortaya çıkmıştır ve çıkmaya devam etmektedir. Bunda, aynı zamanda yukarıda dikkat çekilen ikinci durumun yani, eğitim piyasası ve demografik yapının unsurlarının ön açmasının ve hatta zorlamasının kayda değer rolü olduğu aşikârdır.

Tıpkı ara eğitim kurumlarına ad verme süreçlerinde olduğu gibi, yüksek liselerde de benzer eğilimlerin varlığına şahit olmak pek de şaşırtıcı bir duruma işaret etmiyor. Nihayetinde kaçınılmaz olarak, aynı/benzer toplumsallıkların ürettiği eğitim süreçlerinden bahsediyoruz.

Bununla birlikte, ara eğitim ve yüksek lise kurumlarından farklı olarak örneğin üniversalite olgusunu bünyesinde barındırabilecek ve bu anlamda bütünlüklü ve hedefleri belirlenmiş unsurları olan araştırma üniversitelerin bir değişim sürecini tetikleyebileceğini düşünmek mümkün.

Bu çerçevede, böylesi bir tetiklemenin oluşabilmesi için araştırma üniversitelerinin, ne öğrencilerinin ne adına öğretici denilen kitlenin flört edeceği bir saha olmadığının açık seçik dile getirilmesi ve pratikleriyle ortaya konulması gerekmektedir.

Flörtten kasıt, tıpkı yukarıda ara eğitim kurumları sürecinden bahsederken dile getirildiği şekilde, nitelikten nicelikselliği kayışın ortaya çıkışıdır. İdealler ile ve bu idealleri daha işin ilk aşamasında düşünce-pratik birlikteliğinde ortaya koyacak yapılanma ile belirleyici kılmak gerekmektedir. Öyle ki, daha ilk aşamada yaşanacak sapmanın, ara eğitim kurumları örneğinde gibi, kurumsal ad ve idealize edilmiş eğitim formunun yanılsıtıcı etkisi ile yüzleşmek kaçınılmaz bir hâl alacaktır.

Öte yandan, araştırma üniversiteki kavramının ve içeriğinin her halükârda yukarıda dikkat çekilen türeme kolej yaklaşımından ve pratiğinden farklı olarak belirlenmişliği ile dikkat çekmelidir. Ad ve ideallerin içkin oldukları ilham veren yanları kadar, nicelikselliğe dönüşebilme tehlikesinin her daim var olduğu gerçeği karşısında, bizatihi kurumsal yapının varlığının, araştırmacı adayı öğrencilerinin ve bizatihi araştırmacılarının donanımlılığı daha ilk günden farklarını ortaya koymuş olması beklenir.

Bu noktada, bu yapı içerisinde zamanın nasıl değerlendirilmesi gerektiği, bilginin niçin ve hangi yollardan araştırılmasının ve üretilmesinin zorunlu olduğu, üretilen bilginin nerelerde kullanılması ve yeniden üretilmeye konu olması vb. süreçlerle hem hâl olmak yerine akademiyi bir flört ayarına indirgemek kurumsal bir boşluk ve ruhsuzlukla aynı anlama gelmektedir.

Giderek daha çok bölgesel ve küresel bağlamda söz sahibi olma amacıyla gündeme gelen bir ülkenin, başta adına ümmet denilen bütüne ve ardından -büyük bir iddia olmakla birlikte- tüm insanlığa vaad edebileceği ahlâk, kültür, bilgi vb. olgulara yaklaşımını şekillendirecek alt yapının, araştırma üniversitesi bünyesindeki kurumsallaşmalarla gerçekleştirilebilmenin imkânı beklenir ve ümit edilir bir durumdur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/06/21/egitimde-idealler-ve-flort-olgusu/

18 Haziran 2020 Perşembe

Batılı ülkeler Çin’e karşı Koronavirus ittifakında birleşiyor / Western countries ally during the Covid-19 against China

Mehmet Özay                                                                                                                        18.06.2020

foto: thediplomat.com
Covid-19 sürecinde doğal bir iyileşmeden ziyade, ulusal ve küresel ekonominin ve çokça da liberal hoyratlıkla karışık bir zorlamayla tedbirlerin gevşetilmesi süreci yaşanıyor.

Bu yaklaşımın, Batılı ülkelerde karşılığı futbol arenalarına dönüşle popüler nitelik kazanırken, diğer bazı ülkeler vatandaşlarının karşı karşıya kaldıkları ekonomik zorluklarla mücadele edebilme adına tedbirleri gevşetme yolunda adımlar atıyorlar.

Batı ve sorumlu tutulan Çin

Bu gevşeme halinin bir başka göstergesi, Şubat ayından itibaren küresel bir nitelik göstermeye başlayan covid-19’un neden, niçin çıktığı konusundaki tartışmalarda, Anglo-Sakson ülkeler öncülüğünde Batılı ülkelerin bir blok oluşturma çabalarında zuhur ediyor.

Bu noktada, Batılı ülkelerin temel argümanını, Çin yönetiminin virüsün ortaya çıktığı süreçte sergilediği politikalar oluşturuyor.

Aralık ayında Hubei eyaletine bağlı Wuhan şehrinde görülen virüsün yayılması, vaka sayıları ve alınması gereken önlemler konusunda özellikle Dünya Sağlık Örgütü (World Health Organization-WHO) üzerinden küresel sağlık politikalarını etkileme çabalarıyla gerçekleri ört bas ettiği yönündeki iddialar karşısında Çin geri adım atmıyor.

Covid-öncesi süreçte ABD’de Trump yönetiminin, ekonomik içe kapanmacı politikaları, bununla bağlantılı olarak ticari ilişkilerde Amerikan eksenli yeniden yapılanma kararlarında ısrarı ve bunu uygulamaya geçirmesi, küresel iklim değişikliği konusunda daha önce alınan kararlar ve bunların uygulamaya geçilme ile yeni alınması beklenen tedbirler konusundaki liberal tutumu gibi hususlar, Batılı ülkeler arasında ABD ve ötekiler denilebilecek ciddi ayrışmalara konu olmuştu.

Yine o süreçte, ABD-Çin arasında yaşanan ticaret savaşlarının, sadece bu iki ülke ile sınırlı olmayan, başta Batılı ülkeler olmak üzere küresel ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri de düşünüldüğünde Batı bloğunun bir açmaz içine düştüğüne tanık olunuyordu.

Covid-19’un Avrupa’nın güneyinde patlak vermesiyle, kısa sürede tüm Batılı başkentler kendi ulusal sağlık politikalarını yapılandırma ve halklarının taleplerine karşılık vermekle meşgulken, bazı ülkelerin aldığı sıkı tedbirler kadar, virüsün toplumlarda bir tür bağışıklık sergilemesinin de etkisiyle gevşek bir tutuma geçilmeye başlandı.

Bu gelişmeyle, rahat bir nefes almaya başlayan batılı ülkeler Trump’ın, WHO’yı doğrudan hedef alan söylemi ile Çin’in bir anlamda, tabiri caizse küresel sağlık mahkemesinde yargılanmasına neden oldu.

Coronavirüs ittifakı

ABD yönetiminin aksine, diğer Batılı ülkeler WHO’ya olan desteklerini çektiklerini aleni bir şekilde dile getirmemiş olsalar da, WHO’yı nüfuzu altına aldığı belirtilen Çin’e yönelik yaptırımlar konusunda Trump’la aynı yerde yer almaya başladılar.

Şu an itibarıyla Batı’da oluşmuş bir koronavirus ittifakından söz etmek mümkün.

Bu ittifakın amacının virüse karşı geliştirilebilecek başta etkin aşı olmak üzere sağlık tedbirlerinden ziyade, Çin yönetimini, kurulması muhtemel bir uluslararası sağlık mahkemesinde yargılanarak Batılı ülkelerin kaybettikleri milyarlarca Doların karşılanması beklentisi var. Örneğin Almanya’nın meşhur popüler dergilerinden biri, Alman rasyonalizminin bir göstergesi olarak Çin’in ne kadar ödemesi gerektiğini bile dile getirdi.

Aslında Batı’nın bu tür gelişmeler karşısında kendini aklama girişimlerinin bir devamlılık arz ettiği ileri sürülebilir.

Daha virüsün görülmeye başlandığı ve küresel medyaya düştüğü ilk haftalarda, bir anda Çin yönetiminin total bir acziyete mahkum olduğu yönündeki görüntüler karşısında, bu sürecin Çin’de toplumsal bir ayaklanma halini alarak, rejim değişikliğine yol açacağı yönünde gizli/açık beklentiler ve temenniler Batılı başkentlerde zuhur etmekte gecikmemişti.

Oysa, Batılı toplumların ürettiği ve bir virüs gibi küresel yaygınlık gösteren insan-doğa ilişkisini belirleyen düşünce yapısının ve bunun ekonomi plânındaki karşılığı olan azgın kapitalizmin covid-19 gibi süreçlerdeki rolü üzerinde durulmayı çok daha fazla hak ediyor(du).

Söz konusu virüsün başlangıcı Çin’de olduğu gibi, görece iyileşme süreci de bir anlamda doğal olarak Çin’de gerçekleşmesi şaşırtıcı değildi.

Bunun adına ülkenin sağlık sisteminin umut verici uygulamaları diyelim veya toplumun virüsün yayılmasına paralel olarak doğal bir şekilde bağışıklık kazanması diyelim, yaşanan gelişmeler hiç değilse, diğer ülkelerde de benzer bir gelişmenin olacağının habercisiydi. Bunun ulus-devletler arasında bir intikam meselesi olmaktan öte, bir umut olarak değerlendirilmesi gerekiyordu.

Batılı ülkelerin Çin karşıtlığında sergiledikleri yeni ittifakın ne kadar süreceği ise şüpheli.

Yeni virüs tehdidi Batı’da etkili olacak mı?

Yaklaşık son on gündür Çin’in başkenti Pekin’in güneyinde yeniden nükseden virüs Çin’de bir anlamda şaşkınlık ve korku yarattığı söylenebilir. Bunun bir ifadesi olarak, şehirde virüsün görüldüğü söz konusu bölgeden başlayarak giderek genişleyen bir karantina uygulamasına geçildi.

Pekin’de virüsün yeniden zuhuruna tanık olunurken, bu gelişme aynı zamanda WHO üzerinden hedef alınan Çin’in söz konusu virüsü bile isteye ürettiği, aldığı/almadığı tedbirlerle kasıtlı olarak Batılı ülkelere ihraç ettiği vb. yönündeki söylemlerin yeniden gündeme getirilip getirilmeyeceğinin de bir testi olacaktır.

Ancak şu var ki, bu gelişmenin, tedbirleri gevşetmek suretiyle sonsuzluk illüzyonuna sahip kapitalist yaşamın zenginliğine ve ilişkilerine dalma özlemindeki Batı toplumlarında henüz karşılık bulduğunu söylemek mümkün değil.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, Asya-Pasifik bölgesinde virüsle mücadelede başarılarıyla övgüye layık görülen ülkelerden ve Anglo-Sakson zincirinin son halkalarından biri olan Yeni Zelanda’da, uzun bir aradan sonra birkaç yeni vakanın ortaya çıkması aslında çatışmacı yönelimlerin tekrar ve tekrar sorgulanmasını gerektiren bir özellik olarak dikkat çekiyor.

Yeni Zelanda başbakanı Jacinda Ardern Nisan ayının sonlarında virüs karşısında ‘zafer kazandıklarını’ gururla ifade ederken, bugün aynı başbakan, İngiltere’den gelen iki kişide görülen virüs nedeniyle ordu güçlerini karantina tedbirlerinin uygulanması için göreve davet etmesi oldukça manidardır.

Çin’de ve Yeni Zelanda’da virüsün toplumsal yaşamı yeniden tehdit etme potansiyeliyle ortaya çıkması karşısında, Batılı ülkelerin Çin’i hedef alan çatışmacı tutumlarının ne şekilde gözden geçirileceğine ve olumlu yönde bir değişim olup olmayacağını ise yakında göreceğiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2020/06/18/batili-ulkeler-cine-karsi-koronavirus-ittifakinda-birlesiyor-western-countries-ally-during-the-covid-19-against-china/