29 Aralık 2016 Perşembe

ABD-Japonya İlişkileri: Yeni Başlangıç mı Bir Devrin Sonu mu? / The US-Japan Relations: A New Start or End of an Era?

MEHMET ÖZAY                                                                                                                  28.12.2016

Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin 2. Dünya Savaşı’nın yönünü değiştiren Japon saldırısının gerçekleştiği Pearl Harbour limanına yaptığı ziyaret, ABD-Japonya ilişkilerinde halen var olduğu anlaşılan yaraların onarılması anlamı taşıyor. Abe’nin bu ziyaretini tek başına değil, aksine ABD başkanı Barack Obama’nı 27 Mayıs’da Hiroşima Anıtı’nı ziyaretiyle birlikte ele almak gerekir. Bu noktada, ziyaretlerin dünkü küresel savaşa, iki ulus arasında bugüne kadarki psikolojik tepki ve önümüzdeki süreçte mevcut ittifakın yeni bir seviyeye çıkartılması gibi alanları kapsadığı anlaşılıyor.

Pearl Harbour öncesi: ‘Asya Asyalılarındır’
Önce Pearl Harbour’a nasıl gelindiğine kısaca bakmakta fayda var. 1930’lu yıllardan itibaren Büyük Asya idealini güçlü bir şekilde ortaya koymaya başlayan Japon imparatorluğu’nun Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarına nüfuzunun arka plânında bölgesel bir güç olmak yatmıyordu sadece. Aksine, bölgede yüzyıllar boyunca egemenlik sürmüş İngiliz ve Hollandalı gibi Avrupalı sömürgeci ulusları Asya topraklarından çıkarmayı amaçlıyordu. Bunu da, ‘Asya Asyalılarındır’ politikasıyla bölge halklarına yönelik bir propaganda ile gündeme getirerek hem onlardaki ‘bağımsızlık ruhunu’ geliştiriyor hem de kendi teritoryal yayılmasının önünü açıyordu.

Doğu ile Batı’nın küresel çekişmesinin nihai noktası olarak kabul edilebilecek bu savaşta Japonya, yerli halkların desteğiyle Avrupalı ulusları bölgeden çıkartmakla sınırlı kalmayan bir strateji izledi. Petrol ambargosu uygulayana ABD’nin Pasifik kuvvetlerinin bulunduğu Pearl Harbour’a süpriz bir saldırı düzenleyerek ABD’yi karşısına alma cüretini gösterdi. Pasifik kuvvetlerinin merkezini vuran Japonların bu süreçte Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarındaki varlığı pekişeceği gibi, belki de İngiliz sömürgeciliğinin merkezi konumundaki Hindistan’a yol alabilecek bir girişim imkânını da içinde barındırıyordu.  

Bombaların ürettiği ittifak
Obama ve Abe’nin iki ulus için savaşın dönüm noktaları olan iki mekâna yaptıkları ziyaretleri hiç kuşku yok ki, bir yanıyla tarihe düşülmüş bir not olma,  öte yanıyla da, iki ülke arasındaki yakın ittifakının 75. yılına saygı anlamı taşıyor. Bu ‘saygının’ geçmişte küresel güç savaşında hayatını kaybedenlere matuf bir yönü olmasına rağmen, iki taraf da gerçekleştirdikleri sembolik ziyaretlerde ‘özür’ konusunu gündeme getirmekten imtina ettiler.

Liderlerin ağzından sadır olacak bir özür ifadesi, iki devlet için ‘dün’ yapılanların yanlışlığına ortaya koyacağından bundan özellikle kaçınıldığı açık. Bununla birlikte, mevcut ittifaka rağmen, önce Obama ardından Abe’nin ‘anıtlara’ yaptıkları bu ziyaretlerin iki ulus arasındaki psikolojik bariyerin aşılmasına bir katkısı olacağını düşünmek mümkün. Japonların 1941’de Pearl Harbour’a baskını sonrasında ABD’nin 1945’de Hiroşima ve Nagazakiye’ye atom bombası atması iki devletin ilişkileri tümüyle koparmasına değil, aksine ABD için Japonya’nın vazgeçilmez ve en önemli bir müttefik olmasına, savaş sonrasının mağlubu ve eli kolu bağlanmış Japonya’nın ise ABD’ye bağımlılığına yol açmıştı.

Öte yandan bu ziyaretlerin, yeni küresel dengelere gebe günümüz şartlarında ABD-Japonya ittifakı harcını daha da karma gibi bir yönü de bulunuyor. Bu nedenle, hiç kuşku yok ki, bu vesileyle üzerinde durulması gereken, ABD-Japonya arasında 20. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen boyutuyla siyasi ve askeri ittifakın, bu yüzyılda da yeni evrelere taşınması hususudur. Bu noktada, anıt ziyaretleri gibi sembolik anlamı öne çıkan bir inisiyatifin, görev süresi bitmekte olan Obama yönetiminin Asya-Pasifik politikalarına eş güdümlü olarak yerine getirildiğine kuşku yok. İçinde iki ulus halkının birbirini daha yakından anlayabildiği ve empati kurabildiği olgusu; bölgesel ve dünya barışına katkının ortaya konulması; komşu ve özellikle de hasım olma noktasındaki ülkelere ABD-Japonya işbirliğinin gayet dinamik olduğunu ve bunun yakın ve orta vadede bölgedeki gelişmelere göre yeni yapılaşmalara konu olabileceği gibi hususları hatırlatmasıyla dikkat çekiyor.

Trump’la belirsizliğe doğru
Bununla birlikte, ABD’de ki seçim sonuçlarının neredeyse tüm ABD politikaları gibi bu alanda da belirsizlik ve şüpheleri öne çıkardığı gözlemleniyor. Bu nedenle, ABD başkanı Barack Obama Mayıs ayında Hiroşima’yı ziyaret ederken, acaba Japonya ile ittifak ilişkisinde ABD’nin payına düşen sorumluluğu azaltacağını ileri süren Donald Trump’ın Kasım ayındaki zaferini öngörmüş müydü sorusu gündeme getirilebilir. Trump’ın, genel olarak Asya ve özelde Japonya ile olan dış politikada değişikliğe gideceği mesajı, ABD’de yerleşik ilişkileri savunan çevreler kadar, Japon yönetimince de yakından ve de kaygıyla takip ediliyor.

Her ne kadar, Abe hükümeti, 1889 Meiji Anayasası’nın ABD tarafından 1947 yılında revize ettirilen ve bizzat ‘yazdırılan’ Japonya’nın uluslararası anlaşmazlıklarda ordu güçlerini tehdit bağlamında dahi olsa harekete geçiremeyeceğini ve savaş ilânında bulunamayacağını konu alan Anayasa’daki 9. Madde’yi ‘gözden geçirme’ kararı almış ve ulusal güvenlik konusunda pro-aktif bir politika izleyeceğini açıklamış olsa da, Japonya’nın bölgedeki potansiyel hasımları karşısında kendine yeter bir askeri ve savunma gücü teşkil ettiğini söylemek güç. Bu nedenle Trump’ın Güney Kore’yle birlikte Japonya’nın askeri yapılanma ve harcamalarda ABD’nin maddi katkısının azaltılacağını açıklamış olması ABD-Japonya ilişkilerinde yeni bir döneme mi girileceği sorusunu akıllara getiriyor.

Asya-Pasifik’de yeni aktörler ve nükleer tehdit
Obama’nın başkanlığının son aylarında bu ziyaretler vesilesiyle gündeme getirdiği Japonya ile ilişkilerin geliştirilmesi konusu sadece ulusal savunmasını ABD’ye teslim etmiş Japonya için önem arz etmiyor. Bunun ötesinde, komplike ilişkiler ağına sahip ve Avustralya, Rusya ve Hindistan gibi yeni aktörlerle sürecin daha da karmaşıklaşabileceği Doğu ve Güneydoğu Asya’daki ABD’nin varlığı için de kayda değer bir durum ortaya koyuyor.

Trump ve kabinesinin Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesindeki gelişmeleri bu perspektiften ele alıp almadığı konusu henüz belirginlik kazanmış değil. Ancak Trump’ın seçim zaferinin akabinde özellikle Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPAA) yönelik reddiyeci tutumu üzerine Abe’nin Trump’la 17 Kasım’da gerçekleştirdiği uzun görüşme ve sonrasında Japon hükümetinin bölgede TPPA’ya alternatif yapılaşmalara kapı aralayacak girişimleri dikkate alındığında, ABD’nin bölgede olası bir ‘gerilemesi’ karşısında bölge ilişkilerini yapılandırmaya yönelik yeni aktörlerin icraatlarına konu olabileceğini gösteriyor.

Obama’nın Hiroşima Barış Anıtı’na yaptığı ziyarette yaptığı konuşmada, ‘nükleer silahlardan arındırılmış’ bir dünya söylemi kulağa hoş geliyordu. Ancak bugün başkanlık koltuğuna oturma hazırlığı yapan halefi Trump ise, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in bir nükleer yarışa gönderme yapan yaklaşamını teyit ve tehdit eder bir karşılık verdi. Putin, Ekim ayında olası bir nükleer saldırı karşısında sivil savunma hazırlığı yaptırmış ve nükleer savaşa hazırlık söylemini gündeme taşımasına karşılık nükleer çalışmalara devam edilmesi açıklamıştı. geçen hafta Washington Post’da iki liderin nükleer silah yarışına yeniden hızlandırılması konusunda hem fikir olduklarını gündeme taşıyordu.

Putin-Trump arasında geçen nükleer başlıklı füzeler konusunun daha konuşulacağına şüphe yok. Ancak salt ‘nükleer’ sözcüğünün bile Japon halkı üzerinde yarattığı olumsuz etki dikkate alındığında iki liderin bu söylemi karşısında Japon başbakanı Abe’nin ve de hükümetin nasıl karşılık vereceği merak konusu. Yukarıda dile getirildiği üzere, Abe’nin ülkenin savunma politikalarında ‘pasifist’ yaklaşımdan vazgeçilmesi konusunda 2012’den bu yana sürdürdüğü politikada iş ‘nükleer’ yapılanmaya kadar varıp varmayacağını zaman gösterecek.

Açıkçası nükleer konusu Japon yönetimi için son derece karmaşık bir husus olmaya da aday. Son dönemde, Kuzey Kore’nin füze denemelerinin Japonya’ya bir tehdit unsuru olduğuna kuşku yok. Buna ilâve olarak, bölgede zaten önemli bir aktör olarak yer alan Çin’in ardından, Rusya ve Hindistan faktörlerinin de devreye girmesi karşısında Japonya’nın yeni ittifaklar arayışında olacaktır. Başbakan Abe, Hindistan başbakanı Narendra Modi’nin 11 Kasım’da Tokyo’ya yaptığı ziyaretin de ortaya koyduğu üzere bunun sinyalini vermeye başladı.

ABD ve Japonya arasında 2. dünya savaşında yaşananlar, 20. yüzyılın geri kalan uzun döneminde iki ülke ilişkilerinde belirleyici olarak güçlü bir ittifaka yol açtı. Bu ilişki, Obama yönetiminin 21. yüzyıl Asya Çağı’nda da yeni açılımlara matuf bir yön içeriyor/du. Önce Obama, ardından Abe’nin savaşın anısını taşıyan mekânlara yaptıkları ziyaret bunun sembolik göstergeleridir. Yeni yılla birlikte, ABD’de yeni yönetimin Japonya ile ittifakı nasıl şekillendireceği Asya-Pasifik politikaları içinde büyük önem taşıyor.



26 Aralık 2016 Pazartesi

Cakarta protestoları ve Endonezya'da kimlik tartışmaları / Demonstrations in Jakarta and Identity Discussions

MEHMET ÖZAY                                                                                                                  24.12.2016

Geçen Eylül ayından bu yana Endonezya’da başkent Cakarta valisini konu alan gündem canlılığını koruyor. Her ne kadar, vali etrafında dönen bir gelişme olsa da, verilen tepkiler, tepki verenlerin siyasi ve toplumsal arka plânı, müslüman olup olmama yönündeki kimlikleri ile azınlık çoğunluk tartışmaları gibi hususlar bu konunun sadece başkent valilik seçimleri dolayımında değil, geniş Endonezya ulusal bağlamının yanı sıra, bölgesel ve bir ölçüde de küresel gelişmeler bağlamında değerlendirilmeyi gerektiriyor.

Farklı bir Vali
Cakarta Valisini gündeme taşınmasında önümüzdeki Şubat ayında yapılacak olan genel seçimler bulunuyor. Resmi kampanya dönemi başlamadan önce valinin etnik ve dini kökeninden hareketle bazı gruplar, vali Basuki Tjahaja Purnama'nın vali seçilmemesi için İslami referanslarla gündem oluşturma girişimine tanık olundu. Aslında böylesi bir teşebbüs ilk değildi. Çünkü, 2012 yılı seçimlerinde vali adayı Joko Widodo’nun yardımcısı olarak seçimlere giren ve kazanan Purnama’ya yönelik eleştiriler ve karşı çıkışlar yaşanmıştı. Ancak Joko Widodo’nun popülaritesi ve ‘yardımcılık’ görevi gibi faktörler bu eleştirilerin gündemde pek de fazla etkin bir yer edinmesine neden olmamıştı. Joko Widodo’nun 2014 yılı devlet başkanlığı seçimlerini kazanmasının ardından valilik de yardımcısı Purnama’ya geçmiş oldu. Bu durum, 1964-65 yıllarında dönemin devlet başkanı Sukarno tarafından atanan Çin etnik kökenli ve Hıristiyan Henk Ngantung’un valiliğinden sonra bir ilk olma özelliği taşıyor.

Purnama’nın 2017 Şubat ayında yapılacak yerel seçimlerde yeniden aday olacağını açıklaması karşısında kendisine yönelik eleştirilere verdiği bir tepki, bugüne kadar olduğu gibi ve seçim gününe kadar ki gündemi de belirlemeye aday. Vali Purnama Ağustos ayında, Jakarta açıklarındaki Bin Adalar adıyla bilinen adalar grubundan birinde küçük bir gruba yaptığı konuşmada, bazı grupların kendisinin Hıristiyan olduğunu gerekçesiyle Kur’an-ı Kerim’den Maide suresi 51. ayeti kanıt göstererek Müslüman seçmenlere kendisini seçmemeleri yönünde yaptığı eleştiriyi gündeme getirmişti. Vali bu konuşmasında İslam’a hakaretinin söz konusu olmadığını, aksine ayetleri kullanan bazı çevreleri eleştirdiğini söyleyerek özür dilemişti.

Ancak bazı çevreler, Valinin bu ifadelerle İslam’a hakaret ettiği iddiasını gündeme taşıyarak tutuklanması talebiyle gösteriler düzenlediler. Niceliksel olarak bakıldığında bu gösterilerin oldukça başarılı da olduğu söylenebilir. Bu gösterilerden amaç, valinin konuşmasının “Ceza Kanunu'nun 156 maddesi a fıkrası uyarınca herhangi bir dini kötüleyici, dinler arasında ötekileştirme oluşturacak söylemler suç sayılır” maddesini işletmeye matuftu. Nihayetinde valinin bu konuşmasında yer verdiği bazı ifadeler üzerine önce polis soruşturması açıldı ardından da yargı yolu. Şu ana kadar iki kez mahkeme önüne çıkan Purnama suçlamaları reddettiğini yine dile getirirken, yargı süreci de devam ediyor.

Cakarta valiliği bir atlama taşı
Bu vak’a çerçevesinde binlerce kişinin meydanları doldurmasından mütevellik niceliksel bir durum kadar, bundan çok daha önemlisi sivil, ‘dini’, siyasi ve polis ve güvenlik güçleri gibi aktörlerin değişik boyutlarda süreçteki varlığı bize Endonezya modern siyasetindeki işbirliklerinin, çatışmaların, çözülme ve yeniden yapılanmaların bir yansıması olduğunu ortaya koyuyor. Cakarta gibi ülke siyasetinin odağında bulunan bir şehri kimin, hangi partinin yöneteceği meselesi son derece önemli. Kaldı ki, 2012 yılında başkent valisi seçilen Joko Widodo, daha beş yıllık görev süresi dolmadan 2014 yılında yapılan başkanlık seçimlerine aday olması bile sembolik olarak valilik makamından devlet başkanlığı makamına nasıl çıkılacağının da bir göstergesi oluyordu.

Seküler devlet ve yönetim tartışmaları
Öncelikle söylenmesi gereken husus, vali Purnama’ya yönelik eleştirilerin başında “bir başka dine ve etnisiteye mensubiyeti” yaklaşımının ülkenin anayasal gerçekliğiyle tenakuz içeriyor oluşudur. Kahir ekseriyeti müslüman olsa da Endonezya Cumhuriyeti seküler bir devlet ve bu yapısını da Beş İlke (Panca Sila) ile 1945’den bu yana sergilemekle kalmıyor, aralarında son derece önemli dini kurumların da olduğu pek çok oluşum bu Beş İlke’yi ülkenin ve de kendi kurumlarının temel dinamiği kabul ettiğini beyan ediyor. Kaldı ki, vali Purnama ülke siyasetine ilk defa 2012 seçimleriyle girmiş değil. Aksine 2003 yılından bu yana siyasetin içinde ve 2005-2009 yılları arasında Doğu Belitung’da belediye başkanlığı, akabinde de 2009-2014 döneminde ulusal mecliste millekvekilliği hakkı elde etmiş bir isim. Purnama, 2017 Şubat’ında yapılacak valilik seçimi içinse, devlet başkanının yanı sıra, Cakarta Genel Meclisi’nde 28 üyeyle çoğunluğu elinde bulunduran Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi’nin (PDI-P) adayı olarak yarışacak.

Valiyi hedef alan gösterilerin başlatıcısı konumundaki bir dini organizasyonun kısa bir süre öncesine kadar devletin resmi kurumlarınca ‘radikal’ kanatta gösterilmesine karşılık bugün devleti temsil makamındaki çeşitli kurumların yöneticileriyle yan yana poz vermesine dikkat çekilmeli. Bu grupla normal şartlarda yan yana gelmesi pek de muhtemel gözükmeyen diğer ‘ana akım’ sosyo-dini kuruluşların bu süreçte şu veya bu şekilde sahada ve medyada yer almaları ise yukarıda kısaca değindiğim, ülkenin modern siyasal hayatındaki girift ilişkilerin bir sonucu. Öyle ki, ana akım gruplardan bazıları öne çıkıp, Müslüman olmayan bir kişinin de valilik yapabileceği yönünde açıklamalar tanık olundu. Aslında bu açıklama, gene yukarıda değindiğim ülkenin ‘temelleri’ noktasını dile getirmekten başka bir yanı bulunmuyor.

İstiklâl Deklarasyonu ve koalisyon süreçleri
Endonezya müslümanlarının başkent Cakarta gibi ülke siyasetinin odağındaki bir şehri kimin yöneteceği konusunda kaygılar taşımaları doğal. Bu noktada, Vali Purnama’nın Bin Adalar’daki konuşmasından sonra meşhur İstiklâl Camii’nde bir araya gelen bazı ‘İslamcı liderler’in ‘İstiklâl Deklarasyonu’ olarak ilân ettikleri valilik seçimine bir Müslüman adayla girme düşüncesi son derece olumluydu ve de kayda değer bir heyecana yol açmıştı. Ancak sorun, adına İslamcı partiler denilen siyasi yapıların kendi aralarında birlik sağlayabilme konusunda irade gösterememiş olmalarıdır. Bunun en açık göstergesi ise İslamcı denilebilecek veya Müslümanların hassasiyetlerine uygun siyaset yapma biçimini benimsediği varsayılabilecek siyasi partilerin 23 Eylül’de tamamlanan adaylık gösterme sürecinde farklı siyasi koalisyon gruplarına ayrışmış olmalarıdır.

2000’li yılların başında büyük bir ümit olarak doğan Kalkınma ve Adalet Partisi (PKS), ordu eski komutanlarından Prabowo Subianto’nun başında bulunduğu Büyük Endonezya Partisi (Gerindra) ile koalisyona gitti. Ulusal Emanet Partisi (PAN) ise, 2004-2014 yılları arasında devlet başkanlığı yapan ordu eski komutanlarından Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) kurucusu olduğu Demokrat Parti ile koalisyon kurarak SBY’ın gene bir ordu komutanı olan oğlu Agus Harimurti’yi destekliyor. SBY’nin başını çektiği bu koalisyon grubunun diğer İslamcı kabul edilebilecek partileri ise Ulusal Uyanış Partisi (PKB) ile Birleşik Kalkınma Partisi (PPP) oluşturuyor. Bu koalisyon oluşumundaki parti sayıları yanlış bir algıya sebep olmamalı. Koalisyon sürecini kuran ve geliştiren bizzat SBY’dir. Öte yandan, SBY’nin 2009 yılında bir konuşmada askerlerin görevlerini terk edip sivil siyasete atılmamaları gerektiği yönündeki yaklaşımı hatırlandığında bugün bizzat kendisinin orduda görev yapan oğlunu istifa ettirip Cakarta valiliğine aday yaptırması arasındaki çelişki de dikkate alınması gereken bir husus. Kaldı ki, SBY’nin oğlunu valilik makamıyla sınırlı bir siyasi maceraya itmediği de aşikâr.

Bu fotoğraf içerisinde siyasi partiler üç blok koalisyonuna ayrılırken, kolasiyon oluşum süreçlerini ve de adayları domine eden yapıların ise Demokrat Parti kurucusu ve başkanı Susilo Bambang Yudhoyono ve Büyük Endonezya Hareketi Partisi (Gerindra) Prabowe Subianto gibi eski ordu komutanları ile milliyetçi sağın halen güçlü bir ismi olmayı sürdüren Megawati Sukarnoputri olduğu görülüyor. İlginç olan husus, bu süreçte İslamcı partilerin koalisyon süreçlerini yönetmekten ziyade ikincil rol alıp, eski ordu komutanlarının kurucusu ve başkanı oldukları siyasi partilerin vizyonlarına uygun bir yapılaşma içinde yer almalarıdır. Bu yapılaşma, İstiklâl Deklarasyonu’nun daha kurulmadan çöktüğü anlamı taşıyor.

Ulusal siyaset içinde Küresel gelişmelere tepkiler
Aslında İslamcı partilerin bu durumunun yeni bir sorun değil. Aksine, 1950’li yılların başlarında Nahdat’ul Ulama’ya bağlı kesimlerin, dönemin önemli İslamcı partisi Masjumi’den kopmalarla başlayan; 1998 yılında Suharto’nun iktidardan indirilmesinin ardından kurulan yüz elliye yakın parti arasından kırk ikisinin İslami hassasiyetler güden yapılar olmasına karşın birlik sağlamamış olmasını hatırlamak gerekir. Endonezya’da İslamiyetin diğer beş din gibi toplumsal yapıda bir yeri var. Ancak modern siyasal hareketler içerisinde İslamcı ideolojileri güden yapılaşmalara imkân verilmemesi de bir diğer gerçek. Cakarta valilik süreci bağlamında yukarıda dile getirilen koalisyon süreçlerinde, İslamcı olduğu veya böyle bir hassasiyetle hareket ettiği belirtilen siyasi kurumların temel aktör olamama ve birlikte hareket edememelerinin arkasında böylesi bir tarihi geçmiş bulunuyor. 

İslamcı partiler ve lider tabakalarının birlik ve koalisyon kurma yönündeki zaafiyetlerine karşılık, geçtiğimiz birkaç aylık süre zarfında binlerce Müslümanı meydanlara toplayan bir hassasiyet ve inisiyatifin sadece Hıristiyan vali Purnama’ya tepkiden başka nedenleri olamaz mı sorusu akla geliyor. Bu hassasiyetin, Güneydoğu Asya bölgesinde Arakan Müslümanları gibi grupların maruz kaldıkları şiddet ve zulme; Malezya’daki gibi Çin azınlığın ülke ekonomisindeki etkinliklerine ilâve olarak, örneğin Penang gibi bazı eyaletler düzeyinde ki siyasi yapılaşmaları ve nüfuzları ile bu süreci Federal siyasete taşımadaki kararlılıkları; Batı’daki İslamifobi’ya ve Çin’in bölge üzerindeki siyasi nüfuz kalkışmasına karşı geliştirilen yerel/ulusal düzeydeki tepkiler şeklinde algılamak mümkün. Böylesine önemli bölgesel ve küresel sorunlar ile Endonezya ulusal siyasetinin kendine özgü dinamikleri arasındaki bir tür girift ilişkilerin nasıl ortaya çıktığı ve kimler ve hangi kurumlarca yönlendirildiği üzerinde daha derinlikli durmak gerekiyor.



23 Aralık 2016 Cuma

Arakan Müslümanları Sorununun Çözümünde Yol Alınabilecek mi? Will there be any significant steps to solve the Rohingya Issue?

Cihan Kurtaran                                                                                                                        24.12.2016

Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nde 9 Ekim’de başlayan ve Kasım ayı ortalarına kadar devam eden şiddet dalgası bölgede yeni tepki ve gelişmelere yol açtı. Bir grubun Bangladeş sınırından girerek Myanmar güvenlik güçlerinin bulunduğu üç noktaya yaptığı saldırının ardından Myanmar ordusunun sorumluların yakalanması çabası amacının ötesine taştı. Myanmar ordusunun bu saldırının sorumlularını yakalamak amacıyla sınır çevresindeki yerleşim yerlerinde sivillere yönelik uygulaması etnik soykırım kavramının giderek güçlü bir şekilde gündemde yer almasına neden oldu. Temelde, gazetecilerin ve yardım kuruluşlarının çalışanlarının bölgeye girmesine izin verilmediğinde, bölgede tam olarak neler olup bittiğine dair doğrudan bilgi alma imkânı yoktu. Bununla birlikte, Arakanlı Müslümanlar konusunu yakından takip eden bir insan hakları kurumu Myanmar ordusunun sivillere yönelik saldırılarını ortaya koyması; değişik kurumların verilerine göre hayatlarını kurtarmak amacıyla yirmi ila otuz bin kişinin Bangladeş sınırını geçmesi ve onların tanıklıkları Arakan Eyaleti’nin kuzeyinde etnik temizlik olgusunu gündeme taşıdı.

Bu süreçte, özellikle Malezya başbakanın da katılımıyla 4 Aralık’ta başkent Kuala Lumpur’da yapılan gösterinin bir rolü olduğu görülüyor. Resmi çevreler, bu gösterinin hükümet adına gerçekleştirilmediği ifade etse de Başbakan, iç ve dışişleri bakanları, iktidar koalisyonunun ana yapısını oluşturan Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’nun (UMNO) değişik düzeylerdeki yetkilileriyle muhalefet partilerinden Malezya İslam Partisi (PAS) genel başkanı Abdülhadi Awang’ın katılması oldukça önemliydi. Ve bu üst düzey katılımla Malezya’da gerçekleştirilen ilk gösteri olma özelliği taşıyor.

Bu gösteride Başbakan Necib bin Rezak, Arakanlıların etnik soykırıma maruz kalmaları nedeniyle durumun insan hakları yönüne dikkat çekerken, Nobel insan hakları ödülü sahibi Su Çi’yi konuyla ilgili adımları atmamakla suçladı. Bu çerçevede Başbakan’ın Myanmar yönetimi ve özellikle de Myanmar Dışişleri Bakanı ve Devlet Başkanlığından Sorumlu Devlet Bakanı Su Çi’yi hedef alan konuşmasının ardından çok kısa süre içerisinde bazı gelişmeler yaşandı.

Önce Malezya ordu komutanı, görev süresinin bitimi vesilesiyle bölge ülkelerine ziyaret açıklamasıyla Myanmar’da ordu komutanıyla görüştü. Bu toplantıda dikkat çeken husus, Malezya ordu komutanının meslektaşına Arakan Müslümanları’nın mağduriyetinin DAEŞ benzeri yapılarca kullanılabileceği ve bu noktada Myanmar hükümetinin konuya acilen bir çare bulması yönündeki açıklamasıydı. Ardından Myanmar dışişleri Endonezya Dışişleri Bakanı Retno Marsudi Su Çi’nin davetlisi olarak Myanmar’a gitti. Bu ziyaretin gerekçesi de, bu gelişmelerden çok kısa bir süre önce Su Çi’nin Endonezya’ya yapacağı resmi ziyaretin ülkede doğan Arakan Müslümanları hassasiyeti nedeniyle ertelenmesi üzerine gerçekleştirildiği belirtlidi. Ancak Dışişleri Bakanı Retno Marsudi görüşmelerde Endonezya hükümeti olarak Arakanlı Müslümanlara yapılacak ‘insani yardım’ konusunda yaklaşımını gündeme taşıdı.

Bu süreçte Su Çi’nin veya bir başka Myanmarlı yetkilinin bölge ülkeleri ve uluslararası toplumdan gelen tepkilerin aksine, ordunun Arakanlılara yönelik bir soykırım gerçekleştirmediğini, eyaletteki sorunun ülkenin bir iç meselesi olduğunda ısrarcı olduğu dikkat çekiyordu. Buna rağmen, bu görüşmeler sonrasında Su Çi, geçen Pazartesi günü, ASEAN dışişleri bakanlarını Myanmar’ın eski başkenti Yangon’da ‘gayri resmi’ toplantıya davet etmesi başlı başına dikkat çekiciydi. Yangon’daki bu toplantı 2012 yılı Mayıs ve Haziran aylarında yaşanan ve uluslararası kamuoyunda tepki toplayan şiddet dalgasından bu yana Myanmar hükümetinin aldığı ilk ciddi girişim denmeyi hak ediyor.  

Toplantının amacı Arakan’da yaşananlar konusunda üye ülke dışişleri bakanlarına birinci elden bilgi vermekti. Ayrıca, dışişleri bakanları toplantısında üye ülkelerden özellikle de Malezya ve Endonezya tarafından Myanmar hükümetinin konuyla ilgili acilen çeşitli kararlara imza atması konusundaki tavsiyeleri dikkat çekiyordu. Bu toplantının belki de daha önemli bir gelişme olmasında ASEAN’da bir üye ülkenin ulusal sınırları içerisinde yaşanan bir sorunu gündeme alan böylesi bir toplantının ilk defa gerçekleştirilmesiydi. Bugüne kadar, üye ülkeler kendi ulusal sınırları içinde yaşadıkları sorunlara diğer ülkelerin karışmaması konusunda gerekçe olarak ASEAN sözleşmesinin ‘iç işlerine karışılmaması’ konulu maddesini kanıt gösteriyorlardı. Toplantı ‘gayri resmi’ olarak tanımlansa da, bu alanda atılan bir ilk olduğuna kuşku yok. Bu süreçte, Myanmar hükümeti konuyla ilgili herhangi bir adım atıp atamayacağı sorusu gündemde.

Bu sürece eklemlenen bir diğer önemli inisiyatif ise, Endonezya dışişleri bakanı Retno Marsudi’nin geçen Salı günü, Bangladeş’te sınıra yakın noktadakı Cox Bazaar’da Arakanlı Müslümanları ziyaret etmesi ve Bangdaleş yönetimiyle görüşmeler yaptı. Myanmar’daki sorunun Bangladeş’i birinci elden ilgilendiren yönü sadece komşu ülke olmasından kaynaklanmıyor. Myanmar yönetimi, Arakanlı Müslümanları ısrarla ülkedeki etnik yapılardan biri olduğu gerçeğini inkâr ederken, bu grubun Bangladeş’ten göç etmiş olduklarını ileri sürüyor ve ‘Bengali’ adını veriyor. Endonezya dışişleri bakanının bu ziyareti, bölge ülkeleri arasında Bangladeşle bu konuda ilk temas olma özelliği taşıyor.

Myanmar’da Arakan Eyaleti’nde Ekim ve Kasım ayı boyunca gündemden düşmeyen Müslümanlara yönelik şiddet ve hatta etnik temizlik karşısında yukarıda zikredilen inisiyatiflerin pratikte ne denli verimli sonuçlar doğurup doğurmayacağı da bir o kadar önem taşıyor. Bu bağlamda, Pazartesi günkü dışişleri bakanları toplantısında gündeme getirilen tavsiyeler ve bunların yakın ve orta vadede Myanmar yönetiminin Arakan Müslümanları konusundaki politikalarının olumlu yönde değiştirilmesine katkısı olup olmayacağı bir yana, Myanmar toplumunun Arakanlı Müslümanları siyasi bir kimlik altında meşru bir etnik yapı olarak kabul etmeye hazır olup olmadığı hususu önemli.

Öyle ki, Pazartesi günü Yangon’da yapılan ASEAN dışişleri bakanları toplantısından bir gün önce şehirde yapılan kitle gösterisinde orduya destek veriliyordu. Bu desteği verenler arasında radikal Budist liderler ve grupları yer alıyordu. Bu gösterinin hiç kuşku yok ki, ASEAN dışişleri bakanları toplantısı öncesinde bölge ülkelerine ve dünya kamuoyuna bir mesaj anlamı taşıyordu. Myanmar Ulusal Rahipler Birliği adına yapılan açıklamada ‘ordunun ulusun ve de en önemlisi ‘din’ yani Budizm için varlığına dikkat çekiliyordu. Gösteride ülkenin sınır boylarındaki diğer bazı etnik yapılara yönelik operasyonlar dile getirilse de, bu etnik yapılar Burmalılarla aynı dini, yani Budizm inancını paylaşıyor. Bu bağlamda, gösteri ile dikkat çekilmek istenen orduyu hedef alan ve özellikle de ASEAN başta olmak üzere uluslararası çevrelerden gelen tepkilere yönelikti. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 65’lik kesimi Burma etnik yapısı ve genel nüfusun kahir ekseriyetini de Budistlerden oluşması Arakanlı Müslümanlar konusunun toplumun büyük bir bölümünde hakim önyargıların aşılmasıyla yakından alâkalı bir yönü var. 

ASEAN genelinde ise açıkçası söylenecek çok söz var. Bunların başında Asyalılık değerleri, insan hakları, kültürel ve dini zenginlik gibi olgularla bezeli ASEAN Sözleşmesi’nde ‘üye ülkelerin iç işlerine karışmama’ maddesinin demoklesin kılıcı gibi her daim gündemde olması geliyor. Ayrıca, bundan geri kalmayacak şekilde, üye ülke sivil toplum çevrelerine hem üye ülkeler hem de birlik içinde geniş bir sahada rol alma imkânının tanınmaması, yukarıda dile getirilen süreçlerde de bizzat gözlemlendiği üzere tepki verdiği izlenimi veren ülkelerin Arakan Müslümanları konusunu iç politika malzemesi yaparak Müslümanların hassasiyetleri üzerinden siyasi kazanım elde etme çabası bulunuyor. Öte yandan, DAEŞ gibi Ortadoğu gerçekliğinin ürünü bir yapının adını bir korku ve tehdit unsuru olarak kullanarak şu veya bu şekilde yapısal değişikliklerin önünü alma uğraşı da bu süreçte kendine yer buluyor.

Malezya’da faaliyet gösteren ve sivil bir inisiyatif olan İnsan Hakları Komisyonu’ndan Denison Jayasooria’nın Kuala Lumpur’da Arakan Müslümanlarını konu alan fotoğraf sergisi çerçevesinde yapılan bir oturum dile getirdiği üzere, insan hakları konusunda evrensel değerlerin yakalanması ASEAN için bir aciliyet arz ediyor. Bu durum, hem yukarıda dile getirilen ‘iç işlere karışmama’ maddesini ortadan kaldırmaya, hem Arakanlı Müslümanların insan hakları ihlâllerinin sadece Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nde değil, komşu ülkelerdeki yüzbinlerin de maruz kaldığı durumlarına bir çözüm bulunmasını yolunu açması bakımından önem taşıyor. Unutulmamalıdır ki, daha 2015 yılı Nisan-Mayıs aylarında sayısı yedi ila sekiz bini bulduğu belirtilen Arakanlı sığınmacıları taşıyan teknelerle ilgili gerçekler tazeliğini koruyor. O dönem, Hint Okyanusu’nun doğusunda ve Malaka Boğazı girişindeki bu teknelere ilgili ülke yöneticilerince sahillere yanaşma izni verilmediğini biliyoruz. Açeli balıkçıların kendi inisiyatifleriyle yaklaşık bin kadar Arakanlıyı sahile çıkartmaları sonrasında Kuzey ve Doğu Açe’de üç kampta bir yıl boyunca hayatla yeniden buluşmaları tek istisna olsada, kamplardaki bu insanların büyük çoğunluğunun nasıl olup da insan trafiğine konu oldukları halen cevaplanmayı bekleyen sorular arasında.

Arakanlılar konusundaki çalışmalarıyla tanınan Fortify Rights çalışanlarından biriyle dün yaptığım röportajda yetkili kişi, Su Çi’nin bugüne kadar Arakanlı Müslümanlar konusunda gerekli çalışmalar yapacağını birkaç kez dile getirdiğini ve bugüne kadar herhangi bir adım atmadığını söyledi. Akabinde, Pazartesi günkü dışişleri toplantısı sonrasında Su Çi’nin kayda değer bir adım atabileceği konusunda da karamsarlığını dile getirdi. Tüm bu gelişmeler Arakanlılar konusunda çalışmaların kurumsal ve geniş çerçeveli olarak sürdürülebilir bir şekilde devam etmesini gerektiriyor. Bu konuda geniş kamuoyunun uyanık olması, ilgili ülke ve uluslararası kurumları Arakanlı Müslümanlar konusunda sürekli uyarması önem taşıyor.


19 Aralık 2016 Pazartesi

Endonezya Dış Politikasında Yeni Açılımlar / New Perspectives in Foreign Policy of Indonesia

MEHMET ÖZAY                                                                                                                 19.12.2016

Endonezya devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi) hafta boyunca Asya kıtasında farklı özellikleriyle dikkat çeken Hindistan ve İran’a resmi ziyaretlerde bulundu. Bu ziyaretler, Jokowi yönetiminin bölge ülkeleriyle yakınlaşma politikasının bir örneği ve devamı olarak dikkat çekiyor. Bu ziyaretlerin birincil hedefleri arasında Endonezya’nın sahip olduğu önemli hammadde kaynaklarının küresel dağılımı bulunsa da, ekonomik yatırımlar ve siyasi ilişkiler de göz ardı edilemeyeceği söylenebilir.

Endonezya, Hindisan ve İran’ın genel anlamda temel özellikleri Hint Okyanusu’na komşu olmalarıdır. Bununla birlikte, Hindistan ve İran doğal kaynaklar, çeşitlilik, üretim süreçleri gibi bağlamlarda birbirlerinden ayrılmalarıyla dikkat çekiyor. Tam da bu hususiyet, Endonezya’nın bu farklılıkları bütünleştirebilecek bir potansiyele sahip olduğunu ortaya koyarken, ve bunu değerlendirme konusunda da önüne bir imkân çıkarıyor. Başkan Jokowi’nin ziyaretlerinin anlamı da biraz bununla ilgili.

Endonezya çoğulçu ilişkiler peşinde
Endonezya yönetimi, kendine mahsus niteliklere sahip Hindistan ve İran’la çeşitli alanlarda yatırıma dönük görüşmeler gerçekleştirdi. Bu bağlamda, bu ziyaretler hiç kuşku yok ki, başkan Jokowi’nin son iki yıllık süre zarfında Çin, Japonya, Güney Kore ile ASEAN ülkeleri yönetimleriyle yaptığı görüşmelere ilâve olarak ticari, ekonomik ve siyasi ilişkilerin çoğullaştırılmasına matuf bir yönü bulunuyor.

Endonezya’nın gelişmekte olan ülkeler arasında yer alması, doğal olarak mevcut hammadde kaynaklarını yurt dışından gelecek yatırımlarla ülke içerisinde değerlendirme çabası öne çıkıyor. Bu noktada, Hindistan ve İran’daki görüşmelerde bu husus Jokowi’nin ilgili liderler ve heyetler arası görüşmelerde bu kayda değer bir yer tuttu.

Hindistan: Potansiyeli büyük bir ülke
Hindistan, ülkenin doğu ve batıdan okyanusa açılan yapısıyla, Takımadalar ülkesi Endonezya ile denizci ülke olma özelliğini paylaşıyor. Denizcilik alanının salt jeo-stratejik ve politik bağlamda bir güç temerküzü olarak ele alınmakla sınırlandırılamayacağı ortada. Bu anlamda ekonomik verimlilik, bilimsel araştırmalar, çevre koruma gibi alanlarda bu iki ülkenin işbirliğine ortaya koyabileceği geniş bir çalışma sahası bulunuyor.

Hindistan genelde Güneydoğu Asya özelde Endonezya ile tarihi, kültürel ve ticari ilişkileri olan güçlü bir arka plâna sahip. Bununla birlikte, günün getirdiği siyasi ve ekonomik yapılaşmalar ve küresel rekabet ortamında Hindistan’la ilişkileri geliştirilmesi Endonezya için stratejik bir önem taşıyor. Dev nüfus yapısı, kentleşme, eğitim, yoksulluk, gibi benzer sorunlarla boğuşan iki ülkenin ‘birlikte gelişme’ projelerini hayata geçirebileceği oldukça önemli potansiyel alanlar bulunuyor. Öte yandan, çok-dinli ve çok-etnikli olma gibi soruna dönüşebilecek bir toplumsal gerçekliğe paylaşan iki ülkenin bu anlamda birbirlerinin tecrübelerinden istifadesinin ve bu anlamda ortaya koyabilecekleri modellerin küresel barış adına da katma değeri olacaktır. 

Endonezya’nın İran’la ilişkileri bağlamında söylenebilecek hususların başında ise dini alan geliyor. Bu alanın varlığından beslenen ‘sempatiye’ karşılık, Endonezya yönetimi İran’ın dini ideolojinin ‘ithali’ çabalarına karşı daha 1980’li yılların başından itibaren İran’la arasına mesafe koymaya çalıştı. Bunda hem Endonezya modern tarihinde, bağımsızlık öncesi ve sonrasındaki ‘İslam devleti’ kurma çabalarının yeniden gündemde yer işgal etmemesi, hem de uluslararası toplum nezdinde dışlanmak istenmemesi gibi iki yön bulunuyor.

İçinde bulunduğumuz dönemde Endonezya’nın İran’la ilişkiler geliştirme yönündeki adımlarının çıkış noktasını ise hiç kuşku yok ki, bu ülkenin nükleer silah üretimi çerçevesinde Batı’yla yaptığı anlaşmanın ardından ‘uluslararası meşruiyet’ sınırlarını genişletmiş olması bulunuyor. Bu bağlamda, İran hem ticari ilişkilerin geliştirilmesi hem de özellikle petrol ve doğal gaz alanlarındaki görece yetkinliği ile Endonezya yönetimince cazibe merkezi olarak görülüyor. Jokowi ve Ruhani arasındaki görüşmelerde de bu konu gündeme getirilerek doğal gaz alımı ve rafineri vb. tesislerin yatırımları konusu ele alındı.

İlişkilerin gelenek ve dini arka plânı
Jokowi’nin bu ziyaretlerinde ticaret ve yatırım alanlarının geliştirilmesi öne çıkmakla birlikte, bu ülkelerin sahip olduğu bazı hususiyetler ve bölgedeki gelişmelerin itici rolü bulunuyor. Bu noktada, Hindistan ile geçmişi bin yıllara dayanan kültürel bağın, İran’la ise dini alandaki benzerliklerin bir üst yapı olan siyasi ilişkileri şekillendirme gücünü hesaba katmak gerekiyor. Modernleşme sürecinin erken dönemlerinden itibaren Endonezya Takımadaları’nın ‘Doğu Hint Adaları’ adıyla anılması bile, bu ülkenin Hindistan’la bağını ortaya koyan göstergelerden biri. Ancak İslam öncesi dini-kültürel yapılanmanın bu dönemden çok daha öncelerine dayandığı dikkate alındığında, bu iki bölge toplumları arasındaki bağın uzun bir tarihi geçmişi olduğu ortaya çıkar.

Günün doğurduğu imkânlar
Bu bağlamda, Jokowi’nin Hindistan’la ilişkileri geliştirmesinin rasyonel temellerine kısaca bakmakta fayda var. Öncelikle Güney Çin Denizi sorunu kayda değer bir yer taşıyor. Bölge ülkelerini ve küresel güçleri köşeye sıkıştırma politikasını ısrarla sürdüren Çin’e karşı, bu su yolunun doğal uzantısı olan Hint Okyanusu’nun genişçe bir bölümüne hakim Hindistan’la kurulacak ilişkiler Endonezya için oldukça önemli. Öyle ki, Hindistan’la bu alandaki işbirliği Güney Çin Denizi’nin güneyi, Malaka Boğazı ve Doğu Hint Okyanusu’na deniz sınırları olan Endonezya’nın söz konusu anlaşmazlıkta konumunu güçlendirmeye matuf bir yönü bulunuyor.

İkinci olarak, ABD’deki başkanlık seçimi sonrasında ortaya çıkmakta olan dış politika eğilimleri dikkate alındığında bölge ülkeleri nezdinde Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) hayata geçirilememe ihtimalinin giderek güç kazanması karşısında yeni arayışlar  bulunuyor. Her ne kadar, Endonezya yönetimi, TPPA’ya taraf olan ülkeler arasında yer almasa da, her şeyin yolunda gitmesi halinde bu birliğe aday olacağını daha önce şu veya bu şekilde ifade etmişti. Bugünkü şartlarda TPPA’ya taraf olan ülkelerin bu yapının yerini alması düşünülen çeşitli ticari işbirlikleri üzerinde durmaları, Endonezya’nın bu süreçte pro-aktif bir politika izlemesini gerektiriyor.

Üçüncü husus ise, Başkan Jokowi’nin tıpkı kendisi gibi Başbakan Narendra Modi’nin de iş dünyası içinden gelmesi ve ülkedeki sorunlar üzerine gitme konusundaki kararlılığı ve reformcu yanı. Bu hususiyetler iki lideri birbirine yaklaştırma vesilesi olabileceği ve bu ziyaretin devamında önümüzdeki dönemdeki görüşmelerde ortak paydaları bulmayı kolaylaştırabileceği düşünülebilir. Dördüncü husus ise, Endonezya yönetimi, Hindistan’ın Çin’le bölgesel rekabetinen mümkün olduğunca kazanım elde etme peşinde. Ve Hindistan’ın varlığını Çin’e karşı bir denge unsuru olarak ortaya çıkartabilir.

Ülke ekonomisini düzlüğe çıkarma konusundaki çalışmalarıyla dikkat çeken Jokowi, devlet başkanlığı koltuğuna oturduğu 2014 yılından bu yana eko-politik ilişkilerde bugüne kadar batı, özellikle de ABD ile yakınlaşma yerine gündemine doğuyu aldı. Bu noktada, küresel ekonomideki yeri kadar, bölge ülkesi olması ve ülke ekonomisinde son derece önemli rol oynayan Çin’li azınlık nüfusa sahip özellikler, başkan Jokowi’nin Çin’le yakınlaşma politikasının gerekçelerini oluşturuyor. Çin’in son dönemde ekonomik üretim süreçlerinde yaşadığı durgunluğa ve bunun bölge ülkelerine olumsuz yansıması söz konusu olsa da, Çin hâlâ bölge için yatırımlara verdiği destek ve ihtiyaç duyduğu hammadde bağlamında ticaret için birincil hedef konumunda. Bununla birlikte, Başkan Jokowi’nin gerek yönetim stratejisi gerekse ülke içinden gelen bazı tepkileri göz önüne alarak Çin’e bağlımlılık yerine bölge ülkeleriyle ilişkileri çeşitlendirmeyi hedefliyor.

Hiç kuşku yok ki, devlet başkanı Jokowi’nin bu ve benzeri ülkelerle ikili ve de bölgesel ilişkileri geliştirme konusunda attığı adımlar önemli. Ancak bunların orta ve uzun vadede değerlendirilerek sonuç alınabilmesi için ilgili alanlarda kamu ve özel sektörün yakın ve sürdürülebilir işbirliğine ihtiyaç var. Bu noktada, kamu ve özel sektör en az başkan Jokowi kadar proaktif bir yönelim sergilemek zorunda. Bu noktada, Endonezya iç politikasında yaşanan sorunlar, bürokrasinin parçalı yapısı, kurumlar arası koordinasyon zaafiyeti ve yapılaşmadaki eksiklikler üstesinden aşılması gereken sorunlar yumağı olarak dikkat çekiyor. Buna rağmen, Hindistan ve İran ziyaretleri Jokowi yönetiminin orta vadede geleceğe ümitle bakması anlamında önem taşıyor.


13 Aralık 2016 Salı

Kore Yarımadası’nda Kriz Endişesi / Fear of Crisis on the Korean Peninsula

Mehmet Özay                                                                                                                         12.12.2016

Güney Kore’de devlet başkanı Park Geun-hye’nin yakın arkadaşı ve gayri resmi danışmanı Choi Soon-sil’in devlet belgelerine erişimi ve ülkenin önde gelen uluslararası firmalarının fonlarını kişisel çıkarları için kullanmasının ortaya çıkarılmasıyla ülkede siyasi istikrar ve toplumsal huzur darbe aldı.

Ekim ayı sonlarından itibare giderek niceliği ve niteliğini artıran kitlesel gösteriler, 1987 yılında dönemin askeri rejimine karşı sergilenen tepkilerden sonraki en geniş katılımlı olmasıyla dikkat çekti. Başkan Park, gösterilerin başlangıcında ‘yapılan yanlışları’ kabul ederken kendisi istifa etmek yerine, oluşan siyasi krizi atlatma adına en yakın danışmanlarının ve adalet bakanının istifasını kabul etmekle yetindi. Ancak bu istifalar toplumsal tepkinin durulması bir yana, daha da alevlenmesine neden oldu.

Muhalefet partileri de, Başkan Park’ın görev süresinin kısaltılması görüşünü reddederek, bir an önce görevden alınması konusunda Parlamentoda çalışmalara başladılar. Bu süreçte, ülkenin önde gelen şirketlerinden bazılarının Choi’nin başında bulunduğu kurumlara fon aktarması sürecin siyasi yapılardan iş çevreleriyle de bağını ortaya koyuyordu. Geniş halk kesimleri ve bu kitlenin son bir ayı aşkın bir süredir ortaya koyduğu tepkilerin, sadece başkan Park’a ve aile dostuna yönelik bir tepki değil, demokratik sistem içerisinde şeffaf yönetim ve hesap verilebilirlik ilkelerinin hakkıyla yerine getirilmemesi ve halkın açıkça kandırılmasından kaynaklanıyor. Geçen Cuma günü parlamentoda muhalefet partilerinin girişimiyle başkanın görevden el çektirilmesi görüşmesinde 234’e karşı 56 oy alınmasında bu toplumsal tepkinin büyük bir etkisi var.  

Erken seçim ihtimali
Bu gelişme üzerine başkan Park, görevini başbakan Hwang Kyo Ahn’a devrederken, parlamentonun aldığı kararın, anayasa mahkemesi tarafından altı ay içerisinde onaylanması bekleniyor. Bununla birlikte, neredeyse iki aya varan bir süredir yaşananlar sonrasında oldukça yıpranan başkan Park daha önce verdiği istifa sinyalinin gereğini yerine getirebilir. Bu ise, önümüzdeki yıl sonunda yapılması beklenen genel seçimlerin öne alınıp, iki ay içerisinde seçimlere gitmesi anlamı taşıyor. Bir süredir, Hanjin, Samsung ve Lotte gibi ulusaşırı şirketlerinde yaşananlar dolayısıyla ekonomik krizle de yüzyüze bulunan Güney Kore’yi sarsan bu siyasi kriz sadece ülkeyi değil, Kore Yarımadasını, Doğu ve Güneydoğu Asya’yı etkileyecektir. Bununla birlikte, bu bölgenin son yıllarda ABD-Çin çekişmesinin odağında yer alması dolayısıyla da küresel etkileri olacaktır.

Din-siyaset ilişkisi
Park-Choi tanışıklığının ve ilişkilerinin yakın bir geçmişe değil, gençlik yıllarına dayandığı ve parlamento çatısı altında bulunduğu yıllarda devam ettiği dikkate alındığında siyasi krize neden olan bu çıkan vak’anın niçin bugün ortaya çıktığı da üzerinde durulmayı hak ediyor. Choi’nin başkan Park’ın sıradan bir arkadaşı olmadığı, aksine, babası da bir kült lideri olan Choi’nin ‘olağanüstü’ addedilebilecek yetenekleriyle başkanı yönlendirmesi ve yakın çalışma çevresini kendine bağlı kişileri yerleştirmesi, bakanları ataması, hatta ve hatta Kuzey Kore ile yapılan kimi anlaşmalara dahi müdahil olması siyaset-din ilişkisinin Uzak Doğu modelinde bir örneklik teşkil ediyor. Uzun bir geçmişe dayanan, çıkar ilişkilerinin daha başkan Park’ın milletvekili olduğu dönemde şekillendiği, daha önce açılan bazı soruşturmaların ‘gizli eller’ tarafından engellenmesi vb. süreçler, bu ilişkinin psiko-sosyal ve dini vechesinin incelenmeye değer bir yanı olduğunu ortaya koyuyor.

Önce aile dostu Chou’nun Almanya’dan ülkeye dönmesi ve ardından göz altına alınmasından tatmin olmayan geniş kitleler, başkan Park’ın görevden el çektirilmesi için başlattıkları gösterilere parlamentodaki Demokratik Parti’nin başını çektiği ve Halk Partisi ve Adalet Partisi’nin girişimleri başkan aleyhine açtıkları önerge geçen Cuma günü kabul edildi. Parlamentodaki bu süreçte dikkat çeken husus, muhalefet partilerinin gensoru önergesinin geçirilmesi için yeterli oya sahip olmamalarına rağmen, Başkan’ın mensubu bulunduğu Milliyetçi Parti (Saenuri) üyelerinin de bu girişime beklenenden daha fazla destek sunmaları oldu.

Ban Ki-mun adaylar arasında
Parlamentodaki görüşme öncesinde muhalefet kanadından yapılan konuşmada, başkan Park’ın ülkenin en üst siyasi makamında oturan kişi kişi olarak görevini kötüye kullandığı, anayasayı ihlâl etttiği ve kamuoyu nezdinde güven kaybına neden olduğu belirtildi. Bu gelişme, meydanlarda başlayan sürecin parlamentoda yankı bulmasından başka bir şey değildi. Öyle ki, son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarında Park’a destek neredeyse sıfır düzeyine kadar geriledi. Başkan Park yerine başbakan Hwang Kyo Ahn’ı atasa da, süreç henüz sona ermiş değil. Başkan Park, geniş kamu oyu nezdinde güven oyunu yitirmiş durumda.  Bu durumda, başkan normal şartlarda anayasa mahkemesinin hakkında vereceği kararı bekleyebileceği gibi, her an istifasını da sunabilir.

Bu durum, ülkede siyasi krizden normalleşme öncesi geçiş dönemi özelliği taşıyor. Ülke siyasal tarihinde ilk kez karşılaşılan bir durum olması dolayısıyla Park’ın yerine kimin göreve geleceği ise şimdilik belirsizliğini koruyor. Yakın zamanda yapılması beklenen seçimlerde örneğin, Birleşmiş Milletler genel sekreterliği görevi yıl başında sona erecek olan Ban-Ki moon adı başkan adaylığı için geçen isimlerin gibi başkan Park’a yakın isimlerin ne kadar şansı olabileceği ise şüpheli.

Kore Yarımadası’nda güvenlik sorunu
Güney Kore’de yaşanan siyasi krizin doğrudan başkanla ilintili olması, açıkçası bir güvenlik endişesini de beraberinde getiriyor. Bu noktada, söz konusu bu kriz öncesinde bölgede yaşanan bazı önemli gelişmeleri hatırlamakta fayda var. Bu noktada, Kuzey Kore’nin yıl içinde gerçekleştirdiği füze denemelerinin ardından, ABD-Japonya-Güney Kore arasında yeni askeri işbirlikleri gündeme geldi. Bunun somut göstergelerinden biri ABD’nin Güney Kore sınırlarına gelişmiş füze savar sistemleri yerleştirmesi ve Japonya-Güney Kore arasında istihbarat işbirliği anlaşmaları oldu. Kore Yarımadası’ndaki her gelişmeye doğrudan taraf olan Çin yönetiminin, özellikle füze savar sistemlerinin yerleştirilmesinin Yarımada’da barışı zora sokacağı yollu görüşü devam ediyor.

Öte yandan, 8 Kasım’daki ABD seçimlerinden Güney Kore ile askeri işbirliğinde bazı değişiklikler öngören Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın zaferle çıkması Güney Kore yönetiminin güvenlik politikaları noktasında endişelere neden olmuştu. Hatırlanacağı üzere Trump, kampanya döneminde aralarında Güney Kore’nin de bulunduğu ülkelerle askeri işbirliğinde sorumluluk paylaşımını gündeme getirmişti. Hiç kuşku yok ki, ABD’deki yeni yönetimin dış politikasında, Doğu Asya’da güvenlik olgusunu doğrudan ilgilendiren böylesi olası bir değişim, Güney Kore’yi Kuzey Kore ile olan bir mücadelede daha çok kendi askeri varlığıyla yetinmesi gibi bir durumla karşı karşıya bırakabilir. Ancak Güney Kore’de süpriz bir gelişme olarak değerlendirilebilecek bu gelişmenin ardından, Trump yönetiminin Kore Yarımadası’yla ilgili olası politikalarında yeni bir düzenlemeye gidip gitmeyeceği de merakla bekleniyor.

Bugün gelinen noktada, Güney Kore’deki siyasi kriz, bölge ülkelerince de yakından takip ediliyor. Ayrıca bu durum, Kore Yarımadası’nın güvenlik ve istikrarı başta olmak üzere bölge için genel anlamda bir önem taşıyor. Bu noktada bu kriz, bir süredir Kuzey Kore’nin nükleer füze denemeleri ve bu bağlamda Güney Kore’nin ABD ve Japonya ile siyasi ve askeri ittifak süreçlerini daha da ilerletmesi sürecinde bir zaafiyet unsuru teşkil ediyor. Bununla birlikte, Kuzey Kore yönetimi, Güney’deki krizi bir avantaja dönüştürme yönünde bir çaba içinde olacağının ilk işaretini de, hafta sonunda bir tatbikatla gösterdi. Tüm bu süreçler, Kuzey Kore’nin tehditkâr tavrının her an sıcak bir gelişmeye neden olabileceğinin hiçbir zaman göz ardı edilmediğini kanıtlıyor. Öyle ki, atılacak herhangi bir olumsuz adımın Yarımada’da zaten zor koşullarda devam eden barışı tehlikeye atabilir. Bu nedenle, hem birincil tehdit alanı içinde bulunan Japonya, hem de her türlü politika değişimine rağmen bölgesel barışı öncellemekten vaz geçmeyen ABD tarafından Yarımada’daki gelişmeler yakından izleniyor.

Kalkınma ve değerler çatışması
Bölgenin en gelişmiş ülkelerinin başında gelen Güney Kore’de demokratik seçimler, parlamenter sistemin varlığına rağmen, yönetim kadrolarında etik değerlerin yaygınlaştırılmadığına tanık oluyor. Bu durum, sadece son birkaç aydır ülke gündemini etkileyen bir gelişme değil. Aksine, daha önceki başkanlar döneminde de benzer gelişmelerin yaşanması, belki de Park’a yönelik tepkinin bu denli yoğun gerçekleşmesine neden oldu. Güney Kore halkının, benzer ülkelerde olduğu gibi ekonomik daralma, gelir ve yaşam düzeyinde görece gerileme gibi gündelik yaşamı etkileyen gelişmeler ve yanı başında nükleer bir tehdit unsuru olan Kuzey Kore gerçeğine bir de yöneticilerinin görev ve yetkilerinin kötüye kullanmaları ve halkı kandırmalarına tanık olmaları kapıda bekleyen toplumsal tepkinin pratiğe dökülmesine yol açtı.

Endüstrileşmiş, bilgi teknolojisini yakalamış bir toplum olma özelliğiyle tanınan ve bu anlamda bölge ülkelerince ‘model’ alınan Güney Kore, siyasi kadrolarında yinelene gelen etik dışı icraatların neden olduğu güven kaybı sadece Güney Korelilerce değil, bölge ülkelerindeki kamuoyu tarafından da takip edildiğine kuşku yok. Güney Kore’de yaşanan bu sürecin, toplumda etik değerlerin, şeffaf yönetim taleplerinin, hesap verilebilirliğin, adaletin yüce bir ilke olmasının öncellendiği, toplumsal barışın salt ekonomi alanında istatistiki verilerden ibaret olmadığını kanıtlıyor. Bu süreçte, Güney Kore halkı şiddete yönelmeden, ancak tepkisinde istikrarlı bir duruş sergileyerek meyvesini alırken, bunun yakın ve ortak vadede sonuçlarının alması muhtemel olduğu gibi, bölgedeki benzer süreçlere matuf ülkelerdeki halklara da bir alan açabilecektir.


12 Aralık 2016 Pazartesi

Malezya’da Bir Genel Kurul ve Siyasal Yapılaşma Sorunu (II) A General Assembly and the Issue of Political Formation in Malaysia (II)

Cihan Kurtaran                                                                                                                     08.12.2016

Geçen hafta Kuala Lumpur’da gerçekleştirilen Ulusal Birleşik Malay Organizasyonu (UMNO) yıllık genel kurul toplantısıyla ilgili bazı görüşleri paylaşmaya devam ediyoruz. Bu yılki toplantıda büyük bir özgüven hali dikkat çekiyordu. Her yıl yapılan UMNO genel kurul toplantıları, aslında bu öz güven halinin tekrarı, delegelerden başlayarak Malay seçmene doğru yayılan bir yarı kutsal halin tekrarı mahiyetindedir. Bu yıl özgüven halinde artış olduğunu söylerken, son iki yıldır parti üst düzey isimlerinden gelen eleştirilerin artık gündemde olmamasıyla bağlantısına dikkat çekiyorum. Özellikle geçen yılki genel kurul toplantısında, neredeyse ikinci bir başkan adayı çıkarma süreci yaşanacakken, sadece eleştirilerin gündeme getirilmesi ve genel kurula paralel düzenlenen toplantılarla yetinildi. Ve o dönem öne çıkan UMNO eski genel başkan yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin, Kedah Eyaleti eski başbakanı Mukhriz Mahathir, Sabah Eyaleti’nin önde gelen politikacısı Kırsal ve Bölgesel Kalkınma Bakanı Şafii Abdal artık partide yoklar.

İşte bu nedenle, genel kurul toplantısında eleştirel bir sesin yükselmemesi, UMNO genel başkanı ve başbakan Necib bin Rezak ve ekibinin rahat bir nefes almasına yol açtı. ‘Biz bize’ geçen bir toplantı silsilesi sonunda “Evet. Bu yıl daha güçlüyüz.’ mesajı verilmesinin ardında da işte bu husus yatıyor. Başbakan ‘daha güçlüyüz’ ifadesini, delegelerin tümünde parti geleneğine uygun olarak lidere, yani kendisine ‘bağlılık’ olgusuyla pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da oluşan birlik ruhunu yakında yapılacağını ilân ettiği erken seçime yönlendirmeyi başardığını söyleyebiliriz. Böylece, parti liderlerinin, bir hafta boyunca ülkenin dört bir köşesinden gelen delegelere ve de canlı yayın ve özetlerle geniş kamuoyuna yaptıkları konuşmalar sonrasında bir memnuniyet havası hakimdi.

Bu memnuniyet, yakında yapılacağı açıklanan 14. genel seçimlerde UMNO’nun büyük ortağı olduğu iktidardaki ‘Ulusal İttifak’ın bir ‘siyasi tsunamiyle’ önemli bir başarı kazanacağı iddiasına dayanıyordu. Aslında bu ifade, siyasi bir dikotomiye işaret ederek, 2013 seçimlerinde hiç ummadığı oy kaybı yaşayan ve bazı önde gelen liderlerin seçim bölgelerinde başarılı olamamalarına neden olan ve faturası Çinli seçmene çıkartılarak bizzat Başbakan Necib bin Rezzak’ın ifadesiyle ‘Çin seçmenin neden olduğu tsunami’ye gönderme yapıyordu. Bu pembe tabloya rağmen, Başbakan’ın UMNO delegeleri ve geniş seçmen kitlelerini bir tür ‘korku’ haliyle sarmaladığı bir ‘felâket’ söylemi üzerinde biraz daha duralım.

Başbakan’ın açılış konuşmasında erken seçim ilânı, olası bir iktidar kaybının felâket getireceği hususu, partide ‘lidere sadakat’ ilkesi Malezya’nın sadece bugününü değil, yakın geleceğini de ilgilendiren bir söylemdi. Bu çerçevede, Başbakan’ın dikkat çektiği bu hususlar arasında özellikle erken seçimde UMNO merkezli ‘Ulusal İttifak’ın iktidarını yitirmesinin doğuracağı ‘felâket’ ve bu “felâketin önüne geçmek için gerekirse kanımızı dökmekten çekinmeyeceğimiz” minvalindeki söylemi üzerinde biraz daha durmakta fayda var. Başbakanın söyleminde bugüne kadar hiç olmadık denli bir tehlikeyle karşı karşıya kalındığı ve seçim kaybının neredeyse bir sona işaret edişinden neşet eden tehditvari bir çıkış seziliyordu.

Bu felâkete neden olacak özne konumuna oturtulan ‘Demokratik Eylem Partisi’ydi (DAP). Öncelikle ulusal siyasette iktidar mücadelesine taraf olan bir yapıyı ve yaşanabilecek olası bir iktidar değişikliğini “felâket” olarak tanımlamak, birbiriyle barışık olduğu iddia edilen etnik çoğulcu bir toplumda aslında ayrışmanın ne denli derinleştiğini ortaya koyuyor. Bu açıklama, sanki DAP’ın ülke siyasal yaşamında meşru bir yapı değil de, dışarıdan ithâl ve yasa dışı bir toplumsal hareket olduğu yönünde bir algının yayılmasına olanak tanıyor. Oysa bu parti, içinde Malay kurucu ve mensuplarının çoğunlukta olduğu çoğulcu parti görünümündeki Halkın Adaleti Partisi (PKR) ve Malezya İslam Partisi (PAS) ile geçen yılın ortalarına kadar “Halk Koalisyonu”nu oluşturduğu; 2008 ve 2013 seçimlerinde UMNO’nin içinde büyük ortak olarak yer aldığı “Ulusal İttifak”a karşı önemli siyasi başarılar kazanan bir siyasi oluşum.

Bu çerçevede, Enver İbrahim’in 2015 yılı Şubat ayında hapsedilmesinin ardından muhalefet bloğunda yaşanan çatlağa rağmen, Başbakan’ın DAP’ı hedefe alarak ve DAP üzerinden mualefetin iktidara gelebileceği söylemi UMNO delegeleri ve seçmenlerine yönelik klasik bir siyasi malzeme olma özelliği taşıyor. DAP’ın hedef seçilmesinde bu partinin -bünyesinde farklı etnik yapılara yer vermekle birlikte- Çin etnik temelli bir siyasi hareket olmasının İslama muhalif bir yapı olarak sunulmasını kolaylaştıran bir yönü var. Bu anlamda Başbakan’ın bir yandan DAP’ı içinde yer aldığı muhalif bloktan farklı bir yere konuşlandırmak suretiyle hem etnik, hem de dini ayrışmanın öznesi kılınırken, öte yandan UMNO’yu tam da bunun tam karşısında Malay etnik dini ve Malay Müslümanların koruyucusu ve kollayıcısı konumuna oturtuyor.

DAP’ın hedefe alınmasında bir diğer neden, yirmi iki yıl boyunca ülkeyi yöneten dördüncü başbakan Dr. Mahathir Muhamed’in DAP’a yakınlaşmasıdır. Bu yakınlaşmanın ardında, Dr. Mahathir’in son iki yılı aşkın süredir 1MDB konusundaki çıkışlarının UMNO içerisinde karşılık bulmaması; akabinde Haziran ayında partiden ayrılarak Malezya Birlik Partisi’ni kurması; böylece Başbakan’ı ve de UMNO’yu iktidardan etmek amacıyla içinde DAP’ın da bulunduğu muhalefetle giderek sıklaşan dirsek teması bulunuyor. Yirmi iki yıllık başbakanlığı döneminde DAP’la önemli ayrışmalar yaşamış Dr. Mahathir’in bu günlerde eski kanlı bıçaklı siyasi rakipleriyle aynı masayı paylaşmasında tek gaye var ‘temiz yönetim’ arzusu. Öte yandan, Dr. Mahathir’in Başbakan ve UMNO’ya yönelik eleştirileri daha 1MDB sürecinden önce ‘sergilenen yönetim kalitesi’ne yönelik olarak başladığını hatırlamak gerekir. Bu nedenle, Başbakan’ın konuşmasında Dr. Mahathir “partiye, ırka (Malay), dine (İslamiyete) ihanet eden bir kişi” olarak tasvir ediliyordu. Başbakanın genel kurulda yaptığı ve UMNO–DAP dikotomisi üzerine inşa ettiği konuşması salondaki üç bine yakın delege üzerinde gerekli heyacını uyandırmışa benziyor.

Şayet UMNO merkezli ‘Ulusal İttifak’ın 59 yıldır ülkeyi yönetmesi veri kabul edilecek olursa, bugüne kadar bu yönde bir ‘başarı’ sağladığı görülür. Ancak bugüne kadar süreçte, pek çok kırılgan fay hatlarına tanık olunduğu; hem UMNO içinde hem de diğer siyasi yapılarda değişimler ve farklılaşmalar yaşandığı da bir gerçek. Bu ilişkiler bütününün son döneminde bile bu oluşumların ne denli girift olduğu görülebilir. Öyle ki, Enver İbrahim’in 1998 yılında başlattığı ‘reform’ hareketinin kısa bir süre sonra, tekil etnik yapıya değil, aksine çoğulcu etnik yapıların varlığıyla teşekkül etmiş ‘Halkın Adaleti Partisi’nin (PKR) kurulmasına; Çin etnik azınlığın partisi konumundaki ‘Demokratik Eylem Partisi’nin (DAP) diğer etnik unsurlardan üye ve hatta milletvekili çıkarmasına; ‘Malezya İslam Partisi’nin (PAS), ‘Halk Koalisyonu’ çatışı altında, bugün karşısında durduğu görülen DAP’la aynı kulvarda UMNO’ya karşı yaklaşık on yıl boyunca  mücadele vermesine tanık olundu. 

Başbakan’ın genel kuruldaki konuşmasında ‘korku’ ve ‘ümit’ karşıtlığında delegeleri bugüne kadar elde edilen kazanımların önemine ikna çabası mevcut yapının devam etmesine matuf bir çıkış vardı. Bu çerçevede, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde elli beşine tekabül eden Malay etnik yapısının bürokrasi, ekonomik, eğitim ve sosyo-ekonomik yardımlar bağlamında ‘pozitif ayrımcılık’a konu teşkil etmesi, bu kitlenin özellikle kır toplumu özelliği sergileyen bölümünde, bu kazanımların garantisi olarak UMNO’yu görmesine neden oluyor. Ülke siyasal yaşamında bugün gelinen noktada, yukarıda dile getirilen çıkar ilişkisinin siyasette ve toplumsal ilişkilerde kırılgan ve ayrıştırıcı yanının devamının mı yoksa, farklı etnik ve dini yapılar arasında yeni ortak paydalarda buluşmanın yolların aranmasına mı çalışılacağı konusu gündemde olmaya devam edecek.


9 Aralık 2016 Cuma

ABD Tayvan İlişkilerinde Statüko Değişiyor mu? / Any changes in Status Quo in the relations between the US and Taiwan?

Mehmet Özay                                                                                                                          09.12.2016

ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump kampanya dönemi boyunca Asya-Pasifik bölgesini yakından ilgilendiren konulardaki çıkışlarıyla dış politikada önemli bir değişikliğe gideceği mesajını veriyordu. Bu değişikliğin, askeri ve ticari anlaşmalar bağlamında sıklıkla gündeme gelmesi bölge ülkelerinde endişeyle izleniyor. Bununla birlikte, geçen hafta seçilmiş başkan Trump ile Tayvan lideri Tsani-Ing-wen arasında geçen telefon konuşması Trump’ın bölgeyle ilgili politikalarda yeni bir açılım mı geliyor sorusunu da beraberinde getiriyor.

Obama dönemi politikaları ve Tayvan’da statüko
Obama yönetimi bölgenin stratejik, politik ve ekonomik boyutlarını birarada ele alacak yeni yapılanmalarla dikkat çekiyordu. Bu çerçevede, Japonya ve Güney Kore ile yarım yüzyılı aşkın askeri işbirliği anlaşmaları, Çin’in bölgedeki askeri ve sivil alt yapı çalışmalarına paralel olarak yeni boyutlara evriliyordu. Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) hazırlıkları da küresel ticarette bölgenin rolünü daha da artırmanın yanı sıra, ulusal güvenlik politikasının parçası olarak Çin’i çevrelemeye matuf bir yönü vardı. Öyle ki, Savunma Bakanı Ash Carter’ın ifadesiyle bu ticari işbirliğinin, yani TPPA’nın yürürlüğe konması bir uçak gemisi kadar önem arz ediyordu.

Bununla birlikte, Obama yönetimi Çin’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınma adına, Tayvan konusunda statükonun korunması konusunda bir siyasi irade sergiledi. Çin, Tayvan’ı ayrı bir devlet olarak tanımadığı gibi, örneğin Hong Kong gibi kendisine bağlı bir ‘eyalet’ olarak görüyor ve bunu sıklıkla deklare ediyor. Bunu da “iki yapılı tek devlet” kavramıyla ortaya koyuyor. Tayvan ise, ‘Çin devletini’ temsil eden bir siyasi yapı olduğunu ileri sürerek, küresel çapta kendini bağımsız bir devlet olarak deklare ediyor ve ilişkilerini de bu çerçevede sergilemeye çalışıyor. Bu nedenle, Çin’in bir gözünün sürekli Tayvan üzerinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki, Taipei yönetiminden gelebilecek herhangi bir bağımsızlık ilânına karşı askeri seçenek de dahil her türlü yöntemi aldığını gösterecek şekilde adaya en yakın noktalardaki füzelerin varlığına dikkat çekmek gerekiyor.

Bu yapı içerisinde Çin ve Tayvan ilişkilerinin bir kopuşundan bahsedilmiyor. Aksine iki siyasi yapı bünyesinde var olan ve Tayvan Boğazı’na atfen kullanılan Boğaz’ın öte yakası ilişkilerini ele alan bir birim üzerinden ilişkiler devam ediyor. Kaldı ki, Tayvan’ın Çin ana kıtasında oldukça önemli bir yatırım ve ticaret ilişkisi bulunuyor. Bunda son sekiz yıl boyunca iktidarı elinde tutan Milliyetçi Parti’nin çabaları dikkat çekici. Bugüne gelindiğinde ise, her ne kadar bağımsızlık yanlısı bir çizgide kabul edilsede, Demokratik İlerlemeci Partisi ve başkanlık koltuğundaki lideri Tsai-Ing-wen’in ilişkileri koparma gibi bir niyeti en azından şimdilik bulunmuyor. Aksine, geçen yıl yapılan seçimlerin ardından ‘statüko’nun devam ettirileceği açıklamasıyla hem Çin hem de ABD’nin gönlüne su serpmişti.

Süpriz telefon görüşmesi
Tayvan devlet başkanı Tsai’nin geçen hafta Trump’ı arayarak görüşmesi Çin yönetimi tarafından tepkiyle karşılanan bir gelişme oldu. Kimi çevreler, Trump’ın bu görüşmesini, dış işlerinin saf dışı bırakılması ve dolayısıyla protokolün göz ardı edilmesinden hareketle seçilmiş başkanın ‘tecrübesizliğine’ bağladı. Öte yandan, Çin dış işleri bakanının bu görüşmeyi, “Tayvan’ın küçük bir hilesi” açıklaması düşük perdeden bir tepki ortaya koysa da, artık ‘kayıtlara’ geçmiş bir gelişme olduğuna kuşku yok. Ancak Çin dış işleri bakanlığından yapılan diğer açıklamalarda, uluslararası arenada Çin’i temsil edenin ana kara kıtadaki Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’ın da bu devletin ayrılmaz parçası olduğu açıklaması Pekin’in kırmızı çizgilerine bir vurgu anlamı taşıyor.

Bu bağlamda, 8 Kasım’da ABD’deki seçim sonrasında oluşan yeni durum da Çin yönetimince yakından izleniyor. Trump’ın, kampanya boyunca Japonya ve Güney Kore’yle askeri işbirliği ve bu iki ülkenin savunma harcamalarına ABD’nin katkısının sınırlandırılacağı yollu açıklamalar hiç kuşku yok ki, Çin yönetimi tarafından olumlu karşılanıyordu. Ancak Trump’ın kampanya dönemindeki bazı söylemlerinden hareketle Asya-Pasifik politikalarından geri çekileceğini düşünen ve bölgede zayıflayacak ABD etkisi karşısında kendisine alan açılacağını uman Pekin yönetiminin geçen haftaki telefon görüşmesinin ardından bu tahmininin zayıfladığı ve temkinli bir bekleyiş sürecine geçtiği düşünülebilir.

Japonya ve Güney Kore ile geleneksel ittifak çerevesindeki askeri anlaşmalarda sorumluluğun paylaşılması yönündeki argümanı tazeliğini korurken, Tayvan başkanını telefonla araması bölgede kafaları karıştırmaya yetecek bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Çin’le ilişkilerde Asya-Pasifik özelinde karşı karşıya gelmeyeceği sanısını doğuran Trump’un birden Tayvan’la görüşmeye hazırlanmasında şaşılacak bir durum yok değil.

40 yıllık politika değişir mi?
Hiç kuşku yok ki, bu telefon görüşmesi sıradan bir hadise değil. Aksine, Jimmy Carter döneminde, yani 1979 yılında ABD yönetiminin yönünü Tayvan’dan Çin’e çevirmesinden bu yana ABD başkanlarının veya ‘seçilmiş başkanları’ndan biri tarafından Tayvan başkanıyla böylesi doğrudan bir telefon görüşmesi bir ilk olma özelliği taşıyor. ABD dış politikasında Çin’in Tayvan’ın önüne geçmesine rağmen, Tayvan’la ilişkilerin sonlandırılmadığı, ‘Amerikan Enstitüsü’ gibi kurumlar aracılığıyla ticari, ekonomik ilişkiler başta olmak üzere içinde askeri alanında olduğu neredeyse ‘iki ülke arasında’ var olan tüm ilişkilerin ortaya konduğu da bir gerçek. Bunun son dönemde belki de en dikkat çeken örneği, 2009 yılında Obama yönetiminin Tayvan’la askeri işbirliği anlaşması çerçevesinde yaptığı 14 milyar dolarlık silah satış anlaşmasıdır.

Pekin’in memnuniyetsizliğini dile getirmesi sonrasında, Trump bu görüşmenin tesadüfen yapılmış bir eylem olmadığını, aksine önceden plânlanmış olduğunu ifade edercesine, “Çin’in Güney Çin Denizi ve kur üzerindeki oynamaları gibi bazı hususlara dikkat çekerek bu konularda Çin yönetimi bize danıştımı ki, biz Tayvan’la görüşmeden önce onlara danışalım.” diyerek telefon konuşmasında herhangi bir sorun olmadığına dikkat çekti. Kaldı ki, Trump’ın danışmanlarının Tayvan lideriyle bu görüşmeyi daha önceden ayarladıkları yönündeki açıklama da bu görüşü destekliyor. Çin’in bölgesel ilişkilerde statükonun dışına çıkmaya matuf bu türden icraatları konusunda Obama dönemince bile sergilenmemiş böylesi bir tepkinin, Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan ortaya çıkması resmi ilişkilere gergin başlanacağı ihtimalini ortaya koyuyor. Üstüne üstlük Tayvan liderinin görüşmede, yeni başkandan uluslararası arenada Tayvan’ın önünü açacak adımlarda destek talep etmesi de görüşmenin salt bir ‘kutlama içerikli’ ibaret olmadığının kanıtı niteliğinde.

Trump’ın Asya-Pasifik politikaları
Bu telefon görüşmesi Trump’ın oluşmakta olan ekibinin genelde dış politika, özelde Doğu Asya politikaları noktasında nasıl bir yapılanma ortaya koyacakları bağlamında da değerlendirilebilir. Bu noktada, Trump’ın kabinesinde kilit noktalara getireceği isimlerin bölgeye bakışlarına bağlı olarak Uzak Doğu politikalarında belirleyici olacaklarına kuşku yok. Bugünlerde bu telefon görüşmesi çerçevesinde adı sıklıkla zikredilen kişi Beyaz Saray Özel Kalem Müdürlüğü’ne atanan Reince Priebus. Tayvan dışişleri bakanının Priebus’ın adının Beyaz Saray üst düzey yönetimi için geçmesinin Ada için “hayırlı bir haber” olduğunu söylemesi yeni yönetimde bir Tayvan eğiliminin ortaya çıkacağını gösteriyor.

Trump, Asya-Pasifik bölgesinde Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nı (TPPA) rafa kaldıracağını; Japonya ve Güney Kore savunmalarına artık eskisi gibi kaynak ayrılmayacağını söylese de, Tayvan lideriyle görüşmesi ve bu görüşmeyi temellendiren argümanı, ABD’nin yeni dönemde bölgeyi terk etmeyeceği, ancak farklı bir açılımla Çin karşısında dengeleme politikasına devam edeceği olasılığı taşıyor. Öyle ki, Trump’ın yukarıda atıfta bulunulan Güney Çin Denizi konusundaki hayıflanması, Çin’in bu yönde ABD çıkarlarına muhalif bir girişim olduğunun teyidi kadar, Pekin yönetiminin bu yöndeki ısrarlı icraatına karşı sessiz kalın/a/mayacağı anlamını da içeriyor. Bu bağlamda, Trump’ın Asya konusunda danışmanlarından Peter Navarro’nun geçenlerde Foreign Affairs için kaleme aldığı makalede Obama yönetimi sırasında geliştirilen Asya-Pasifik politikalarına hak verilirken, bunun arzu edilen sonuçlara yol açmadığı görüşü, yeni yönetimin bu konuda daha keskin politikalar ile sonuç alıcı adımlar atabileceği izlenimi veriyor.

ABD-Çin ilişkilerinin geleceği
ABD yönetiminin Tayvan konusunda olası bir çıkışının salt askeri yardımlarla sınırlı olmayacağı, etkisi daha çok bölgede hissedilen bir ekonomik gelişmişliği ve sahip olduğu demokratik gelenek ile ABD’nin bu Ada ülkesiyle ilişkilerinde çok işlevselli bir yapıya oturttuğunu ve bunu daha da geliştirebileceğini gösteriyor. Bu noktada, Tayvan’ın son birkaç yıldır Hong Kong’da süren demokrasi mücadelesini ‘yakından’ takip etmesi, ABD yönetiminin ana kara Çin karşısında bir demokrasi bloğu çalışmasının alt yapısını oluşturabilir.

Pekin yönetimi bu gelişmeyi sert bir şekilde eleştirse de, Trump’ın henüz resmen göreve başlamamış olması, dış politika konularında nasıl bir politika izleneceğinin ipuçlarına rağmen, ortada kesinlikten uzak bir durumun bulunması Çin’i bekle-gör sürecine sevk ediyor. Pekin yönetiminin kırmızı çizgisi hükmündeki Tayvan konusunda ABD’nin herhangi bir çıkışı, hem bölgesel hem küresel sorunlara bir yenisini ekleyeceğine şüphe yok. Doğu Çin Denizi’nde Çin-Japonya anlaşmazlığı, Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri ve tehdidine eklemlenecek bir Tayvan sorunu ABD-Çin ilişkilerinde yeni gerginliklere konu olacak bir döneme işareti ediyor.

http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/abd-tayvan-iliskilerinde-statuko-degisiyor-mu/702649