30 Temmuz 2020 Perşembe

Malezya’da 1MDB davasında sonuç: Necib Rezzak’a 12 yıl hapis cezası / Finally conclusion in 1MDB case in Malaysia: Najib Razzak sentenced to 12-years in prison


Mehmet Özay                                                                                                                        30.07.2020

foto: nst.com.my
Malezya’da 2015 yılından itibaren gündemde olan 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) yolsuzluklarıyla ilgili olarak dönemin başbakanı Necib Rezzak 12 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Sabık başbakan Necib Rezzak, 1MDB bünyesinde yaklaşık on milyon dolarla ilgili olarak siyasi gücünü kötüye kullanma, para aklama ve güveni kötüye kullanma gibi suçlardan hakkında açılan toplam yedi davada 12 yıl hapis cezası ve yaklaşık 50 milyon Dolar (201 milyon Ringgit) ödeme cezasına çarptırıldı.

Necib Rezzak ve avukatları kararın ardından basına yaptıkları açıklamada, masum olduğunu ileri sürerek, sürecin daha bitmediğini ve temyize başvuracaklarını açıkladı.

Yüksek Mahkeme tarafından 28 Temmuz’da sabık başbakana verilen mahkumiyet kararının, Malezya modern tarihinde bir ilke tekabül ettiğine kuşku yok. Bunun ötesinde, söz konusu bu kararın devrim niteliğinde değerlendirilmesi gereken bir süreç yaşandığı da ortada.

Bu kararın ulusal ve uluslararası boyutları ile 2014 yılından bu yana konuşulmakta ve ülkede daha önce gerçekleştirilen toplumsal tepkilerin temel noktalarından biri olduğu biliniyor.

Kararın ardından bazı çevrelerin şu anki başbakanlığı tartışmalı olan Muhyiddin Yasin’i, ‘adil lider’ ve Malezya’yı ulusal arenada temize çıkarma girişim olarak tanımlamalarını da dikkatle ve eleştirel bir şekilde ele almak gerekiyor.

Malezya’da bugünkü mevcut hükümetin, 5 Mayıs 2018 tarihinde halkın oylarıyla seçilen Umut Koalisyonu hükümetine karşı, aralarında federal sultanlık, Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (United Malay National Organization-UMNO) ve Malezya İslam Partisi (PAS) gibi farklı ittifak yapılarının rol aldığı 24 Şubat 2020 tarihindeki sivil darbenin bir sonucu olduğu ve bu hükümetin bugüne kadar parlamentodan güven oyu alma girişiminde bulunmadığını hatırlatmak gerekiyor.

Bu durum bile, Malezya siyasetinin sadece bir siyasinin yargılama ve ceza süreciyle sınırlı olmayacak denli derin yapısal bozukluklar içerdiğini ortaya koymaktadır.

Malezya siyasetini derinden etkilemesi beklenen yüksek mahkemenin kararı, sadece ulusal siyasal ve toplumsal yapıda siyasi etik, yasal düzenlemeler ve ekonomik yapılaşma ile ilgili sorgulamaları gündeme getirmekle kalmayacak, bunun ötesinde 1MDB çerçevesinde, dönemin siyasi elitleri ile yakın ilişkiler kuran Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt gibi Körfez Arap ülkelerinin bu yolsuzlukta ne gibi roller üstlendiklerinin de dikkatle incelenmesini gerektirecek boyutlar içeriyor.

Sorunun ulusal boyutu

Ulusal boyutu noktasında o dönemlerde başında Enver İbrahim’in bulunduğu muhalefetin yani, Halk Cephesi (Pakatan Rakyat-PR) koalisyonunun ülkede adaletin, ekonomik düzenin, bürokrasinin düzeltilmesi yönündeki reformcu söylemlerinin ardında, böylesine yolsuzluk kültürünün hakim olması  yatıyordu.

Gerek siyasilerin söylemleri, gerek toplumsal tepkilerin doğrudan yansıması olarak gerçekleştirilen gösteriler Malezya’da kurulu düzenin değişmesinin kaçınılmazlığına vurgu yapıyordu.

Necib Rezzak’ın başbakan olarak görevde bulunduğu 2016 yılında, söz konusu bu türden toplumsal ve siyasal baskılar sonucu iktidar olan Ulusal Cephe (Barisan Nasional-BN) hükümetince başlatılan yargılama süreci, dönemin siyaset-bürokrasi-yargı üçgeninde kurulan ilişkiler nedeniyle sabık başbakanın aklanmasıyla sonuçlanmıştı.

Muhyiddin Yasin siyasi güç peşinde

Bugünle bağlantılı olarak, daha yargılama süreci öncesinde, yani 2015’de dönemin başbakan yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin, başbakan Necib Rezzak’ı kamuoyu önünde eleştirmesi sonucu kabinedeki görevinden olmuştu.

Bugün Malezya’da gayri meşru hükümetin başında yer alan Muhyiddin Yasin’i, salt Necib Rezzak’ın yargılanmasına müdahale etmemesini gerekçe göstererek “adil bir lider” profiline yerleştirmek siyasal etik ve anlam kaybına yol açacak ölçüde önemli bir girişimdir.

Erken seçime hazırlanan Malezya’da siyasi iktidarı elinde tutmayı arzulayan Muhyiddin Yasin’in düne kadar genel kamuoyu önünde meşruiyet krizi yaşarken, söz konusu yargılama süreci sonrasında birden kahraman konumuna getirilmek istenmesi ulusal siyasatte yaşanan farklı oyunların eseridir.

UMNO’da değişim 2013’de başlamıştı

Gerek Ulusal Cephe hükümetinin omurgasını oluşturan UMNO içerisinde, gerekse hükümette yaşanan yolsuzluk ve kötü yönetim nedeniyle partide değişim işareti veren Dr. Mahathir Muhammed’in bu yöndeki girişimleri daha 2013 yılındaki 13. genel seçimler sonrasında başlamıştı.

Parti yönetimini ve özellikle de başbakanı değiştirme yönündeki girişimlerinde başarısız olması sonrasında 2016 yılında partiden ayrılan Dr. Mahathir, kurduğu Yerli Birlik Partisi (Parti Pribumi Bersatu Malaysia-Bersatu) ile ülke siyasetinde yer almaya devam etmişti.

Necib Rezzak yönetimi, Dr. Mahathir gibi bir siyasi kurdun partiden ayrılmasıyla rahatlamak yerine, giderek artan kamu oyu baskısı sonrasında -UMNO’nun iktidar olduğu 2016 yılında- 1MDB ile ilgili soruşturma açılmasına imkan tanımış, ancak süreçte herhangi bir yolsuzluğa rastlanmadığı yolundaki yargı süreci hem Necib Rezzak’ın hem de UMNO’nun aklamması olarak yorumlanmıştı.

Bu gelişme, kamu vicdanında derin yaralar açarken, bunun çarpıcı tepkisi 5 Mayıs 2018 tarihinde yapılan 14. genel seçimlerde ortaya çıktı.

61 yıllık iktidarın yitimi ve 1MDB

Seçimlere Dr. Mahathir’i de bünyesine alarak giren  Umut Koalisyonu’nun (Pakatan Harapan-PH), 61. yıllık Ulusal Cephe, daha doğrusu UMNO iktidarını sona erdirmesi, reform söyleminin nihayet iktidar olabileceğinin bir göstergesiydi.

Reform söylemini uygulamaya geçiren yeni hükümetin öncelikli konularından biri, söz konusu bu yolsuzluk davasını yeniden başlatmak oldu. Burada, UMNO çevrelerinin ileri sürdüğünün aksine ne ortada bir siyasi intikam vardı, ne de sadece birkaç kişinin adının karıştığı sıradan bir yolsuzluk olayı.
Aksine Malezya’nın adını uluslararası arenada yolsuzlukla anılmasına ve Singapur’dan ABD’ye kadar beş ülkede sürdürülen soruşturmalara konu olması, ülke ekonomisinin zarar görmesine neden olması yatıyordu.

Söz konusu yargılama süreci, arada yaşanan çok önemli süreçlere rağmen, nihayet 28 Temmuz günü karara varıldı. Beklentilerin aksine, yüksek mahkeme tarihi bir karara imza atarak Necib Rezzak’ı 12 yıl hapis cezası ile rekor denilebilecek para cezasına mahkum etti.

Bahsi geçen bu “çok önemli süreçlere” aşağıda değineceğim...

1MDB’nın uluslararası boyutu

Söz konusu karar özellikle, 5 Mayıs 2018 tarihindeki genel seçimlerden bu yana yaşanan ulusal siyasette, ekonomi ve yargı sistemi ile bağlantılı en son gelişmelerinden birini oluşturmasıyla dikkat çekiyor.

Malezya’da uzun dönemdir gündemde olan söz konusu yolsuzluk iddiaları sadece bir siyasetçinin tek başına işlediği, siyaset ahlakına gayri mugayir bir icraat olarak değerlendirilemeyecek özellikler taşıyor.

2009-2018 yılları arasında ülkenin altıncı başbakanı olarak görev yapan Necib Rezzak, başbakanlık koltuğuna oturduğu 2009 yılında kurduğu ülkede ekonomik kalkınmada aşama kaydetmek amaçıyla kurduğu 1 Malezya Kalkınma Fonu’nun, bir süre sonra para aklama gibi çeşitli yolsuzluk süreçlerine konu olmasıyla gündeme gelmişti.

Söz konusu fonun gerek destekçileri, ortakları ve gerekse ilişkide oldukları finans kurumları çerçevesinde Singapur’dan Körfez ülkelerine, Avrupa’da Lüksemburg’a ve oradan ABD’ye kadar uzanan ilişkiler ve bağlantılar ağıyla küresel boyutta bugüne kadarki benzerleri arasında  adı ilk sıralarda yer almasıyla dikkat çekmişti.

Ancak söz konusu yolsuzluk tek başına başbakanın sorumlu olduğu bir yapıyı değil, aksine yukarıdan aşağıya köklü bir yolsuzluk sisteminin varlığının açığa çıkmasıyla önem taşıyor.

Girişte dikkat çekildiği üzere, 1MDB çerçevesinde, dönemin siyasi elitleri, ailelerinin yanı sıra, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt gibi Körfez Arap ülkelerinin yönetim çevrelerinden ve/ya bunlara yakın isimlerin söz konusu yolsuzluk süreçlerinde adlarının birleşmesi bu ülkelerdeki yapıların bu yolsuzlukta ne gibi roller üstlendiklerinin de dikkatle incelenmesini gerektiriyor.

Söz konusu bu ilişkilerin ilginç boyutlarına bir kaç örnek vermek mümkün. Necib Rezzak’ın 2014 yılı Mayıs ayı ortalarında BAE’ye yaptığı resmi ziyarette kendisine ülkenin en yüksek nişanı olan Etihad Madaylası verilmesi ve varılan ikili anlaşmalarla BAE’nin Johor’da petrol deolama tesislerinde, Kuala Lumpur’da Tun Razak adıyla bilinen dev iş merkezindeki yatırımlarıyla ilgili anlaşmaların hiç kuşku yok ki, 1MDB ile bağlantılı yönleri bulunuyordu.

Öte yandan, Suudi Arabistan’ın Yemen’deki çatışma ortamında oluşturduğu koalisyon gücüne dış politikasında tarafsızlık ilkesini öncellemiş Malezya gibi bir ülkenin askeri destek ve işbirliği vermesi Suudi Arabistan Kralı Selman Abdülaziz’in 2017 yılı Şubat ayında Malezya’ya yaptığı resmi ziyarette Cohor’daki petrol rafinerisi için 7 milyar Dolarlık yatırım anlaşmasına imza atmasını hatırlamakta fayda var.

Malezya-Suud siyasi elitinin yakınlaşması sürecinde belki de ilk aşamalarından birini Malezya’da 2013 yılındaki genel seçimler öncesinde 673 milyon Doların Necib Rezzak’ın hesabına aktarıldığı konusundaki veriler 1MDB soruşturmalarında öne çıkan konulardan biriydi.

Malezya’da UMNO merkezli Ulusal Koalisyon hükümetinin, Körfez Arap ülkeleriyle bağının salt ikili işbirliği anlaşmalarıyla sınırlı olmadığı görülmelidir. İlgili yapılar arasında, 1MDB çerçevesinde gizli/açık yakınlaşmanın, Malezya’da ulusal siyasette iktidarda kalma araçlarını sağlamada fon sağlayıcı olarak rol oynamanın, 18-21 Aralık 2019 tarihlerinde Kuala Lumpur Zirvesi’ni bloke etme çabalarının ve nihayet 24 Şubat 2020 sivil darbesinin ortaya çıkmasıyla birlikte ele almak gerekiyor.

Malezya’da siyasal partilerde karar süreci

Bu gelişmenin ardından, temyiz sürecinin varlığına rağmen, öncelikle UMNO ve geçen yıl bu partiyle siyasi ittifakı resmileştiren PAS’ın siyasi meşruiyet sorunu ile karşı karşıya oldukları ortada. UMNO’dan yapılan ilk açıklamalara bakılırsa, tıpkı 2016 yılında olduğu gibi partide iki temel söylemin varlığı devam ediyor.

İlki, genç nesil politikacıların partinin yolsuzluklara bulaşanlardan temizlenmesi. İkinci daha güçlü olan yapı ise partide senyor politikacıların Necib Rezzak’ı desteklemeleri. İkinci görüş, yukarıda dile getirdiğimiz üzere, yolsuzluk kültürünün, siyasi ahlakın zaafiyetinin köklü bir nitelik arz ettiği yönündeki görüşlerimizi desteklemesi nedeniyle oldukça önemli.

Burada, siyasal etik ve adalet ilkeleri çerçevesinde var olacak bir Malay etnik kökenli UMNO ile, Malaylılığı, İslamı öne sürerek iktidar olma mücadelesini sürdürmüş ve bu sürdürme konusunda ciddi bir çaba sergileyen ancak bunun arkasına sığınarak yozlaşma ve yolsuzluk kültürünü sadece parti içinde değil, toplumsal yapının yukardan aşağıya farklı kurumları üzerinde gizli/açık yaygınlaşmasına katkı yapan UMNO arasında farkın belirlenmesi ve ortaya konulması gerekiyor.

Kronik yolsuzluktan çıkış için reform

Bu konuda yine dönüp dolaşıp daha bağımsızlık öncesinde 1946 yılında kurulan UMNO’da dönemin kurucu başkanı Dato Onn’un partiyi Malay Müslümanları dışında diğer etnik yapılara açma konusundaki görüşünün ne denli önemli olduğu bir kez daha kanıtlanmış durumda.

Bir diğer husus, 1999’dan itibaren Malezya siyasetine reform kavramını taşıyan Enver İbrahim’in bu güne kadar resmi ve gayri resmi olarak başında bulunduğu Halkın Adaleti Partisi’nin (Partai Keadilan Rakyat-PKR) Malay Müslümanlarla sınırlı olmayan aksine, Çin ve Hint kökenli siyasetçileri de bünyesine barındırarak ulusal siyaseti zenginleştirme yönündeki çabasının ne denli anlamlı olduğuna vurgu yapmak gerekiyor.

Bugün yapılması gereken bu iki temel görüş ekseninde Malezya siyasetinin siyasi reformları ortaya koyacak, demokratik yöntemlerle seçilmiş bir siyasi yapının göreve gelmesidir. Bu süreç, sadece Malezya siyasetinde ve toplumunda anlamlı dönüşümleri doğurmakla kalmayacak, güçlü bir Malezya’nın diğer bazı ülkelerle birlikte İslam coğrafyasındaki sorunları ele alma ve çözüm bulma konusunda güçlü bir irade sergilemesine de olanak tanıyacaktır.

Bugün sabık Başbakan Necib Rezzak’ın konu olduğu yargılama süreci ve aldığı ceza bireysel bir sorun olarak görülmesi, Malezya siyasetinde ve toplumsal yapısında bütüncül bir rasyonel dönüşümün önünü tıkayacak en önemli engel teşkil edecektir. Gerek Malezya içerisinde gerekse yanı başındaki komşu ülkelerden başlayarak Malezya’yı takip eden ülkelerin Malezya’daki gelişmeleri doğru okuması bu anlamda oldukça önemlidir.


28 Temmuz 2020 Salı

Araştırma üniversitesi hangi öğrenciyi seçer? / Which students does research university select?


Mehmet Özay                                                                                                                         28.07.2020

Üniversite seçme ve yerleştirme sınavları neredeyse her ülkede modern bir kurum olan yüksek öğretime öğrenci seçim işinin tanımlanmış ve pratiğe geçirilmiş hali olarak karşımıza çıkar.

Öğrencilerin orta öğretimleri sonrasında ilgi duydukları alanlarda eğitimler almalarının ve ardından belirli bir meslek edinmenin yolu olan yüksek öğretim, pek çok kesimin şu veya bu şekilde müdahil olduğu, katkıda bulunduğu, kazanım elde ettiği süreçlere konu olmaktadır.

Yüksek öğretim kurumu denilen yapı kimi ülkelerde yüksek öğretim bakanlığına, diğerlerinde özerk ve bazılarında milli eğitim bakanlığı çerçevesinde faaliyetlerini yürütmektedir.

Lise mezunu öğrencilerin katılımını organize eden yapı ile öğrenciler sınavlarda dil/fen/sosyal bilimler gibi temel branşlarda bilgilerinin ölçülmesiyle ilgili üniversitelerin bölümlerine seçilmektedirler.

Gerek öğrenciler gerekse yüksek öğretim kurumları nezdinde konvansiyonel yapılanmanın bir gereği olan bu seçme işlemi konservatuar, din bilimleri, spor akademileri gibi yüksek öğretim içerisinde yer alan ancak, görece azınlık konumunda yer alan birimler ilgili alanlara özgü kabiliyetlere/yeteneklere sahip adayların başvurabildiği ve/ya ilgili kabiliyetlere/yeteneklere sahip olanların eleme sistemine tabi tutulduğu unsurlardır.

Söz konusu konvansiyonel yüksek öğretimin dışında araştırma üniversiteleri kayda değer farklılıklarıyla öne çıkmaktadırlar.

Araştırma üniversitesi yapılanması ve kimliği

Araştırma üniversitelerinin konvansiyonel üniversitelerden farkının ortaya çıktığı ya da çıkması gerektiği dönemlerden biri hiç kuşku yok ki, üniversite giriş sınavının ardından gelen süreçtir. Üniversite yerleştirme sınavın ardından, tercih sürecinin devam ediyor oluşu, işte bugünlerde böylesi bir gelişme ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Tam da bu noktada, araştırma üniversitesi olgusunun hem yüksek öğretim kurumları içerisinde hem de öğrenciler, veliler ile medya gibi bu süreçte yer aldığı gözlemlenen diğer kurumsal ya da tekil oluşumlar nezdinde ne anlam ifade ettiğine dair bir anlamlandırma sürecine ne kadar konu olduğu sorgulanmayı hak etmektedir.

Geleceği belirleyen geniş çevre faktörü

Öğrencilerin daha ilk öğretim süreçlerinin başlangıcından itibaren geleceklerini belirleyecek öğretim yapılaşmalarının ve buna dair düşüncelerin, programların, yetkin ve yetkin olmayan çevrelerin katkılarıyla tartışıldığına her daim tanık olunmaktadır.

Belirleyici olanın, bireyin gelecekte biyolojik yaşamını idame ettirecek bir meslek sahibi olmasından, toplumsal mobilizasyonu gerçekleştirmesi ile statü ediniminin ve bunun getireceği ekonomik kazanımlara, öte yandan idealist bir bağlamda yaşadığı topluma yapacağı katkıya kadar farklı nedenlerle öğretim süreçleri ve tabii ki, bu çerçevede yüksek öğretim önem arz etmektedir.

Bununla birlikte, yaşanan toplumsal gerçeklik bağlamında, yüksek öğretimde gerçekleştirilen öğrenim sürecini gelire endeksli meslek edinimi gibi görece statik bir anlayışa sığdıran görüşlerin ağır bastığını söylersek yanılmış olmayız.

Buna temel teşkil eden ise, içinde yaşadığımız toplumun gelişmekte olan yapısal özelliği, kır-şehir ayrımının kendini hissettirecek özellikler taşıması, şehirleşme oranının yüksekliğine karşın şehrin kazandırması beklenen entellektüel edinimlerin geliş/e/memişliği, küreselleşme ile farklı ülke ve coğrafyalardaki maddi gelişmelere tanıklıkla, benzer ekonomik kalkınma basamaklarına tırmanma arzusu gibi nitelikler, yüksek öğretim sürecini temel itibarıyla maddi yönelimleriyle öne çıkarılmasına yol açmaktadır.

Kapitalist üretim aracı olarak yüksek öğretim ve sanal medya manipülasyonu

Yaşadığımız toplumsal değişimlerin bir sonucu olarak, öğrenci kitlelerinin temel itibarıyla ailelerinden ve öğretmenlerinden farklı olarak medya ve bunların belirleyici konumları üzerinden geleceklerini tesis etme yönündeki eğilimlerinin öne çıktığına tanık olunmaktadır.

Bu çerçevede, yaşanılan dönem itibarıyla medyanın çeşitlenmiş olmasını ve salt klasik anlamıyla gazete ve hatta televizyonla sınırlı olmayan aksine, adına alternatif denilen ve gerçeklikle ilişkisi sorgulanmayı hak eden boyutuyla, bizatihi diğer medya araçlarının ve organlarının birey üzerinde hipnotize edici ve bu çerçevede gerçekliği dönüştürücü yapısını göz ardı etmemek gerekiyor.

Buna ilâve olarak, giderek artan yüksek öğretim kurumlarının niceliksel artışına paralel olarak, eğitimin, toplumsal yapıyı çepeçevre kuşatan kapitalist ilişkiler çerçevesinde görece yeni bir yatırım unsuruna dönüşmüş olmasından da bahsedilebilir.

Bu husus, kendi başına bir olgu olmak kadar, yukarıda dikkat çekildiği üzere öğrencilerin geleceklerini belirlemelerine yön vermede öne çıkan tekil ve kurumsal faktörler içerisinde de yer almaktadır.

Bu noktada, özel sektörün agresif yatırım imkânlarıyla gündeme gelen özel yüksek öğretim kurumlarının bizatihi kendileri, adına alternatif denilen medya araçlarını mobilize etmede maksimum düzeyde bir çaba sergilerken, aynı zamanda gerçekliği bir o kadar sorgulanmayı hak edecek şekilde manipülatif bir reklam sürecini körüklemektedirler.  

Bu durum, yukarıda zikredilen ve tikel öğrenciden başlayarak aileden medyaya değin uzanan ve öğrencilerin geleceklerinde belirleyicilik sahibi olan yapılara, bizatihi kapitalist kurumsallaşmanın içselleştirilmiş bir özelliği olan özel yüksek öğretim kurumlarını da eklemeyi gerektirmektedir.

Araştırma üniversitesi hangi öğrenciyi seçer?

Hâl böyle iken, bir an durup, adına araştırma üniversiteleri denilen yapıların böylesi bir ortamda nasıl bir politika izlediklerini sorgulamak gerekiyor.

Aslında yukarıda dikkat çekilen durum söz konusu olduğunda, araştırma üniversiteleriyle ilgili olarak kayda değer bir düşüncenin geliştirilmesi için münbit bir ortamın olduğuna dair görüşlerin gündeme getirilmesini sağlayacak bir durumun varlığına işaret etmek gerekiyor.

Bilimsel faaliyetlere kapıları sonuna kadar açık, bilim üretme çabasının süreklilik arz ettiği, üretilen bilimsel etkinliklerin çeşitli araç ve yöntemlerle pratiğe geçirilerek toplumsal faydanın maksimum düzeyde tutulduğu vb. sorumluluk alanları üzerinden sahip oldukları yapısal farklılıklarla araştırma üniversiteleri, aslında ilgili toplumun yüksek öğretim kurumları çerçevesinde can damarı özelliği sergilemektedirler.

Peki araştırma üniversiteleri yapılanmaları itibarıyla öğrencilerini buna göre mi seçmektedirler?
Burada dikkat çekilmesi gereken husus, araştırma üniversitelerinin sahip oldukları kimlik ve tanım gereği araştırma ruhunu taşıma ve bunu sürdürülebilir kılmayı, adeta bir akademik namus telâkki etmelerinde saklıdır.

Yoksa birilerinin size namus olarak giydirmeye çalıştığı bürokratik yapılanma değildir. İçinde gizli açık yaptırım barındıran bürokratik yapılanmanın namus addedilmesi yönündeki söylemin sonuna kadar eleştirel tutuma tabi tutulması, ancak araştırma üniversitelerinin kendi akademik namuslarını ortaya koymalarıyla mümkündür.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Kovid 19’la mücadele ve Batı’nın tutumu / Fighting against the Covid-19 and the situation in the West


Mehmet Özay                                                                                                                        20.07.2020

Çin’de ortada çıkan kovid-19 salgınının küresel gündemi belirlemeye başlamasından bu yana altı ayı aşkın bir süre geçti. Yılın ortasına gelindiği bu günlerde küresel siyaset ve medya gündemi çeşitlendirme çabası sergilese de, kovid-19 salgını kendini yeni alanlardaki varlığıyla  dayatmaya devam ediyor.

Çin, Güney Kore derken, Batı Asya’da İran’da tehdidini ortaya koyan kovid-19’un Avrupa’da ve ardından Kuzey ve Latin Amerika’da gösterdiği etki, diğer ülkelerin ve bölgelerin aksine daha çok ekonomik ve siyasal sonuçları ile gündeme oturacağı izlenimi veriyor.

Kovid’le mücadelede kibir hakim

Özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’yı bu derece kırılgan yapan durumun, bir yandan daha salgının Çin’de görülmeye başlandığı dönemde takınılan tavrından başlayarak, bu toplumların ve siyasal yapılarının liberal kibriyle açıklamak gerekiyor.

Kovid-19 gibi bir salgın karşısında, küresel güçlerin ve insanlığı temsil ettiği iddiasındaki küresel kurumların işbirliği ile bu ortak soruna çare bulmaları beklenirken, tam tersi bir gelişmenin yaşandığına tanık olundu ve olunmaya devam ediyor.

Dünyanın sözde lider toplumlarının ve özellikle de Batılı ülkelerin, böylesine önemli bir hayati durumda dahi, insanȋ olanı öne çıkaramadıkları aslında şaşılacak bir durum değil.

Post-modern kırılganlık

Temelde bu yönetimsel ve hatta bireysel düzeyde de ortaya konulan tutumun, içinde yaşanılan post-modern döneme özgü parçalanmışlıkla örtüşen bir yanı var.

Söz konusu bu post-modern durum içerisinde, anlam çoğulluğu bireylere ve toplumlara gizli/açık özgürlüklerin bir parçası olarak sunuluyor. Öte yandan, aslında bu çoğulluk içerisinde yaşanan anlam kaybının bir örneğine kovid sürecinde, bireylerin ve toplumların, sosyal ve siyasal zeminin iteklemesiyle sağlık alanında verdikleri tepkilerde nasıl tezahür ettiğine şahit oluyoruz.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) üzerinden yürütülen ve daha önceki yazılarımızda kovid-19 ittifakı olarak adlandırdığımız şekilde ABD ve Avrupa ülkelerinin Çin’i hedef alan çatışmacı söylemlerinde bir gerilemeden bahsedilemezken, ABD’nin WHO’dan çıkma kararı çatışmanın kopuş noktasına geldiğini açıkça ortaya koyuyor.

Oysa kovid-19’un ilk evresinden bugüne geçen süre azımsanacak gibi değil. ABD başkanı Donald Trump’ın, WHO üzerinden Çin’i hedef alan çatışmacı tutumunu sergilediği dönem Nisan ayının başlarıydı. Çin’den yanlış veri ve bilgi aktaramı söz konusu olsa bile, bugüne kadar özellikle, ABD’de siyasal ve toplumsal yapının kovid-19 karşısında aldığı tutum bundan bağımsız bir duruma işaret ediyor.

Paylaşılamayan kovid ekonomisi

Öte yandan, Avrupa Birliği’nde (AB) bugünlerde gündemin baş köşesine oturan ekonomik paylaşımdaki çatışmacı tutum, aslında var olan yapının devamlılığını oluşturmasıyla dikkat çekiyor.

Öyle ki, Birlik içerisinde bugüne kadar yaşanan kovid-19 sürecinin neden olduğu ekonomik kayıpları izale etme noktasında alınacak ekonomik tedbirlerin yöntem ve uygulaması konusu birlik ruhunu yansıtmaktan hayli uzak bir görünüm arz ediyor.

Ortada birlikten ziyade, bölünmüşlük halinin varlığına aslında şaşırmamak gerekiyor. Daha birkaç ay öncesinde, yani Mart-Nisan ayında Birliğin önde gelen ülkelerinin sağlık tedbirleri konusunda nasıl kendi üye ülkelerini sağlık tedbirleri noktasında yalnızlığa ittiğine tanık olunmuştu.

Bu çerçevede, dün ve bugün yaşananlar hiç kuşku yok ki, kapitalist dünyanın yaşamakta olduğu post-modern yapılaşmanın güncellenen parçalı durumundan başka bir şey değil.

Salgında yeni dalgalar

Haziran ayı ile birlikte, dünyanın kuzey yarım küresinde yaz sezonunun başlaması ile birlikte, kovid-19 farklı bir sürece evrildi. Sıcaklarla birlikte salgının gerileyeceği yönünde Mart-Nisan aylarında yapılan öngörü gerçekleşmediği gibi, aksine vaka sayıları Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ardından Latin Amerika’da yeni görünümleriyle tehdidin ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Doğu’dan Batı’ya yayılma eğilimi gösteren salgının bu süreçte, Doğu Asya ve Güneydoğu Asya’da gerilemekle birlikte, örneğin Haziran ayından itibaren Çin, Hong-Kong, Singapur, Güney Kore, Yeni Zelanda, Avustralya gibi ülkelerde ikinci salgın döneminin başlaması kovid-19’la mücadele küresel plânda gösterilen zaafiyetin bir diğer göstergesi olarak kabul etmek gerekiyor.

Ulus-devletlerin her bir kurumu gibi eğitim kurumları da kaybedilen öğretim kaybını asgariye indirmek amacıyla okulların açılması talebinde bulunurken, Çin ve Güney Kore okul ve çevrelerinde karşılayına salgın karşısında birincil tedbir olarak okulları yeniden tatil etme kararı verdiler.

Görece az sayıdaki vakaya karşılık tedbiri üst düzeyde tutan bu ülkelerdeki gelişmenin, Batılı ülkelerde eğitim-öğretim süreciyle ilgili tartışmalara nasıl yansıyacağı merak konusu.

Bu noktada, kovid-19 virüsünün çocuklar ve gençler üzerindeki etkisi ve yayılımı konusunda yapılan çeşitli bilimler araştırmalar ortaya birbirinden farklılaşan veriler koyması, kafaların bir kez daha karışmasına yol açtığına şüphe yok.

Bu ülkeler, gerek salgının ilk evresindeki yaklaşımları gerekse Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kayıtsızlıktan ders almış olmalılar ki, görece az sayıdaki vakanın görülmesine karşın güvenlik güçlerini de harekete geçirerek sınırlı bölgelerdeki uygulanan karantilarla yeni dalga ile mücadele ediyorlar.

Salgında, Kuzey ve Latin Amerika’da günlük vaka sayıları on binlerle ifade edilirken, yukarıda zikredilen ülkelerde ikinci dalganın sadece birkaç kişiden oluşan veya onlarla ifade edilen vakalara karşılık gelmesine karşılık alınan tedbirler noktasında önemli bir farklılaşmayı da ortaya koyuyor.

ABD’de örneğinde siyasal ve toplumsal kayıtsızlık had safhaya çıkarken, ortada bir kendine yabancılaşma durumundan söz etmek gerekiyor.

Siyasi yönetimin sağlık alanında liberal uygulamasının sonucu olarak da değerlendirilebilecek bu kayıtsızlık, bireyselleşmenin derin bir toplumsal yapı özelliği sergilediği toplumda, atomize olmuş bireyleri kendi başlarının çaresine bakmalarını öngörüyor.

Ancak özellikle Batı ülkelerinde yaşanan karmaşanın etkisinin, salt kendi coğrafyalarında değil, küresel toplumu da etkilediği düşünüldüğünde bu ülkelerin ve toplumların sorumluluklarını yerine getirmelerini uluslararası kurumlar vasıtasıyla hatırlatmak gerekiyor.


13 Temmuz 2020 Pazartesi

Singapur’da PAP iktidar’da / PAP again ruling party in Singapore


Mehmet Özay                                                                                                                        13.07.2020


Singapur’da 13. genel seçimleri iktidardaki Halkın Eylem Partisi (People’s Action Party-PAP) yaklaşık yüzde 61.24’lük oy alarak kazandı.

Yüzde 40’lik oy ise, muhalefet partileri arasında bölünürken, İşçi Partisi (Workers' Party-WP) yüzde 11.22 ile en çok oyu alan parti oldu.

Seçimlerin belki de önemli süprizlerinden biri, yeni kurulan İlerlemeci Singapur Partisi’nin (Progress Singapore Party-PSP) yüzde 10’un üzerinde oy almasıydı. Bununla birlikte, PSP milletvekili çıkarmayı başaramasa da, partinin kurucu başkanı, eski PAP’lı 80 yaşındaki Tan Cheng Bock’un dışardan atama sistemiyle mecliste milletvekili olması ihtimaller dahilinde.

Genel itibarıyla, seçim sonuçlarına göre iktidar-ana muhalefet ekseninde değişme olmazken, kovid-19 sürecinin henüz bitmediği bir dönemde yapılan seçimler, kampanya sürecini sanal ortama taşırken, birkaç istisna hariç nefret söylemi (hate speech) ile karşılaşılmaması, Ada toplumunun ve siyasetinin olgunluğunu ve disiplinini göstermesi açısından oldukça önemli.

Seçimin ardından başbakan Lee Hsien, İşçi Partisi lideri Pritam Singh’i tebrik ederek Ada siyasal tarihinde bir ilk olarak onu muhalefet lideri olarak atadığını belirtti. Böylece, Singh ulusal parlamentoda muhalefeti temsil edecek siyasetçi unvanı edinmiş oldu.

Halk ne istiyor?

55 yıldır ülkeyi yöneten PAP’ın ülke kalkınması ve refahında oynadığı rol tartışılmaz. Bununla birlikte, gerek bölgesel ve küresel eğilimlerin de etkisiyle, Ada özelinde değişen toplumsal yapı içerisinde yeni eğilimlerin ortaya çıkmaya başlaması, bugün PAP’ın oylarının yüzde altmışa kadar gerilemesindeki temel sebebi oluşturuyor.

Singapur’da, gerek devletin sahip olduğu güçlü ekonomik yapının gerekse bireylere yansıyan varsıllığın, her bir bireye eşit ölçüde yansımamasının getirdiği durum, kendini giderek daha açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu nedenle, Singapur sosyolojisinde “post-materyalist” kavramıyla açılanan mevcut toplumsal yapı, Ada’da siyasal düzlemde yeni görüşleri ortaya çıkarırken, halkın böylesi seçim dönemlerinde taleplerini oylarıyla sergilemelerine imkan tanıyor.

Benzer seçim sonuçlarının ardından, “oturup bakacağız, yeniden değerlendireceğiz, talepleri dikkate alacağız” söyleminin benzerlerine PAP lider kadrosunun açıklamalarında yine rastlamak mümkün.

Seçim mücadelesinde detaylar

PAP böylece, 2015 yılında yapılan seçimlerde aldığı 69.9’luk oydan yaklaşık 8.5’lik düşüş yaşadı. WP ise geçen seçimde aldığı 12.48’lik orana karşılık Cuma günü yapılan seçimde yüzde 11.22’de kaldı. Bununla birlikte, WP iki seçim bölgesinde birden seçim kazanmayı başararak Ada siyasal tarihinde bir başka ilke imza atmış oldu.

Alınan bu sonuçlar kovid-19 süreciyle mücadelenin de bir anlamda seçmen nezdinde oylanması anlamı taşıyordu. PAP’ın 83 milletvekili ile parlamentoda temsil hakkı kazanmasına rağmen, popüler oylarındaki düşüş, kovid-19 ile olumlu mücadelenin halk nezdinde farklı sorunlar ve talepler karşısında ikinci derecede yer aldığını gösteriyor.

Bu noktada, örneğin, Güney Kore seçimlerindeki sonuçların Ada’da görülmediğini ifade edebiliriz.
Muhalefet yapısında önemli gücü temsil eden WP, temsil gücünü artırarak mecliste temsil edilme hakkını kazandı. İşçi Partisi, özellikle altı seçim bölgesinde önemli bir başarıya imza attı.

Seçim sonuçlarına göre, 93 sandalyeli parlamentoda PAP 83 milletvekilliği kazandı. 10 sandalye ise WP’ye giderken, 2015 seçimleri sonrasında parlamentodaki milletvekili sayısını 6’dan 10’a çıkarmış oldu.

WP’nin bu başarısı, tıpkı 2011’deki benzerlik göstermesiyle dikkat çekerken, özelikle partide son dönemde yaşayan lider değişiminin bu gelişmedeki rolü yadsınamaz.

Başbakan Lee Hsien, seçim sonrası açıklamasında, partisinin net bir başarı elde ettiğini söylese de, seçmenin muhalefet partilerine yönelmesini yaşanan belirsizlikler karşısında Ada halkının tepkisi olarak yorumladı.

Yeni siyasi partiler

2011 örneğinde olduğu gibi, özellikle son on yıllık süre zarfında Ada toplumunda mevcut iktidarla arasına mesafe koyma yöneliminde yukarıda zikredilen nedenin yanı sıra, PAP’dan ayrılan eski siyasetçilerin alternatif söylemlere yönelmelerinin de etkisi bulunuyor.

Örneğin, PAP’dan ayrılan Tan Cheng Bock’un 2019 yılında kurduğu ve bugün henüz birinci yılını dolduran İlerlemeci Singapur Partisi (PSP) yüzde 10.18 oy alması önemli bir başarı olarak dikkat çekiyor.

Daha önce de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olan ancak kaybeden Tan Cheng liderliğindeki PSP’nin aldığı oy oranının yılların muhalefet partisi WP’ye yaklaşmış olması seçmen nezdinde ana muhalefet dışındaki partilere güçlü bir yönelmenin olduğunu da ortaya koyuyor.

PSP’nin bir seçim bölgesinde kıy payı kaybettiğini söylemek gerekiyor. Bununla birlikte bu yeni partinin aldığı görece yüksek popüler oya karşılık milletvekili çıkaramamasını yine seçim sistemi düzenlemesiyle açıklamak mümkün.

Singapur siyasetinde yeni evre

83 milletvekilliğine rağmen, PAP’da yüzlerin güldüğünü söylemek güç. Bu durumu, ancak Ada politikasının doğası ile açıklamak mümkün.

Parlamento çoğunluğuna rağmen, PAP, popüler oyların yaklaşık yüzde 40’ını kaybetmiş durumda.

2011 yılı seçimlerinde 60.1’lik sonuçla o döneme kadarki en başarısız seçim anlamı taşırken, bugün sadece bir puanın üzerinde oy alınmış olması, en azından daha da kötü bir sonucun ortaya çıkmadığına göstermesiyle bir nebze olsun teselli kaynağı oluyor.  

Ada seçimleri, ultra-gelişmiş bir ülkede halkın farklı taleplerle ortaya çıkabileceğinin yeni bir kanıtı hükmünde.

Popüler oyların yüzde 40’ı muhalefet partilerine gitmesine rağmen, sadece bir muhalefet partisinin parlamentoda temsil hakkı kazanması kadar, anayasal değişiklikler için gerekli üçte birlik çoğunluğu yakalamaktan uzak oluşu ise, muhalefetin önünde daha aşması gereken epeyce bir yol olduğunu ortaya koyuyor.

Bu seçimin ardından önümüzdeki beş yılda ülke siyasal yaşamındaki en önemli gelişme, PAP lideri ve başbakan Lee Hsien Loong’un başbakanlığı partinin önemli isimlerinden kabul edilen başbakan yardımcısı ve aynı zamanda maliye bakanı Heng Swee Keat’e bırakması olacak.

Bununla birlikte, Le Hsien’ın, ülke siyasal sisteminin kendi özgü yapılarından bir olan “senior minister’ konumunda siyasi yaşamını sürdürmesi bekleniyor.  

Ada siyasetinde 13. genel seçimler iktidarda bir değişime kapı aralayacak sürece henüz gelmediğini göstersede, popüler oylarda iktidar partisi PAP’ın 2011 sonrasında yeniden benzeri bir gerileme yaşaması seçmen profilinde ve taleplerinde değişimin sürdüğünü gösteriyor.

PAP’ın sergilediği başarıyı, seçim sisteminin özellikleri ve pragmatik politikaların varlığından uzak tutmak mümkün gözükmüyor.

Bununla birlikte, eğitimli ve disiplinli seçmenin kendi bölgelerindeki siyasi parti mensuplarıyla yan yana siyasal yaşamda söz sahibi olması, Ada toplumsal yaşamındaki sorunların parlamentoya taşınmasında önemli bir mekanizmanın varlığına işaret ediyor. Ada siyasetinin en önemli kazanımlarından birinin bu olduğunu söylemek mümkün.

Tüm bu özelliklerin, komşu ülkeler Malezya ve Endonezya’da yakından takip edilmesi ve benzeri disiplinli siyasal yaşamın ortaya konulması, söz konusu bu ülkelerdeki toplumsal ve ekonomik refah için vazgeçilmez bir önem arz ediyor.


11 Temmuz 2020 Cumartesi

Ayasofya’dan Cami-i Kebir’e: İbrahimȋ Gelenek, Avrupa’nın korkusu, Müslümanın gururu / From Hagia Sophia to Cami-ȋ Kebir: İbrahimȋ Tradition, fear of Europe, pride of Muslim


Mehmet Özay                                                                                                                        12.07.2020

Ayasofya’nın (Hagia Sofia) bir ibadethane olmaklığının yanı sıra, bir Cami vasfını taşımak suretiyle İbrahimȋ geleneği yansıtmaktadır. Siyasi-dini bağlamı ile Doğu Roma’nın başkenti hususuyla Constantinople’un abidevi yapısı, şehrin 1453’de İslamlaştırılması ile İbrahimȋ geleneğin sahih kulvarına giriş yapmıştır.

İslam’ın kutsal müjdesi, Fatih Sultan Mehmed’e nasip olurken, bu gelişme Avrupa’da korkulan Türk-İslam imajının yerleşmesinde kayda değer rol oynamıştır. Aslında, Avrupa’nın korkmasına yol açan, daha söz konusu o erken dönemlerde İbrahimȋ geleneği kaymetmiş/kaybetmeye başlamış olmasının verdiği hezeyandır. Yoksa, İbrahimȋ geleneği takip etmesi halinde Batı dünyasının Constantinople’ın İsLambol’a dönüşünü alçakgönüllükle karşılaması gerekirdi.

İstila değil, fetih kavramının öne çıkmasına, hatta bizatihi bunun gerçekleşmesine sebep olan da budur. Constantinople’ın alınmasından çok önce Osmanlı, denizcilik kabiliyetinin henüz yeni gelişmekte olan imkânlarını da kullanarak, Rumeli’ye ve Balkanlar’a geçişi sağlamış bir siyasi yapıydı.

‘Rum-eli’, Roma’yla bağı kurarken, Balkanlar Ortodoks dünyasının münbit bir arka bahçesi olma özelliği taşıyordu. Katolik merkezi Roma’ya ulaşmanın Balkanlar ile olan dar mesafesinden ötürü Türk/İslam korkusunu duyması, belki de çok daha erken dönemde başlamıştı.

Ortodoks dünyanın kendine özgü coğrafi ve kültürel yapısı onu içine kapalı, görece sığ ve misyon hareketine açık olmayan bir niteliğe büründürürken, Roma Katolikliği, içinde yer aldığı coğrafyanın yani denizin, Akdeniz’in ve bu denizin çevrelediği kültürel evrenin donanımıyla, Holy Sea’nın başı olmanın getirdiği bir görev bilinciyle misyonerliğini ortaya koyabiliyordu. Dolayısıyla, Ortodoksların Türk/İslam korkusu geliştirmesi yerine, Roma Katolikliği’nin böylesi bir korku ile donanmış olmasında şaşılacak bir durum bulunmuyor.

Protestan varlığının henüz bu dönemde siyasi ve ekonomik bir güç olarak ortaya çıkmamış olması, bu noktada Ortodoks ve Katolik mezhepleri ile çevrili siyasi yapıları ve bunların Osmanlı ile ilişkilerini daha çok belirgin kılmaktadır. Protestan varlığını tetikleyen unsurun, teolojik temelleri dikkate alındığında, İbrahimȋ gelenekten uzaklaşan bir Roma Katolikliği yerine, yeniden inşacı bir modelin teo-siyasi alanda güncellenmesi anlamına gelmektedir.

Bugün, Batı’nın Ayasofya’nın ya da daha doğrusu Cami-i Kebir’in asli unsuruna rûcu etmesinin doğurduğu infial, bir kez daha bu coğrafi/kültürel yapının mensubu olduğu varsayılan dini/msi yapısı içerisinde İbrahimȋ özelliğini yitirdiğinin yeni-son bir göstergesinden başka bir şey değildir.

Ayasofya’nın Cami-i Kebir’e rücu etmesine içeriden ve Batı’dan gelen olumsuz tepkilerin yukarıda dile getirilen bağlamlarla ilişkisiz olduğu söylenemez. İbrahimȋ gelenekten kopan ve bunun somut, toplumsal, bireysel alandaki göstergesi olarak kendini Avrupa siyasal/kültürel yapısında sekülerizm ve laisizm olarak ortaya koyan yaklaşımın Ayasofya’yı hangi bağlamda savunuyor olduğu oldukça sorunludur.

Dinle ilişkisi ve bağını öncelikle var olduğu Hıristiyanlık ekseninden kayma/çıkma/bozulma anlamında sekülerizm/laisizm ile ötelemiş olan, bunun yanı sıra, genel itibarıyla vahyi bağlamla ilişkisini kaybetmiş ve bu anlamda İbrahimȋ özelliklerinden kopmuş olan bireylerin ve toplumsal yapıların Ayasofya üzerinde söyleyebilecekleri tek bir şey vardır. O da estetize, kültürel bir obje olmaklığıdır. Yani, Ayasofya’ya bakışları, asli niteliklerini kaybetmiş bir anlayışın ifadesinden öte bir anlam taşımamaktadır.

Bu yapının, kültürel objeliği olgusunu, daha 1934 yılında ‘müze’ye dönüştürülürken, Ortodoks dünyanın göbeğinde Sofya’da yayınlanan Medeniyet Gazetesi’nde yayınlanan haberden okumak mümkün.

“Ayasofya Camii Müze Oldu” başlıklı kısa haber, bugünle bağlantılı bir hususa dikkat çekiyor: “İstanbul’da meşhur Ayasofya Cami-ȋ şerifi, artık tamamıyla cami olarak kapanmış ve içindeki sıvaları da kazınarak kilise olduğu zamandaki suretle nakışlar meydana çıkarılmıştır. Şimdi Ayasofya cami değil, Bizans sanatını teşhir eden bir müzehanedir.”[1]

Müzelik olmak, nakışlarının meydana çıkartılması, Bizans sanatı... ifadeleri herhangi bir dine ait mabede değil, aksine kültürel bir objeye dönüştürülmüş eski bir mabede gönderme yapmaktadır. Mabedlik özelliğini kaybetmişlik, bu yapıya giydirilmiş bir kılıftır.

Cami-ȋ şerif olduğu belirtilen yapının, 15. yüzyılda Müslümanlar vasıtasıyla İslamlaşması yani, İbrahimȋ geleneğe rücûsunun ortadan kaldırıldığı 1934 yılı sıradan bir yıl olmamakla dikkat çekmektedir.

Bu dönem sekülerizmin, ya da Türkiye siyasal yapılaşmasındaki tam ve doğru ifadesiyle laisizmin kendini her alanda sergileme imkânı bulduğu ve bunu Cami-ȋ Kebir üzerinden sembolize ederek güçlendiren bir yapılaşmadır.

Ayasofya’dan Cami-ȋ Kebir’e doğru yaşanan dönüşümün, “evrensel kültürel miras” bağlamına taşınması ve değerlendirilmesi, söz konusu çevrelerin nitelikleri çerçevesinde ele alındığında şaşılacak bir husus bulunmuyor. Ortada bir kopuş (distortion) varsa, o kopuşu sahte kültürel evrensellik üzerinden değil, İbrahimȋ gelenek üzerinden ortaya koymak gerekiyor.

Bugün, Ayasofya’nın Cami-ȋ Kebir olmasının ülke içinde ve özellikle, Batı’da/sözde Hıristiyan dünyasında anlamama gayretinde olanların çabası, İbrahimȋ geleneğin kaybedilmesinden neşet eden bir durumla izah edilebilir ancak.

Gerçekleşen bu dönüşüm üzerinden İbrahimȋ gelenekle olan asli unsurlarını yitirmiş Hıristiyanlık ve/ya kültürel miras savunucularının yapması gereken neyi nerede kaybettileri konusunu gözden geçirmeleridir.

Elbette bunun ne kadar zor bir iş olduğuna şüphe yok. Kaybedilen İbrahimȋ geleneği yeniden yakalamak için gayret sarf etmek hiç kuşku yok ki, ancak evrensel insanlık değerlerine ulaşılarak elde edilebilecek bir hususiyettir.



[1]“Ayasofya Camii Müze Oldu”, Medeniyet, 27 Kanun-i Evvel 1934/20 Ramazan El-mubarak 1353, Sayı 42, Sene 2, s. 3.