26 Şubat 2015 Perşembe

Malezya’da İnsan Hakları’na Dair Bazı Görüşler / Some Opinions upon Human Rights Issues in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                  26 Şubat 2015

'Uluslararası Af Örgütü’nce 2014 yılına ait, aralarında Malezya’nın da olduğu 160 ülkeyi kapsayan insan hakları raporu yayınlandı. Bağımsız bir ‘organ’ olarak ülkeler düzeyinde insan hakları uygulamalarını inceleyen, gözlemleyen ve raporlar düzenleyen bu kurumun, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere çeşitli uluslararası kuruluşlara ve de tikel ülkelere bir tür danışmanlık yaptığı söylenebilir. Bir sivil inisiyatif olmakla birlikte, yapılan çalışma kaydedeğer olduğuna kuşku olmamakla birlikte, içinde sübjektifliği de barındırdığı söylenebilir. Bu kendi başına ele alınacak bir konu olduğundan burada derinlemesine incelemeye gerek yok. Yazının asıl konusu tabii ki, Malezya’da adına ‘insan hakları’ denilen olgunun neye tekabül ettiği noktasında.

Tabii Türkiye’de, kimilerinin kısır gözlemlerine ve hiç de sosyo-kültürel ve siyasi incelemeye dayanmayan epeyce yanlış aktarımının bir sonucu olarak, Malezya denilince çoğunluğun aklına ‘kendi halinde, hanımları başörtülü ve rengârenk entarili, beyleri ‘peçili’ mülayim mi mülayim bir Müslüman topluluk akla geldiği konusunda bir izlenimimiz var. Bu yanlış gözleme bir de sanki mevcutlarından çok da farklıymış gibi, İslamiyetin güçlü bir varlık sürdüğü bir toplum yapısı olduğu kanısı ekleniyor ki, yanlış üstüne yanlış dense yeridir. Şimdi bunların Uluslararası Af Örgütü’nün Malezya raporuyla ne ilgisi var diye soranlar olabilir. Şaşırmayın ve kızmayın çokça ilişkisi var.  Bu yazıda, söz konusu rapor çerçevesinde alanlarında ülkenin önde gelen beş şahsiyetiyle yaptığım röportajlardan yola çıkarak bir insan hakları haritası ortaya koymaya çalışacağım.

Malezya Birleşmiş Milletler  nezdinde insan hakları kurullarında temsil edilmekle birlikte, ülkede bu konuda bazı sıkıntıların olması açık bir çelişki olarak duruyor. Bu noktada, Güneydoğu Asya’nın gelişmekte olan ülkelerinin başında gelen ve 2020 yılında kalkınmış ülke olma hedefini gerçekleştirme yolundaki Malezya’da insan hakları uygulamaları konusunda bazı olumsuzluklar yaşanıyor. Örneğin son iki yılda giderek artan bir şekilde uygulandığı gözlenen 1948 yılında dönemin İngiliz sömürge yönetimince uygulamaya konulan ve halen uygulanan ‘İsyana Teşvik Yasası’ (Sedition Act) bunların başında geliyor. Ülkede ifade, toplanma ve basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamaların yanı sıra, azınlık dinlere mensup toplumsal gruplara karşı bazı engellemeler toplumsal huzursuzluğu artıran neden olarak gözüküyor. “İsyana Teşvik Yasası” aktivistler, sivil toplum çevreleri, milletvekilleri, üniversite öğretim üyeleri gibi çeşitli toplum kesimlerini içine alacak şekilde uygulandığına tanık olunuyor.

Söz konusu yasa 1948 yılında İngiliz sömürgeciliği döneminde ingilizlere isyanla ilgili olarak çıkartılmıştı. Ancak bağımsızlık sonrasında da yürürlükte devam ediyor... 2012 yılında başbakan Necib Bin Razak, ‘İsyana Teşvik Yasası’nın kaldırılacağını söylemesine rağmen, giderek artan bir şekilde uygulanması da toplumda tepkiyle karşılanıyor.

Halkın Adaleti Partisi kurucularından ve Selangor Eyaleti milletvekili Dr. Wan Azizan Wan İsmail, ülkede yaşanan sorunları “ifade ve toplanma özgürlüğü” çerçevesinde dile getiriyor. Dr. Wan Azizah bu konuda şunları dile getirdi: “‘İsyana Teşvik Yasası’ öncesinde ‘Ulusal İç Güvenlik Yasası’ (ISA) adıyla bilinen yasa uzun yıllar muhalefeti sindirmek amacıyla kullanıldı. ISA kaldırılmakla birlikte, yerine İsyana Teşvik Yasası ihdas edilmesi özgürlükler konusunda kısıtlamaları gündeme getirdi. Bu noktada, hükümete yönelik herhangi bir eleştiri karşısında bu yasa kullanılıyor. Bu yasa, temel hakları sınırlayıcı olduğu gibi Malezya toplumunu tehdit eden bir yönü de içeriyor.”

Akademisyen ve aynı zamanda roman yazarı Dr. Faisal Tehrani ülkede azınlık dini gruplarına yönelik ayrımcı yaklaşıma değinerek, bu konuda geçen yıl “Birleşmiş Milletler Evrensel Periyodik İzleme Raporu”nda (UPR) Malezya ile ilgili görüşlere yer veriyor. Dr. Faisal, bu raporda, ülkedeki kimi dini azınlık gruplarına yönelik hiç de iç açıcı olmayan ifadelerin yer aldığını ve bunlar arasında Katolik Cemaatin yayın organlarında ‘Allah’ adının kullanımının yasaklanması ve Şia toplumuyla ilgili çekinceler geldiğine dikkat çekiyor. Dr. Faisal, 2014 yılında BM konseylerinde yapılan toplantılara atıfta bulunarak, örneğin Filistin, Sierre Leon gibi ülkelerin Malezya’dan, 1969 yılında yürürlüğe giren “Uluslararası Irk Ayrımcılığını Önleme Sözleşmesi”ni (ICERD) imzalaması yönünde talepte bulundu. Ancak BM’nin diğer bazı önemli sözleşmeleri gibi Malezya bu sözleşmeyi de imzalama konusunda isteksiz.

“Liberty of Lawyers” adlı kurumun başkanlığını yürüten İnsan Hakları Avukatı Eric Paulsen, ülkede İnsan Hakları konusunda yaşanan sıkıntıları üç madde halinde gündeme taşıyor:  “Malezya’da birkaç önemli sorunla karşı karşıyayız. İlki, 1957 yılından bu yana iktidarın tek partinin güdümünde olmasıyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda, olgun bir demokrasimiz olduğu söylenemez. Her şeyi bildiğini söyleyen bir hükümet, her dört veya beş yılda bir yapılan seçimler var. Ancak seçim sistemi, basın özgürlüğü ve insan hakları konusunda sorunlar var. İkinci konu, polisin eylemlerinden sorumlu tutulup yargılama sürecine konu olmaması. Çünkü emniyet kurumu oldukça güçlü. Göz altında hayatını kaybeden insanlar var ancak bu kurumun hesap verilebilirlik noktasında bugüne kadar ciddi bir adım atılabilmiş değil. Üçüncüsü ise, muhalefetin bir tür baskıyla sindirilmesi. Örneğin en son gelişme muhalefet lideri Enver İbrahim’in uydurma bir yargılama sonucu beş yıl hapis cezası alması oldu. Bu yargılama ne Malezya’da ne de dünyada inandırıcı olmadı. Hükümete ve yargı sistemine yönelik eleştiriler nedeniyle yirmiyi aşkın kişi, günümüz konuşlarıyla hiç de bağdaşmayan ‘İsyana Teşvik Yasası’ bağlamında göz altı ve yargılamalara konu oldu ve olmaya devam ediyor.”

Lateefah Koya adlı avukat ise, Malezya’da insan hakları konusunun her geçen gün daha da olumsuz bir yöne gittiğini ileri sürüyor. “Özellikle son bir yılda, mevcut hükümete yönelik neredeyse tüm eleştiriler ‘İsyana Teşvik Yasası’ bağlamında değerlendirilerek bu eleştirileri yapanlar göz altı ve yargı sürecine konu olması dolayısıyla insan haklari ihlâlinde ani bir artış gözleniyor. İngiliz sömürge döneminden (1948) kalma ‘İsyana Teşvik Yasası’ ileri sürülerek, herhangi bir kişinin verdiği demeç yetkililerce ‘isyan’ niteliğinde algılandığında, göz altına alınıp yargılanması ve beş yıl hapis cezası verilebiliyor. Bu nedenle bu yasayı son derece zalimce bir uygulama olarak değerlendiriyoruz.”

Malaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Dr. Azmi Sharom İnsan Hakları konusunda Malezya’yı ne ileri düzeyde ne de çok gerilerde kalmış bir ülke olarak görüyor. Bununla birlikte, uluslararası çevrelerde 1940’lardan itibaren benimsenmiş olan temel insan hakları konusunda alınacak daha çok yol var. Bir öğretim üyesi olarak hukuk fakültelerininin ülkede insan hakları kavramının geliştirilmesi konusunda önemli rol oynayabileceğini düşünüyorum. Ancak üniversitelerin hükümetin sıkı kontrolü altında olduğu düşünüldüğünde bunun ne kadar yapılıp yapılamadığı ise bir başka sorun. Şayet hükümet çevreleri akademisyenlerin kendilerine yönelik eleştirel bir yaklaşım içinde olduklarını düşündüklerinde mevcut bazı yasalar uygulamaya konuluyor. Bu nedenle, akademik bağlamda insan hakları savunucusu olmak hayli güç. Örneğin, akademisyen olarak insan hakları konusunda bilimsel makaleler yazıyor ve yayınlıyorsanız kimse size karışmıyor. Ancak bir adım ötesine geçip, uzmanlık alanınızı toplumsal sahaya taşımaya başladığınızda işte o zaman hükümetin öfkesini üzerinize çekebilirsiniz. Bu durumda hükümet çevrelerinin elbette size karşı kullanabilecekleri yasaları da mevcut.

Peki ülkede once ISA ardından İsyana Teşvik Yasası ile sürgit devam eden ve demokratikleşme, sivil toplum gibi değerlere zarar verdiği ileri sürülen yapının olumlu yönde değişmesi mümkün mü? Bu soruyu yönelttiğimizde pek de iyimser olmamakla birlikte, geleceğe dair neler yapılabileceği konusunda bazı ipuçları bulmak mümkün.

Bu konuda Dr. Wan Azizah şunları söylüyor: “Parlamentoda muhalefet gücüyle bu konuda bir şeyler yapmak mümkün. Ancak hükümeti oluşturan “Ulusal Koalisyon” parlamentoda üçte iki çoğunluğu kaybetse de, hala güçlü bir yap oluşturuyo. Muhalefet olarak mevcut sistemi değiştirilmesi noktasında almamız gereken daha çok yol var. Aslında muhalefete karşı pek çok kez kullanılmış olan ‘Ulusal İç Güvenlik Yasası’nın (ISA) kaldırılmasında muhalefet partileri ciddi bir rol oynadı. Ancak bunun yerine çok daha ağır bir yasa olan ‘İsyana Teşvik Yasası’ yürürlüğe kondu.

Dr. Faisal Tehrani, ülkede yaşanan ihlallerin çözümlenmesi konusunda çeşitli kesimler arasında diyalog olgusunu öne çıkartıyor. Buna ilâve olarak Malezya Anayasası’ndaki temellerin yeniden dikkatle incelenmesini öneriyor. ‘Ulusal İlkeler’ diyebileceğimi ‘Rukun Negara’ adıyla bilinen seküler ideoloji, açıkça insan hakları kavramına atıfta bulunmasa da içerik olarak ilintili olduğunu söylüyor. İnsan Hakları Batı ürünü bir kavramlar bütünü değil.”

Öte yandan, çözüm konusunda Eric Paulsen hiç de umutlu gözükmüyor. Paulsen, “Sivil toplum kesimleriyle hükümet çevrelerinin biraraya gelmesi ve soruna çözüm bulmaları konusunda bir çabanın sergilenmesi son derece güç. Hükümet, sivil toplum oluşumlarına karşı düşmanca bir tavır içerisinde. Bu oluşumları hükümet karşıtı oluşumlar olarak görüyor. Bu yanlış bir yaklaşım. Çünkü pek çok sivil toplum kuruluşu daha iyi seçim sistemi, insan hakları konusunda gelişmiş uygulamalar ve yoksulluğun ortadan kaldırılması gibi pek çok konuda Malezya için yararlı çalışmalar yürütüyor. Hükümetin bu konuda STK’ların gücünü ve önemini fark etmesini temenni ediyorum.”

Hukuk Fakültesi öğretim görevlisi Dr. Azmi Sharom ise, insan hakları konusunda Batılı standartlara ulaşmanın olanaksızlığına değinirken, bunun hiçbir şey yapılmayacağı anlamına gelmediğini söylüyor ve çözüm için mevcut yapı içerisinde hareket edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor: “İlk yapmamız gereken şey, Malezya Anayasası’nda neler olduğuna bir bakmak ve Anayasa’nın ruhunu yakalamak. Anayasa’da ‘insan hakları’ kavramı geçmiyor ancak hukuki sorumluluk Anayasa’da garanti altına alınmıştır. Bununla birlikte, bu hükümler her geçen yıl giderek artan şekilde göz ardı edildiğine tanık oluyoruz. Kimi zaman yargı da buna dahil. Bu bağlamda, uluslararası standartlara ulaşmak zor tabii ki. Bu nedenle atılacak ilk adım elimizde neler var buna bir bakmak ve bunu uygulamaya koymak.”


Malezya’da insan hakları konusunda hükümet ile aralarında milletvekili, akademisyen, aktivistlerin bulunduğu çevrelerin yaklaşımı arasında fark var. Malezya gibi çok dinli, çok etnikli bir toplumsal yapıda insan hakları konusu da oldukça dinamik bir konu olarak dikkat çekiyor. Bir yanda ekonomik gelişmişliği ile Üçüncü Dünya ülkelerine modellikle öne çıkartılan, öte yandan, resmi çevrelerden ‘ılımlı İslam anlayışını’ dillendiren bir ülkede, insan hakları konusu bir tür sınama alanı oluşturuyor. Ancak konuya taraf olan tüm çevrelerin biraraya gelip konuyu enine boyuna ele almadan bir sonuca ulaşılması da zor gözüküyor. 

22 Şubat 2015 Pazar

Aung San’ın 100. Doğum Yıl Dönümü / 100th Anniversary of Aung San

Mehmet Özay                                                                                                                 23 Şubat 2015

13 Şubat, Myanmar’ı İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlığa taşıyan lider Aung San’ın 100. doğum yıl dönümü. 1915 yılında, Irdrawaddy Vadisi’nde, Natmauk’da Bamar kökenli avukat bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Aung San, Güneydoğu Asya’da 2. Dünya Savaşı ve ardından sömürgecilik dönemini sonlandıracak bağımsızlık mücadeleleri arasında kendine özgü bir yer edinmiş ulusal kahraman konumuna geldi.

On yıllarca iktidardaki cunta liderlerince ve de geniş halk kesimleri tarafından ‘Bogyoke’, yani General lakabıyla anılan Aung San’ın siyasi meşruiyeti konusunda tartışmalar sürüyor. Bir yandan, 1950’li yıllardan bu yana ülkede iktidarı elinde tutan ordu gerekse sivil kesimler ki, bu anlamda ‘General’in kızı Suu Kyi’nin 1988 yılında kendiliğinden başlayan dev gösterilerde ve bugüne kadar süren siyasi muhalefet rolünü bu meşruiyete bağladığı görülür. Ordu, Aung San’ın ölüm yıl dönümünü ulusal gün ilân ederek, ‘General’i, bir anlamda birbiri ardı sıra ülke iktidarını elinde tutan junta rejimlerinin dayanağı olarak gösterirken, Suu Kyi’nin ‘sivil’ inisiyatifiyle on binlerin katıldığı bir tür karşı anma törenleri Aung San’ın nereye ait olduğuna gizli bir referans niteliği taşıyor. Bir liderin ilhak kaynağı olduğu bu iki yapı: birincisi, ülke iktidarını altmış yıl boyunca elinde tutmuş olan cunta rejimlerini üreten ordu; ikincisi ise, önceki süreçlerdeki hak arayışlarından geniş kitlelerin katılımıyla kayda değer protesto ve hak taleplerine geçildiğinin işaretini veren 1988 yılından bu yana devam eden demokratikleşmeyi öncelleyen sivil inisiyatif. Birbirine zıt bu iki yapının nasıl olup da Aung San’ın kimliği etrafında örüntülendiği araştırılmayı hak edecek bir konudur.

Ülke siyasal yapısını belirleyen güç olarak ortaya çıkan ordu ve ürettiği cunta rejimler, kendisinin varlık kaynağı olarak gördüğü aynı Aung San’ı Myanmar toplumunun gözünde itibarsızlaştırma girişimi denmese de, unutturmaya yüz tutacak bir politika izlediği de biliniyor. Ancak halkın, kurucu lidere sahip çıkışının somut ifadesi, cunta rejiminin giderek artan baskı ve zulmü karşısında lider arayışının ayyuka çıktığı bir dönemde, Aung San’ın kızı Suu Kyi’i bir anlamda ‘göreve çağırmasıyla’ cuntaya karşılık veriyordu.
Aung San, çelimsiz bedenine rağmen, çelik gibi bir düşünce yeteneği ve inatçı kişiliği ile üniversite yıllarından başlayarak tüm sömürgecilik süreçlerine karşı koyan duruşu görece kısa süren yaşamını şekillendiren en önemli olgu olarak ortaya çıktı. Ülkesinin siyaset ve kültür ortamını şekillendiren İngiliz sömürgeciliğine karşı duruşu, ‘Asyalılık’ ruhunu bu topraklara taşıyan Japonların ülke topraklarına girişiyle bir anlamda doğal bir ittifak oluşumuna zemin hazırladı. Ancak Japonların baskı ve zulüm noktasında İngilizleri aratmayacak uygulamaları karşısında bu sefer ‘Asya gücüne’ karşı mücadele saflarında yer alan Aung San, bir anlamda bölgenin siyasi geleceğini okuyabildiğini ve bunu İngilizlerle bağımsızlık masasına kadar gidecek bir işbirliği sürecini başarıyla yürüttüğünü söyleyebiliriz
İngiliz sömürge yönetimine karşı sivil itaatsizlik anlamındaki karşı duruşunu, Japon işgaliyle sıcak çatışmalara dönüştüren Aung San, süreçte oynadığı kayda değer rolle ulusal bağımsızlık hareketinin lideri oldu. Tabii bu noktada, Aung San’ın, bugün adına Myanmar denilen topraklarda halkın %70’ini oluşturan Bamarlara mensubiyeti kadar, yaşadığı dönemin koşullarını iyi okuyabildiğini ortaya koyan bir politika izleyerek Irrawady Vadisini çevreleyen ülkenin dört bir yanındaki çeşitli etnik yapılarla da ittifakkurma beceri sergilediğini hatırda tutmakta fayda var. Öyle ki, Aung San, hiçbir ulusun bir başkasını egemenliği altına alma hakkına sahip olmadığı görüşünü dile getirirken, hiç kuşku yok ki, sömürgecilik dönemindeki iktidar aygıtının oluşumuna karşı çıkışı kadar, yeni oluşacak siyasal sistemde ülke topraklarında yaşam süren etnik azınlıkların geleceğine de atıfta bulunuyordu.

Bugün,modern Myanmar’ı inceleme konusu yapan yerli yabancı uzmanlar arasında Aung San’ın bir önemi var ise, kuşkusuz ki, bunun önemli bir bölümü, 1948 yılından bu yana bir türlü toplumsal ve siyasal barışı sağlayamamış ülkede, kuruluş sürecinde bu barışı Aung San’la sağlanabileceğinin kanıtlanması olduğunu söyleyebiliriz.

Güneydoğu Asya’nın ikinci büyük ülkesi konumundaki Myanmar’ın, tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi, 2. Dünya Savaşı öncesinde konu olduğu Batılı ulusların sömürgecilik dönemi, 1940’lı yılların ilk yarısında Japon işgali ve akabinde bağımsızlık elde etme mücadelesiyle süren çalkantılı yıllardaki rolüyle anılmakla kalmıyor. Aynı zamanda, çok etnikli bir ulus inşasında nasıl bir yöntem izleneceğinin, belki de en iyi örneklerinden birini sunmasıyla, yaşadığı dönemin ötesinde bir bakış açısını yansıtmasıyla dikkat çekiyordu. Öyle ki, Aung San, 23 Mayıs 1947 tarihinde Rangoon’da yaptığı bir konuşmada, ülkenin çoğulcu etnik gerçekliğine atıfya kurulacak yeni siyasi nizamda ırk-din-etnik temel ayrımı gözetilmeyeceğini söylüyordu. Çoğunluğu oluşturan Bamar etnik yapısının dışında kalan sayısı 135’i bulan irili ufaklı etnik yapıların hakları konusunu İngilizlerle yapılan bağımsızlık görüşmelerinde de gündeme getirdiği biliniyor.

Ancak Aung San’ın kaleme alınacak anayasada tüm etnik ve dini yapıların haklarının garanti altına alınmasını öncelleyen yaklaşımına eklemlenecek yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle dikkat çeken Myanmar’ı tüm bölge için model yapabilecek bir ulus devlet inşası çabasının önüne ilk çıkan ise dönemin ordu generalleri oldu. Üniversite yıllarından itibaren başlayan mücadeleci yapısıyla öne çıkan Aung San, demokratik ve sivil hakların paylaşımı konusunda sistemin çokça ötesinde bir ideolojiyle öne çıkması, akla aynı yıllarda o dönemki adıyla Malaya topraklarında “Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu”nun (UMNO) kurucusu Dato Onn bin Jaafar’ı getiriyor. Malaya da, Burma gibi çok sayıda olmasa da, etnik çeşitliliği ile dikkat çeken bir toprak parçasıydı. Dato Onn’un, daha bağımsızlık öncesinde UMNO’nun sadece Malaylardan oluşan etnik kökenli bir parti yerine, tüm etnik yapılara kapılarını açması konusundaki görüşüne parti içinden yükselen itirazlar nedeniyle kurduğu ve öncüsü olduğu bu siyasi yapıdan 1951 yılında ayrılmak zorunda bırakılması bugüne kadar süren etnik ve dini ayrışmanın kökeni olarak dikkat çekilebilir.


2010 yılında sözde siyasi bir değişim sürecine adım atam Myanmar’da bu yıl yapılacak seçimler tarihin bir cilvesi olarak Aung San’ın 100. doğum yıl dönümüne denk geliyor. Myanmar’da ordunun perde arkasında önemli rol oynamaya devam ettiği yarı sivil yönetimin varlığının gözlendiği içinde bulunduğumuz bu dönemde, Aung San’ın siyasi mirasına layık görülen Suu Kyi’nin bu mirasa ne denli sadakat gösterip göstermeyeceği veya kendisine bunu sergileme şansı verilip verilmeyeceği konusunda şüpheler devam ediyor. 

10 Şubat 2015 Salı

Malezya Muhalefet Lideri Enver İbrahim'le Röportaj / Interview With Anwar Ibrahim

MALEZYA’NIN YETİŞTİRDİĞİ ÖNEMLİ SİYASETÇİLERDEN, SİVİL AKTİVİSTLERDEN VE REFORM HAREKETİ LİDERİ ENVER İBRAHİM’LE KISA BİR SÜRE ÖNCE YAPTIĞIM RÖPORTAJI AŞAĞIDA PAYLAŞIYORUM.


-Hicret’in 1436. Yılı. Öncelikle bu önemli gün vesilesiyle neler söylemek istersiniz?

Konuşmamıza Hicret’le başlamamız oldukça önemli... Çünkü Peygamber Efendimiz’in Mekke’den Yesrib’e yani Medine’ye hicreti mücadelesinin önemli aşamalarından biridir. bu mücadele, sığı milliyetçilik olarak da adlandırılabilecek olan ‘kavmiyyecilikten’ evrensel bir bakış açısının geliştirilmesine doğru adılan bir adımdır. Ne için? Barış, özgürlük ve adalet için. Bugünlerde kutlamakta olduğumuz Hicret’in 1436. yılı bana manevi bir tatmin de veriyor.  Hicret’in önemi, bu ülkede olduğu gibi adaletsizliğe, yolsuzluklara bulaşmış yöneticilere, dini bağnazlığa karşı verilecek herhangi bir mücadelenin zorluklarla dolu olduğunu ve buna hazırlıklı olunması gerektiğini bana hatırlatıyor...

-Öğrenci lideri, aktivist olarak başladınız, ardından Dr. Mahathir Muhammed tarafından UMNO’ya davet edildiniz. Muhalefet lideri oldunuz. Bu siyasi geçmişinizi dikkate alarak neler söylemek istersiniz?

Evet, siyasetle ilgilenmeye bir öğrenci birliğinde başladım. O dönemlerde bir Müslüman olarak İslam’ı daha iyi anlama çabası içerisindeydik. Aynı zamanda, günün getirdiği şartlar gereği, komünizm, sosyalizm, milliyetçilik gibi akımlar hakkında da bilgi sahibi olmaya çalıştık. Tabii, bir Müslüman olarak dünyayı anlamakla yükümlüyüz. Çok etnikli, çok dinli bir ülke olan Malezya’da yaşayan biri olarak barışın anlamını, hoşgörüyü kapsayıcı olmak zorundaydık. Ve biz, başkalarının boyunduruğu altına girmemek için, tüm kapasitemizle ‘reformu’, yani ‘ıslah’ı ülkede gerçek bir özgürlüğe ulaşma gayretiyle savunucusu olduk.  Öte yandan, ekonomik adalet toplumdaki pek çok kitle tarafından paylaşılmalıydı. Aksi taktirde, ekonomi sadece küçük bir azınlığa hizmet eden bir yapıya dönüşür; halkın kahir ekseriyeti ise, kaliteli eğitimden, nitelikli sağlık hizmetlerinden ve konut imkânından mahrum olur.

Dr. Mahathir Muhammed tarafından partiye alınmam, o dönem mevcut gençler arasında kimi niteliklerimle öne çıkmamdan ötürü olduğunu düşünüyorum. Bunda sahip olduğum İslami duyarlılığın yanı sıra, ülkedeki budist, hindu gibi çeşitli dini azınlık gruplarla yakın temasımın da yeri vardır. Hükümette bulunduğum süre zarfında duruşumda bir değişiklik olmadı. Özgürlük, adalet, yolsuzluk ve İslami değerler konusunda hep aynı yerde durdum. Öyle ki, Başbakan olacağım bir dönemde hapse gönderildim.

-Dato Onn bin Cafer’le[1] sizin siyasi kaderiniz arasında kısmen de olsa bir benzerlik görüyorum.
Dato Onn bin Cafer, UMNO’nun kurucu üyesiydi... UMNO bilindiği üzere şu an bizim mücadele verdiğimiz hükümet olan siyasi yapı. Dato Onn’a büyük saygım var. Öncelikle Saray’a yakın bir çevreden geliyor, ancak siyaseti ‘halk’ söylemi üzerine dayanıyordu. Halkın haklarının korunması konusunda son derece duyarlıydı. Ve Dato Onn, sadece sömürge yönetimine karşı değil, ‘feodalizme’ karşı da bir bilinç oluşumunun öncülüğünü yapmış kişidir. Bunu, Sultan’a bağlı bir Başbakanlık yaptığı dönemde ortaya koymuş bir siyasetçidir. Dato Onn, sömürge yönetiminden bağımsızlığı ve aynı zamanda Malayların feodal  düşünce yapısından özgürleşmeyi savunmuştur. O dönemde Malaya olarak adlandırılan bu topraklarda bağımsızlık söylemini ortaya koymak, sadece çoğunluğu teşkil eden Malayların değil, aynı zamanda azınlık konumunda olan ve nesiller boyu burada yaşamış olan Hintliler ve Çinlilerin de desteğinin alınmasını gerektiriyordu. Dato Onn’un gündeme getirdiği bu siyaset felsefesine rağmen, UMNO tarafından reddedilmesi üzerine partiden ayrılmak zorunda kaldı. Ancak kırk yıl aradan sonra ben, Dato Onn’un başlatmış olduğu bu siyaseti gerçek özgürlüğe ulaşmak ve ülkeyi yolsuzluklardan temizleme adına yani bir değişim için, Malezya toplumunun tüm farklı çevrelerinin özellikle de aşağı ve orta sınıfların desteğini içine alarak gerçekleştirmeye çalışıyorum.

-Sosyal ve ekonomik adalet, çoğulculuk ve hogşörü gibi temel İslami değerlerin güçlü savunucususunuz. Öte yandan, Malezya hükümeti bu ve benzeri değerleri de zaman zaman gündeme getiriyor. Temelde sizin durduğunuz yer ile hükümetin duruşu arasındaki çelişki nedir?

Bu sadece bir retorik değil. Herkes özgürlükten, adaletten, demokrasiden konuşuyor. Ancak söylemler eylemlerle yargılanır. Şayet hükümet olarak ‘özgürlüklerden’ bahsediyorsanız, o zaman niçin ekonomik adaletten veya hükümetteki çeşitli yolsuzluklardan bahseden insanlara karşı sömürge döneminden kalma zalimce yasaları uyguluyorsunuz. O zaman niçin bütün medyayı kontrol ediyorsunuz? Tam da bu noktada Türkiye’den bir örnek vereyim. Dostum ve o dönem Başbakan olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’la bazı hususları paylaşırken, Sayın Erdoğan masadaki gazeteler göz attı ve bana şöyle dedi: “Gazetelerin yarısı beni eleştiriyor”. Tebessüm ederek, “Enver, bu zor bir ülke. Demokratik yönetimi kabul etmek ve desteklemek zorundayız.” diyerek ilâve etti. Ben de Sayın Erdoğan’a Malezya’da bir tek gazetenin bile bağımsız olmadığını ifade ettim. Bütün televizyon kanalları hükümetin kontrolünde. Örneğin, 2008 yılındaki seçimlerde bir dakika olsun ulusal kanallarda söz söyleme hakkım yoktu. İslam’dan söz ediliyor. ‘Allah’ lafzının kullanımına getirilen yasak veya son ‘köpek kampanyasının’ büyük bir hadise haline getirilmesi vb. Tabii, milyar dolarları bulan yolsuzluklar konusuna, kumarhane şirketlerinde Müslümanların çalıştırılmasına, adaletsizliklere, özellikle Çinli ve Hint azınlığa yönelik ırkçı söyleme gelince tek ses çıkmıyor. Bir tarafta İslam’dan bahsedeceksiniz ve ‘Biz ılımlı Müslümanız’ diyeceksiniz ve ardından insanları tutuklayacak ve ırkçılığa pirim vereceksiniz.

-Mevcut hükümetin lideri bulunduğunuz muhalefet hareketinden birşeyler öğrendiğini ve politika olarak uygulamaya geçirdiğini söyleyebilir miyiz?

2013 genel seçimleri öncesi muhalefet koalisyonu olarak seçim bildirgemize bakarsanız Malezya Ekonomik Bildirgesi’ndeki unsurların hükümet tarafından alıntılandığını görürsünüz. Buna bir itirazım yok. Hükümetin her yaptığına itiraz etmiyoruz. MH-17 uçağı Ukrayna’da düşürüldüğünde Hükümetin yaklaşımına tam destek verdik. MH-370 vakasında hükümeti bazı bilgileri sakladığı gerekçesiyle eleştirdik. Şayet hükümet gerek kendileri üretmiş olsun, gerekse bizden alıntılamış olsunlar faydalı icraatları destekliyoruz. Ancak burada sormamız gereken önemli bir soru var. Hükümet bunları uyguluyor mu yoksa içinden bazı fikirleri alıp kendi kanalları vasıtasıyla halkın kafasını karıştıracak bir propagandaya mı dönüştürüyor?

-Malezya’nın kuruluş köklerine dönersek. Haklar, demokrasi gibi ‘Batılı’ siyasi kavramların Malezya’da yer ettiğini söyleyebilir miyiz?

Öncelikle Asyalı bir Müslüman olarak özgürlük sadece Batı’ya ait bir kavram olmadığını söylemke isterim. Kadın ve erkek özgür doğmuştur. Klasik Yunan metinlerine, İslam klasiklerine, Çin ve Hint klasiklerine baktığınızda tümünde adaletten bahsedildiğini görürsünüz. Zalim yöneticilere, sultanlara, imparatorlara, Hint Rajalarına karşı halkın isyanlarına tanık olursunuz. Niçin? Çünkü halk adalet arıyor. O zaman, adalet, demokrasi ve haklar konusunu salt Batı düşüncesiyle sınırlandıralım. Bu konuda hem fikirde değilim. Ancak Batı’da gelişmiş faydalı felsefe ve düşüncelerin paylaşılabileceğine inanıyorum. Onlar da Doğu’daki benzeri düşüncelerden faydalanıyorlar. Şayetbu kavramları ‘doğu’, ‘batı’ diye ikiye ayırırsak, o zaman ırkçı ve dar milliyetçilerce istismar ediyorlar ve diyorlar ki ‘bunlar bize yabancı kavramlar’. Bence, sorun bir Müslüman olarak hayatı nasıl yaşayacağımızla alakalı.Bu nedenle biz özgürlük, barış ve adaleti öngörüyoruz. Bu noktada parlamentor demokrasi, başkanlık sistemi; veya Fransız demokrasisi, İngiliz demokrasisi. Ya da Hindistan’da veya Endonezya’daki gibi farklı uygulamalar... O zaman Malezya toplumu olarak oturup bizler karar vermeliyiz. Ancak özgürlüğe karşı tavır alamazsınız. O zaman niçin İngilizlere karşı mücadele verdik? Niçin Endonezyalılar Hollandalılara karşı savaştı? Sadece Hollandalılardan nefret ettikleri için mi? Hayır. Özgürlük istiyorlardı. Özgürlük sadece Endonezyalı liderleri Hollandalı sömürge yöneticilerinin yerini alması anlamı taşımıyor. Mücadelemiz Malezya halkının özünde, doğasında olan talepleri ortaya koymaktır.

-Şayet siz Malezya’yı yönetiyor olsaydınız Malezya’nın iç siyaseti, bölgedeki ve küresel olarak nerede olurdu?

1990’lı yıllara yani Başbakan Yardımcısı olduğum yıllara bakmakta fayda var. O dönemde Dr. Mahathir Başbakandı. Gelişmekte olan bir ülke olarak İslam dünyasında oldukça önemli bir yerimiz vardı. ASEAN’da ses getiren aktif bir politikamız vardı. Ülkedeki zayıf yönetimden ötürü bu konumumuzdan uzaklaştığımızı düşünüyorum. Tabii ki, göreceli istikrarlı politik yaşamdan söz edebiliriz. Ve yabancı yatırımcıları cezbeden yönleri var. Aslında bölgenin özelliği bu. Ancak bu bölgedeki ülkeler için de geçerli. Örneğin bir yanımızda Çin ortada duruyor. Tüm siyasi sorunlarına rağmen Tayland gelişmeye devam ediyor. Siyasi gelişmişliğiyle dikkat çeken ve demokrasiye yönelen Endonezya; Vietnam ve tabii ki Güney Kore ve Japonya. Bu bağlamda, Ortadoğu veya önemli ekonomik sıkıntılar yaşayan Avrupa’yla kıyaslanamayacak bir bölgede yer alıyor Malezya. Fakat bu imkanı olduğunca kullanamıyoruz.bölgede yani ASEAN içinde ve de genel itibarıyla küresel anlamda ekonomik olarak avantajları olan bir ülkeyiz ve çok daha iyi bir yerde olabiliriz. İşte bu bizim hedefimiz olmalı.

-Tüm bu davalar süreci, Malezya’da bir tür derin devlet yapılanmasının ürünüdür diyebilir miyiz? Bölgedeki örneğin Myanmar’da Suu Kyi, Tayland’da Thaksin örnekleriyle karşılaştırmak gerekirse gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

16 uzun yıl gerek benim gerekse ailem için son derece zorlu geçti. Fakat çoğu kişi şunu unutuyor. Sadece Enver İbrahim değil, aralarında milletvekilleri, siyaset liderleri, vb kişiler sudan sebeplerle mahkemelik oldular ve olmaya devam ediyorlar. Bu süreçte, devlet destekli medya tarafından ırkçılık temeline dayalı söylemler ve din adına yapılan bağnazlıklar sürekli gündemde yer aldı. Bu yayınlarda benim İsrail ve Yahudi yanlısı olduğum, Çin ve Hint kökenlilerin tarafında durduğum gibi. Öte yandan, el-kaide veya aşırıcılıklıkla yaftalandık. Ve bu süreçte, bu aptalca suçlamalara karşılık verecek maddi imkanlara sahip ol/a/madık. Ancak hala, insanların en azından sosyal medya yoluyla da olsa ülkede olup bitene vakıf olduklarını düşünüyorum.  2013 yılındaki seçimde gördüğümüz üzere halkın çoğunluğu mevcut hükümete desteğini çekmiş durumda.
-Sadece Malezya’da muhalefet lideri değil, aynı zamanda dünyada tanınmış önemli bir siyasetçisiniz. İslam coğrafyasında olan bitene dair bir mesajınız var mı?
Sadece benim bireysel olarak Malezya’da yaşadıklarım değil. Temelde İslam dünyasında niçin bu kadar çok yolsuz lider ve böylesine zayıf yönetimler üretiyoruz. Ve Müslüman halklar böylesine zalimce muamele görüyor. Binlercesi kurşunlanıyor, milyonlarcası evlerini yurtlarını terk etmek zorunda bırakılıyor. İslam öyle bir din ki, barış ve adaleti tesis eder. Bu din, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Benim çözüme katkı yapma konusundaki kararlılığım mücadeleye devamı gerektiriyor. Müslüman liderler öne çıkmalı. Devamlı olarak Türkiye’den Endonezya’dan örnekler vermem bazıları tarafından eleştiriliyor. Çünkü aynı görüşte olmasanız bile hükümeti adil bir şekilde eleştirebilmelisiniz. Bunu yapmaya hakkınız olmalı. Kurumlar da görevlerini hakkıyla yerine getirmeli. Bağımsız bir medya ve özgür bir yargı sistemi olmalı. Serbest ve adil seçimler yapılmalı ki, insanlar özgürce geleceklerine karar verebilsinler. Benim için önemli olan işte bunlar. Çünkü şayet medya ve yargı sistemi bağımsız olursa hükümet eleştirilebilir. Örneğin, dar gelirliler için emlak politikası nedir, nasıl olmalı? Kamu sağlık sistemi nasıldır? Asgari ücrette durum nedir? Liderlerimizin yanlışlıklarını ve yolsuzluklarını eleştirebiliyor muyuz? İşte bu nedenle sürekli Malezya halkına dönerek ‘Şöyle bir sınırlarımızın ötesine bakın’ diyorum. Örneğin Endonezya’ya bakın. Şaşırtıcı bir gelişme gösteren Türkiye’ye bakın diyorum. Geçmişteki sorunları halletmekle kalmıyorlar aynı zamanda komşu ülkelerdeki siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle yaşanan gelişmeler karşısında konum alıyorlar. Biz Malezya olarak böyle bir sorunumuz yok. En yakınımızdaki sorunlu ülke Myanmar. Tabii, Myanmar dünyadan yalıtılmış bir ülke. Kendi halkına adaletsizlikten başka komşu ülkelere bir zararı yok. Myanmar da bile, özgürlüğe, daha demokratik seçimelere, özgür bir medyaya doğru bir yönelim gözlemleniyor.



[1]Dato Onn Bin Cafer, 1946 yılında Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nu (UMNO) kuran lider. 1951 yılında parti politikalarında anlaşmazlık sonucu görevinden ayrıldı. Yerine, İngilizlerin de müdahalesiyle ülkenin daha sonra kurucu babası olarak anılacak olan Tunku Abdul Rahman getirildi. 

7 Şubat 2015 Cumartesi

Jokowi'nin Malezya’dan Beklentisi Var mı? /Any Expectations of Jokowi From Malaysia?

Mehmet Özay                                                                                                                    7 Şubat 2015

Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo (Jokowi), Malezya Federal Sultanı Abdul Halim Muazzam Şah’ın konuğu olarak iki günlük resmi ziyaret için Malezya’da. Perşembe günü Kuala Lumpur’a gelen Jokowi’nin bu ilk yurt dışı gezisi. Tabii daha önce Çin’de APEC, Myanmar’da ASEAN ve Avustralya’da G-20 zirvesine katılmasını unutmuyoruz. Ancak bu iki ziyaret deuluslararası birlikler çerçevesinde gerçekleştirilmesi dolayısıyla farklı kategoride değerlendiriliyor. Dolayısıyla Jokowi’nin Malezya’ya yaptığı ziyareti ilk ziyaret olarak adlandırmakta bir mahsur yok. Öte yandan, Jokowi yönetiminin Malezya’yı ilk ziyaret edilecek ülke olarak seçmesinin pek çok nedeni bulunuyor. Aynı ırka mensup milletler olmasının ötesinde, geniş sınırları paylaşan, ASEAN gibi bölgesel birliğin iki önemli ülkesi olmaları Endonezya ve Malezya ilişkilerini her daim önemli kılmıştır. Ziyaretin Malezya Federal Sultanı’nın davetince gerçekleştiriliyor olmasa da Sultan(ların) ülke siyasetinde ve uluslararası siyasette rolleri olmaması, Jokowi’nin Kuala Lumpur’a gelişi sembolik olarak algılanabilir. Ancak bu pek de öyle değil. Davetin gerçekleştirilmesinde Endonezya’da Devlet Başkanlığı sisteminin varlığı, davetin en üst organ olan Sultan’dan gelmesini gerektiriyor. Bu da Malezya Başbakanı ve Hükümetin sultandan talepte bulunmasıyla gündeme geliyor. Sadece o kadar...

Peki bu ziyaretten neler bekleniyor? İlk olarak Endonezya’nın ekonomik kalkınmasında yapısal onarımlara ihtiyacının karşılanması; ikinci olarak iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve üçüncü olarak da ASEAN’de sosyo-ekonomik ve siyasi yapılaşmaların ele alınması olarak belirlemek mümkün. Bu üç olgu hakikaten Jokowi’nin dosyasında bulunuyor mu emin değilim ancak, olması gerekenler noktasından hareketle dile getirdiğimi belirteyim. Bununla birlikte, iki ülenin ırksal benzerliğinden hareketle iki ülke arasında her şeyin süt liman gittiğini zannedenlerin yanılgı içerisinde olduğunu söyleyebilirim.  Bu hususlara tek tek göz atmakta fayda var.

Bu ziyaret, yolsuzluğu ortadan kaldırma, endüstriyel kalkınma hamlesine girişme, denizcilik sektörünü canlandırma gibi ‘mega’ vaadlerle gelen Jokowi’nin komşu ülke Malezya ile hangi alanlarda ortaklıklar yapılabileceğini araştırması anlamı taşıyor. Jokowi’nin seçim vaadleri çerçevesinde alt yapı yatırımlarına hız verilmesi, dış yatırımın önünü açacak yasal düzenlemelere gidilmesi gibi aciliyet gerektiren işlerde Malezya’nın tecrübelerine ihtiyacı olduğuna kuşku yok. Bu anlamda, Malezya, görece kalkınmış ülke görünümü sergilerken, teknolojik ve kurumsallaşma konusunda Endonezya’ya desteği göz ardı edilemeyecek bir potansiyele sahip ülke olduğu da gerçek. Aslında tarihsel performansa ve beklentilere bakılırsa tam tersi olması gerekirdi. Örneğin, Malezya Ulusal Petrol Şirketi (Petronas) kurulduğunda, model olarak Endonezya Petrol Şirketi’ni (Petronas) model almıştı. Bugün gelinen noktada ise, Petronas’ın alanında küresel bir tanınırlık yakaladığı, Petronas’ın ise yolsuzluklarla çalkalandığı dikkate alınırsa, Endonezya’nın aradan geçen otuz kırk yıllık süre zarfında sadece bölgesinde değil, küresel olarak neler kaybettiğine dair ipucu verir. Belki de Endonezya’nın yeni yönetimi, Petronas’ın nasıl olup da bu yarışta geri kaldığını iyi çalışmaları ve analiz etmelerinde fayda var. Böylece enerji sektöründen başlayıp, petrokimya, alt yapı, tarım teknolojileri gibi alanlarda nasıl bir yol haritası izlenebileceğini tespit edebilirler. Tabii Petronas’da yolsuzlukların alıpbaşını gittiğini söylerken, Malezya’nın yolsuzluk olgusundan azade olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak burada Malezya ile Endonezya yönetim biçiminin birbirinden ayrılan noktalarının öne çıktığını ilk elden tespit etmek gerekir. Bu noktada, Malezya’da 57 yıldır aynı iktidar aygıtı üzerinde rol alan ‘aynı’ aktörlerin kendi içerisindeki yapılaşmasının geniş kitliler nezdinde algılanamazlığı dikkat çekiyor. Öte yandan, Endonezya’da üniformalarını çıkarmış, sivilleşme çabası içerisindeki eski askerler tarafından uzun süredir yönetildiğini; ordunun kendi ekonomisini yaratan araçlara tümüyle hakim olduğunu ve bunun şu veya bu şekilde yerel yönetimlerden merkezi yönetimlere kadar sivillere ait olduğu şeklinde tezahür eden yapılaşmalarla arasındaki karmaşık ilişkilerini unutmamak lazım. 

İki ülke örneğinde biri gizli, biri açıktan tezahür eden yolsuzluk örnekleri kuşkusuz ki, iki ülkenin baş etmesi gereken hususların başında geliyor. Malezya’da bu yapılaşmanın ciddi bir şekilde gündeme gelmemesinin belli başlı nedenlerinden biri, bunu ‘absorbe’ edebilecek gelirlerinin çokluğundan kaynaklanırken; Endonezya’da ayyuka çıkmasının pek çok sebebi bulunuyor. Bu bağlamda, her iki ülkede ‘Yolsuzlukla Mücadele Kurumları’nın nasıl çalıştığına göz atmak ilginç veriler sağlayacaktır. Dolayısıyla, Endonezya’nın ekonomik kalkınmasını gerçekleştirmede tabiri caizze, unu, şekeri, yağı varken helvayı bir türlü yapamamasının öncelikle yolsuzluk pratiklerinin teker teker ortadan kaldırılmasıyla birincil derecede ilişkisi var. Burada çok küçük bir misal vereyim. Merkezi hükümet, yani Cakarta’da Köy Kalkınması veya ilgili bir Bakanlık tarafından köylerin kalkınması için ayrılan bütçenin köylüye ulaşana kadar kaça ‘aşamadan’ geçip, bu aşamalarda sivil askeri bürokrasi tarafından kaç defa ‘tarümar’ edildiğini ve akabinde köylünün eline geçen miktarında öyle kalkınmayı sağlayacak bir boyutta olmadığını görebiliriz.

Kalkınmada en önemli araçlardan biri olan insan kaynakları noktasında Endonezya’nın bir eksiğinin olduğunu söylemek güç. Ulusal üniversiteler noktasında, örneğin Tıp Fakülteleri gibi Malezya’nın önünde olduğu alanlar bile var. Ancak devlet veya özelde bürokrasiye adımını atan yetişmiş elemanların halka hizmet yerine, kendileri ve yakın çevrelerine ve de içinde yer aldıkları ‘yolsuzluk ağlarından’ kurtulup halka ulaşmada onulmaz sorunlarla karşılaşmaları çözüm bulunmasını sürecine de sekte vuruyor. Bununla ilgili en canlı örnek, halen bugünlerde Endonezya basınında gündemi teşkil eden Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ataması yapılan, ancak Yolsuzlukla Araştırma Kurumu’nun yolsuzluk iddialarıyla ilgili belgeleri hükümet yetkilileri ve kamuoyuyla paylaştığı Budi Gunawan geliyor. Bu polis şefinin kabarık banka hesaplarını oluşturan meblağ, ülkenin dört bir yanındaki diğer astların tayinleri için kendisine yaptıkları ‘bağışlarla’ oluşmasından teşekkül ediyor. Ya da ‘Aman oğlum asker olsun, hayat boyu ezilmesin’ düşüncesiyle hareket eden aileler, tüm birikimlerini orduya başvuru sürecinde oluşturan kurullardaki ağlara ‘havale ederken’, aslında oğullarının da gelecekte aynı ağ/lar/ın bir ‘üyesi’ olacağını da herhalde kestirmiş olmalılar ki, çocuklarının ömür boyu ezilmeyeceği öngörüsünde bulunuyorlar. Bunu sadece Emniyet Genel Müdürlüğü veya ordu bünyesinde değil, tüm kurumlar boyutunda ele aldığınızda nasıl bir şeffaf yönetimle karşı karşıya olduğunuzu anlayabilirsiniz.

İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusuna gelirsek, karşımıza Endonezyalı göçmen işçiler, sınır anlaşmazlıkları, gibi önemli hususlar çıkıyor. Özellikle resmi rakamlara göre iki milyon gayri resmi rakamlara göre dört milyonu bulan Endonezya işçilerin çalışma şartları hiç de öyle aynı ırka mensup kardeş ülke nosyonuna uygun bir noktada bulunmuyor. Son dört yılda, Endonezya’dan işçi alımını durdurulmasından, hükümetlerarası görüşmeler yapılarak bu sürecin yeniden başlatıldığı gibi karmaşık ve de çelişkili ilişkilere konu olduğu gözleniyor. Bu süreci zora sokan ise özellikle ev işlerinde çalıştırılan Endonezyalı bayanlar ile palmiye plântasyonlarındaki işçilere ödenen ücretler ve maruz kaldıkları muameleler dikkat çekiyor. Bu konuda piyasa kurallarının işlemesi ırksal, dinsel ve de kültürel benzerliği olduğu ileri sürülen iki ülke ilişkilerinde öne çıkan ve de probleme yol açan husus oluyor. Gümrüklerde Endonezya vatandaşlarının maruz kaldığı yaklaşım ise cabası. İnsanın aklına, acaba ilk olarak 1786 yılında o dönem ki adıyla Malaya topraklarına çıkan ve ardından peyderpey ülke topraklarına ‘nüfuz eden’ İngilizlere bu gümrük şartları uygulandı mı diye sorası geliyor.  Öyle ya, ana gümrüklerde başta Endonezya vatandaşları olmak üzere sorguya çekilenler Asyalılar olup ortada ‘beyaz adam’ (orang buleh) olmadığına; ve gümrük görevlilerinin “Burası Endonezya değil, Malezya” tarzında aşağılayıcı yaklaşımları olduğuna göre, ortada yanlış giden bazı şeyler var. Bu noktada, Gümrük Müdürlüğü, kurumun İslamizasyonuna (Islamization of Custom Management) karar verir mi bilmiyorum ancak, kimsenin kimseden farkının olmadığının görülmesi ve pratiğe geçirilmesi gerekiyor.

İki ülke arasında Malaka Boğazı, Sulawesi Denizi ve Güney Çin Denizi’nde var olan sınır anlaşmazlıkları görüşülecek konular arasında geliyor. Bununla birlikte, sınır anlaşmazlıklarının Güney Çin Denizi’ndeki Çin’in güdümünde bir sürece maruz kaldığı gibi, benzer şekilde devasa bir problem teşkil etmeyeceğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte, sorunu çözme yöntemlerinin en azından bölgedeki diğer ülkelere örnek teşkil etmesi gerekir. Endonezya’nın son olarak Filipinler’le benzer bir sorunu masa başında halletmesi iyi bir gelişme olarak yorumlanabilir.
Jokowi’nin gündeme getirtiği ‘denizcilik’ konusundaki politikaların yapılandırılması konusunda, bölgeye şöyle bir göz atıldığında herhalde Malezya’dan daha iyi bir partner bulamaz. Bu noktada, teknolojide işbirliği, denizlerin ve su yollarının güvenliği, çevre koruma gibi askeri yapılanmadan ziyade daha insani yönlerinin öne çıkartılacağı politikaların yürürlüğe konması beklentisi içinde olunmalı.

İki ülke işbirliğinin bir diğer önemli boyutu ise doğal afetlerle mücadelede yatıyor. Özellikle her yıl Haziran ayından başlayarak dört beş ay boyunca Malezya, Singapur semalarını kaplayan duman bulutlarının sökün ettiği Sumatra Adası’nda tüm kurumsal yaptırımlarıyla harekete geçirilmesi Jokowi’den beklenen pratik adımlardan biri olacağına kuşku yok. Her ne kadar, Sumatra Adası’ndaki dev plantasyonlarda veya zengin yağmur ormanlarının tarım arazisi olarak açılmasında mülkiyet Malezya ve Singapur’dan uluslararası şirketlerin de içinde bulunduğu gruplara ait olsa da, yasaların uygulanması Endonezya makamlarının sorumluluk alanında. Tabii burada gene aynı konu gündeme geliyor. O da yolsuzluk... Çevre-Orman ve Tarım Bakanlıkları yetkililerinin uluslararası şirketlerden nemalanmaları karşısında gözlerini ‘dumanlara’ kapamaları sorunun halledilmesi anlamına gelmiyor, aksine giderek büyüyen ve küresel bir sorun olarak sonuç veriyor.

ASEAN bağlamında iki ülkeyi birlikte hareket etmeye zorlayacak çok daha önemli hususlar var. Bu noktada, sadece Endonezya’nın ASEAN’ın en büyük ekonomisi olması, Malezya’nın 2015 yılı ASEAN dönem başkanı olması gibi teknik hususların dışında, Müslüman-Budist dünyasının buluşma noktası olarak öne çıkan ve bugüne kadar bu bağlamda pek de ele alınmamış özelliği üzerinden sadece Müslüman azınlıklar değil, ezilen-ayrımcılığa maruz kalan tüm azınlık kitlelerin hak ve hukuklarının korunması noktasında, zaman zaman modellikleri, Müslüman nüfusunun çoğunluğu gibi olgularla öne çıkartılan Malezya ve Endonezya’nın çok ciddi ve sağlam adımlar atması gerekiyor. Bu çerçevede, Malezya hükümeti 2015 yılı dönem başkanlığı çerçevesinde “insan merkezli ASEAN” sloganını gündeme getirirken, herhalde başta tekil ülkeler içerisindeki dini/etnik azınlıklar sorunları kadar, ülkeler arası yasal ve yasal olmayan göçlere konu olan başta Arakanlılar olmak üzere tüm etno-dini azınlıkların haklarını gözetmek ve bunu yapısal temellere oturtmak bir sorumluluk olarak algılanmalı. Tabii bunun için de sadece hükümet binalarında üretilen ‘sloganlar’ değil, çok ciddi sivil toplum yapılaşmalarına, araştırma kurumlarına, üniversiteler görev düştüğünü söylemek gerekiyor. Bu unsurlar bugün ortada değilse, önce Malezya ve Endonezya bu konuda girişimlerde bulunarak ASEAN ülkelerine öncülük etmelidir.


Jokowi’nin ziyaretinin tarihi bir anlam ifade etmesi ve Endonezya’da oluşturmak istediği sosyo-ekonomik ve siyasi değişim süreçlerini ASEAN geneline yayılmasını istiyorsa, yukarıda zikredilen hususlara öncelik verilmesi kaçınılmazdır.