27 Temmuz 2022 Çarşamba

Medan’da çok kültürlülük örneği: Tjong A Fie hikâyesi / A sample of multiculturalism in Medan: The story of Tjong A Fie

Mehmet Özay                                                                                                                            27.07.2022

Malay Takımadaları veya Nusantara olarak da anılan bölgedeki pek çok şehir gibi, Kuzey Sumatra’daki Medan şehrinin de, çok kültürlü çok dinli yapısı bize sıradan bir anlatı gibi gelebilir…

Ortak hedef: çok kültürlü çok dinli

Bu noktada, genel itibarıyla çok kültürlülük çok dinlilik olgusu, farklı dini ve kültürel yapıların birbirinden ayrışık yapılar halinde kamusal mekânı paylaştıkları intibaı uyandırıyor.

Bu yaklaşımda haklılık payı olmakla birlikte, Medan şehrinde karşılaşılan örneklerden biri, aslında bunun istisna olmadığını, hatta konu üzerinde daha çok araştırdıkça, bunun istisna olmaktan çıkabildiğini gösteren başka unsurların da olduğuna işaret ediyor.

Burada dikkat çekmek istediğim örnek, Çon Afe’nin (Tjongg A Fie) yaşamı ve kişiliği… Adının da ortaya koyduğu üzere bir Çinli’den bahsediyoruz…

Bu örnek bize, kendisi de bir dışarlıklı olan Tjong A Fie’nin, geniş bir toplumun merkezinde nasıl olabildiğini bir başka deyişle, farklı bir toplumdan ve dinden olup da onun yerli toplumlar ile dışarlılıklı toplum kesimlerine nasıl ulaşabileceğini gösteriyor. 

Bu yapıyı bize kanıtlayan, birbirinden güzel fotoğraf kareleriyle bir belgesel işlevi gören Tjong A Fie’nin müze haline dönüştürülmüş olan muhteşem konağıdır…

Güney Çin’den Kuzey Sumatra’ya

19. yüzyıl sonlarında Sumatra Adası’nda endüstriyel tarımın gelişmesine paralel olarak tıpkı benzerleri gibi Tjongg A Fie de Çin’in Güney bölgesinden, Hakka toplumuna mensup, Sumatra Adası’na göç etmiş bir kişi. Daha doğrusu önce abisinin bölgeye gelmesi ve ardından kendisinin sürece dahil olması bir aile sürecinin de varlığına işaret ediyor.

Tjong A Fie’nin hikâyesinin tamamını bu kısa yazıda ele almak mümkün değil. Ancak, Tjong A Fie’yi benzerlerinden ayıran husus, onun salt bir iş adamı değil, aynı zamanda ve bunun da ötesinde bir kültür ve toplum müteşebbisi olmasıdır.

O zamanlar varlıkları hâlâ devam eden Deli, Serdang, Asahan, Langkat gibi bölgenin asli unsurların teşkil eden sultanlıkların egemen olduğu bölge genel itibarıyla Kuzey Sumatra olarak adlandırılırken, başta Hollanda sömürge yönetimi olmak üzere yerli sultanlar ve iş çevrelerinin de tütün (tembako), çay (teh), kahve (kopi), kauçuk (karet), Hindistan cevizi (kelapa) gibi endüstriyel ürünlere konu olan plântasyonlar şeklinde yatırımları gündeme gelmiştir.

Medan şehri de, hem Ada’nın örneğin Minangkabau, Nias Adası, Karo, Toba-Batak, Açe gibi farklı bölgelerinden, hem de Güney Hindistan, Çin, Java Adası gibi dışardan aldığı göçlerle gelişen bir şehir niteliği taşıyordu.

Söz konusu bu dış göçlerin özellikle Penang Adası ve Singapur Adası üzerinden olduğunu belirtmekte yarar var. Tjong A Fie’nin Medan’a gelişi de, tastamam böylesi bir sürecin ürünü veya sonucu diyebiliriz.

Geleneksel-dini yapı: Konfüçyüscülük

Güney Çin’in fakir ve yoksul köylülerinin nasıl olup da, Takımadalar bölgesinde ticaretin odağına yerleşebildikleri meselesi ayrı bir çalışma konusu olsa da, neredeyse Çinlilerin kahir ekserisinin ortak niteliği disiplinli ve çalışmaya tutkun olmalarıdır.

Aslında bu tipik göçmen kitlelerinin özelliği gibi gözükse de, Takımadalar bölgesinde Çinlilerin neredeyse her noktada bu özelliği sergilemiş olmaları, oldukça dinamik bir sürecin varlığına işaret ediyor.

Tjong A Fie de, bu süreçte gayet aktif bir şekilde yer alan bireylerden biri…

Yukarıda çalışkanlıklarına ve disiplinli yaşamlarına dikkat çektiğim Çinlilerin geleneksel ve kültürel olarak aidiyetlerinde Konfüçyüscülüğün etkisi bugün bile akademik dünyada gündeme getirilmektedir.

Sosyal yatırımcı

Tjong A Fie de, ticaret ve yatırım süreçlerinde elde ettiği önemli gelirini kendisi ve ailesi için tüketmek yerine, eğitim başta olmak üzere toplumsal dayanışma ve refah için harcamaya yönelmesi onun tipik bir Konfüçyüscü özelliğine sahip olduğunu ortaya koyuyor.

İş dünyasındaki başarısı, onun gayet önemli bir idareci niteliği taşıdığını ortaya koyarken, dönemin önemli bankalarından biri olan Deli Bankasının kurucusu olması onun aynı zamanda bir ekonomist olarak da gündeme geldiğine işaret ediyor.

Tjong A Fie, iş dünyasında sergilediği bu hususiyetlerini sosyal yaşama da taşımasını bilmiş. Bunun somut ifadelerinden biri Tjong A Fie’nin Medan’daki Çin toplumunun liderliğini yapmasıdır.

Bu durum, hem Çin toplumunun onu benimsediğini, hem de bu topluma önderlik etmek suretiyle gerek sömürge yönetimiyle gerekse sultanlık çevreleriyle ilişkilerini karşılıklı anlayış ve çıkarlar doğrultusunda geliştirebildiğini gösteriyor.

Toplumsal çevresini, Konfüsyüscü ve/ya Çin kökenlilerle sınırlamayan aksine, aralarında Müslümanların da olduğu farklı etnik ve dini grupların sosyal refahı için de okullar, tapınaklar, hastaneler ve gibi kamusal kurumlara yatırım yapan, bir anlamda tam bir ‘hayratçı’ kişiliği ile öne çıkan Tjong A Fie aslında yaşadığı toplumun tam da odağında yer işgal ediyor.

Bu özelliğinin bir diğer yansıması, Tjong A Fie’nin bölgedeki sultanlık aileleri ile Avrupalı sömürgeci yöneticiler, iş çevreleri vb. gruplara da yakın etkileşim halinde olmasıdır.

Tarihi konak ve gerçeklik

Tjong A Fie’nin konağı günümüzde halen şehrin merkezinde varlığını koruyor…

Bir müzeye dönüştürülmüş olan muhteşem konakta, ana cadde ile konağı ayıran geniş bahçesinden ve mimari unsurlarından başlayarak, farklı odalarının üstlendikleri işlevleri ve tasarımlarında Malay dünyasından, Avrupa’dan, Çin’den gelen çok kültürlü bir yapının birarada yer aldığı ince bir zevke tanık olmak mümkün.

Çalışma odası, misafir kabul salonu, yemek salonu, günün yorgunluğunun giderildiği küçük bahçe, mutfak vb. birimler işlevleri kadar, farklı konuklara yönelik unsurlarıyla da ortaya çıkıyor. Örneğin, dönemin Deli Sultanı’na saygısı üzerine odalardan birini Malay inceliği ve zevkine göre donatmış olması bunlardan biri.

Yemek salonu ise, renkli Çin porselenleri ile donatılmış geniş ve uzun masa aslında Tjong A Fie’nin gayet yoğun bir sosyal yaşamı olduğunun bir başka ifadesi. Neredeyse bütün odalardaki eşyalar yüzyılı aşan dönemdeki yapılarını koruyor…

Konağın her bir odası, her bir koridor geçişi, küçük avluları, balkonları zevk ürünü olduğu aşikar çeşitli objelerle süslenmiş. Aslında süslenmiş demek yerine, Tjong A Fie’nin yaşadığı dönemin doğrudan bir ifadesi olacak şekilde korunmuş demek daha doğru olur.

Duvarları süsleyen siyah-beyaz fotoğraflar sadece bir ailenin değil, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Medan şehrinin öz bir anlatısı gibi. Bu fotoğraflar, yukarıda kısaca dikkat çekmeye çalıştığım Tjong A Fie’nin sosyal yaşamı zenginleştiren yardımsever kişiliğinin nasıl farklı kesimlerle biraraya geldiğini kanıtlıyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/07/27/medanda-bir-cok-kulturluluk-ornegi-tjong-a-fie-hikayesi/

24 Temmuz 2022 Pazar

Üniversite tercih günleri: Hangi öğrenciyi seçmeli? / University selection days: Which student right to select?

Mehmet Özay                                                                                                                            24.07.2022

Üniversite sınav sonuçlarının açıklanması, yeni bir maratonun başlaması anlamı taşıyor…

Sınavda alınan puanlarla, hangi üniversitenin hangi bölümünde öğrenim görme imkânı/şansı bulunacağı meselesi hiç kuşku yok ki, öğrenciler ve aileleri için gayet önemli bir durum.

Bununla birlikte, kendinde bir öğrencinin bu konuda çoktan karar verdiği düşünülebilirse de, çoğu öğrencinin kararsızlığı, aile yönlendirmesi veya baskısı, arkadaş sevgisi veya sevdalısı olma vb. değişik faktörlerin, öğrencilerin üniversite ve bölüm seçimlerinde etkin olduğuna tanık olunmaktadır.

Çıkarcı ve kapitalist eğilim

Üniversite ve bölüm seçiminde bir diğer dikkat çekici faktör ise, giderek neredeyse her yüksek-öğrenim kurumunu içine alacak şekilde yaygınlaştığı görülen, çeşitli içerikleriyle burslardan yararlanabilme arzusudur…

Öyle ki, sadece bu arzuyla bile üniversite ve/ya bölüm seçen öğrencilere rastlamak bile mümkündür…

Bu durum, hem yüksek-öğretim kurumları özellikle de ‘özel’ üniversiteler, hem de öğrenciler ve veliler açısından ödüllendirme bağlamı öne çıkartılsa da, bunun arka plânında çıkarcı ve kapitalist bir ilişki türünün olduğu da oldukça yaygın bir durumdur.

Bu noktada, öğrencilerin üniversite ve bölüm seçimleri medyanın çeşitli kollarında öne çıkartılırken, adına artık pek de ‘vakıf’ denemeyecek hüviyetleriyle gündeme gelen ve aslında tam da, “özel” sıfatıyla anılması gereken yüksek(!)-öğretim kurumları -veya daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz üzere, ‘üniversite’ yerine ‘yüksek lise’ olarak adlandırılmayı hak edecek bir düzey belirlemiş olan bu kurumlar- çeşitli tahrik edici, mitsel içerikli sloganlar ve bunlara eklemlenen maddi sumunmalar ve hediyelerle kapılarını yeni müşterilerine açıyor.

Bu durum, yüksek-öğretim amaç ve ilkeleri, ne tür ilmi faaliyetler ortaya konması, nasıl bir öğrenci yetiştirilmesi ve topluma ne tür bir birey kazandırması vb. soruların gündeme pek de getiril/e/mediği bir yapının varlığın işaret ediyor. Haddi zatında olan biten bu durum, üniversite/’yüksek lise’ pazarı veya panayırı adıyla anılacak bir garabeti içinde barındırıyor.

Tercih ve anlam

Bu noktada, üniversite tercih günlerinin yaşandığı şu günlerde toplumun neredeyse önemli bir bölümü bu sürecin bir yerinde kendine yer buluyor.

Böylesine önemli bir konu kamuoyu önünde varlığını ortaya koyarken, yüksek-öğretimin ne anlama geldiği; öğrencilerin yüksek-öğretim kurumlarından beklentileri; genel itibarıyla yüksek-öğretim özelde bu yapı içerisinde özgün bir yeri olması beklenen ve adına ‘araştırma’ üniversiteleri denilen kurumların, ‘hangi öğrenciyi ve niçin seçmesi’ gerektiği vb. konular gündemde tartışılması gerekir.

Tuhaf başlık!

Yukarıda dikkat çekilen sürecin önemine ve popülaritesine kuşku olmamakla birlikte, yazının başlığında bir tuhaflık da sezilmiş olmalı diye düşünüyorum.

Tuhaflığın, öğrencilerin üniversite tercihi yapması yerine aksine, bilim üretim merkezi olması beklenen yüksek-öğretim kurumlarının söz konusu bu vasfına uygun şekilde öğrenci seçmesi beklentisi olduğu düşüncesini gündeme getirmemekten kaynaklandığı söylenebilir.

Evet, bu anlamda doğru… Yazının başlığı ve vermek istediği mesaj tam da bu.

Bu husus, sadece öğrencinin girdiği sınav türünden aldığı puanı dikkate almakla yetinmeyen aksine, üniversite yönetimlerinin, fakülte ve bölüm sorumlularının kendi uzmanlık alanları ve eğilimlerine uygun şekilde, bilimi, bilimsel faaliyeti ve bilimsel üretimi öncelleyen koşullarla öğrenci seçimi yapması anlamına gelir.

Bu yaklaşımı, ‘bilimsel ahlâk’ ve ‘bilimsel disiplin’in ilk etabı olarak görmek herhalde yanlış olmayacaktır. Özellikle de, üniversite adının önünde ‘araştırma’ sıfatını taşıyan kurumların, bu konuda öncü rol oynaması beklenirken, aynı zamanda bu kurumların söz konusu bu alanda ne türden mesafeler kaydettikleri meselesi de, bir o kadar ‘araştırılmaya’ muhtaç bir konudur.

Şayet ‘araştırma üniversitesi’ olgusu, sadece Batılı ülkelerdeki muadillerini taklitten ibaret değilse; araştırma olgusu ve yaklaşımı, bu kurumlara dışardan zorla giydirilmemişse; kurumsal popülariteye endekslenmiş bir anlayışa tekabül etmiyorsa, hiç kuşku yok ki, söz konusu bu kurumların üstlendikleri ‘araştırma’ sıfatını hak edebilmelerinin şartlarından biri de, öğrenci seçiminde kendini ortaya çıkmaktadır.

En azından, bu konuda uygun bir tartışma zemininin gündeme getirilmesinde yarar var.

Bu durum, bize üniversite öğretiminin ne anlama geldiği -ya da içinde bulunduğumuz durum dikkate alındığında-, ne anlama gelmesi gerektiği üzerinde tartışma imkânı sunmalıdır.

Üniversite-meslek dikotomisi

Tam da bu noktada, şu günlerde üniversite önlerinde kuyrukta bekleyen öğrencilerin kahir ekserisinin, bu kitlenin ebeveynlerinin, yakın çevrelerinin ve hatta kapısında bekledikleri kurumlarda öğretim görevlisi olan kitlenin önemli bir bölümünce yüksek-öğretimi bir meslek edinme mekânı kabul ettiklerine kuşku yok.

Bu noktada, yüksek-öğretim kurumları bilgilenme, bilginin peşinde koşma, bilgi üretme ve paylaşma gibi fenomenlerin var olduğu mekânlar olmak yerine, öğrenciler ve de ebeveynleri için hak edilip edilmemişliği sorgulan/a/mayan, salt sahip olunacak beş yıldızlı diplomaların edinildiği ve bir an önce kapitalist dünyanın kapısından içine girilebilmesi için hızla bitirilmesi gereken bir süreç olarak algılanmaktadır.

Bu durum, üniversite kurumunun ne anlama geldiğine dair sorgulayıcı bir tutum takınmamız gerektiğinin ne denli aciliyet arz ettiğini ortaya koyuyor.

Öncelikle tartışmaya, “acaba yüksek-öğretim kurumları meslek edinme kurumları mıdır?” sorusuyla başlamakta yarar var. Bununla birlikte, söz konusu bu sorunun yüksek-öğretimi de aşan bir boyuta sahip olduğuna kuşku bulunmuyor.

Öyle ki, ortaokul-lise düzeyinde ‘meslek grubu okullarının’ varlığı ile yüksek-öğretimin meslek edinme kurumları olarak algılanması arasında bir tezat kendini ortaya koyuyor…

Sorunun bir başka boyutunda kalıplaşmış bir anlayış yattığını itiraf etmek gerekir. O da, hakiki bir meslek sahibi, meslek erbabı olmak yerine, geçmişte adına diyelim ki, ‘düz lise’ denilen yapıdan mezun olup, herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümünü bitirdikten sonra, devlet kurumlarının birinde memur olarak istihdamı da meslek olarak telâkki eden düşüncenin, bugün de azımsanmayacak bir çevrede hakim olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında, bu kısa yazıda dile getirmek istediğimiz tam da bu husustur.

Yeni bir yaklaşım ya da fenomenal değişim ihtiyacı

Burada temel bir ayrışmanın ortaya konması gerekir…

Nihayetinde, yüksek-öğretim kurumu bireyin ilgili bilim dallarında araştırma, yayın, akademik etkileşim/işbirliği, bilimsel gelişmeye katkı vb. süreçlerde yer almasını sağlar. Bunlar, gayet temel amaçlar ve gerçekleştirilmesi mümkün hedeflerdir.

Bu durumu teyide veya kanıtlamaya ihtiyaç yok… Ancak illâ ki, kanıt aranacak ise, modern zamanların ekonomik modernleşmesini gerçekleştirmiş ülkelerinde meslek edinimi ile yüksek-öğretimin ilişkisi farklılaşmasına dikkat çekilmesinde yarar var.

Bir başka kanıt ise, ülke olarak gerek sosyal/insani, gerek fen bilimlerine ne türden katkılar yapıldığı ve ilgili alanlarda ne türden çığırlar açıldığına; bugün neler yapıldığına ve yarın için ne gibi gelecek projeksiyonları sunulduğu vb. sorulara/yaklaşımlara verilecek cevaplarda saklıdır.

Bunun dışında, Türkiye ve benzeri gibi ülkelerin, kendi toplumsal gerçekliklerinden hareketle yüksek-öğretim sorununa yeni açılımlar geliştirebilecek bir zemine sahip olması gerekir düşüncesini, açık yüreklilikle ve cesaretle ifade etmekte yarar var.

Bu noktada, taklitçilik zihniyeti yerine, toplumsal gerçekliklerden hareketle, yerinde ve olgun bir çabanın ortaya konması, haddi zatında tam da, yüksek-öğretim kurumlarında görev yapan akademisyenlerce gündeme getirilmesi gereken bir husustur.

Sorun ne?

Yüksek-öğretim kurumları, devlet memuru veya muadili alanlara kadro yetiştiren kurumlar değildir ve olmamalıdır.

Şayet üniversite mezunlarından beklenti nitelikli memur, nitelikli işçi, nitelikli vatandaş vb. yetiştirilmesi olduğu iddiası ise, bu husus dahi tek başına gayet problemli bir duruma tekabül etmektedir.

Böylesi bir kadro ihtiyacının varlığı, modern kurumsal yapıların bir zorlamasından kaynaklandığına kuşku olmasa da, bu ihtiyacın giderilmesinde yeni kurumsal yapıların hayata geçirilmesi gerekir. Aksi halde, uzunca bir süredir tanık olunduğu üzere, olan biten üniversite kurumunun hak etmediği bir kurumsal dejenerasyona tabi tutulması olacaktır.

Oysa, yüksek-öğretim kurumları bölgenin, ülkenin ve hatta bu kurumlardaki yetkili/sorumlu ve akademisyenlerin güçleri, niyetleri var ise, küresel sorunlara çözüm olabilecek bilimsel faaliyetlerin gerçekleştirildiği yer olmalıdır.

Bu noktada, yukarıda dikkat çekilen ‘meslek liseleri’ varlığının, yaşadığımız ülkede bize ne anlattığı, ne gibi çözümler sunduğu, ne türden sorunları içinde barındırdığı gibi hususları da incelemeyi gerektirmektedir.

Şayet meslek liseleri ilkeler ve amaçlar noktasında verimsiz ise, bu verimsizliği milyonlarca kitleyi üniversitelere yönlendirerek çöz/ebil/mek mümkün gözükmemektedir. Nihayetinde, yazının ana vurgusu olan, ‘üniversiteler meslek edindirme yerleri değildir’ argümanı, böylesine var olan/mevcut yapılaşmayla tezat içermektedir. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/07/24/universite-tercih-gunleri-hangi-ogrenciyi-secmeli-university-selection-days-which-student-right-to-be-selected/

20 Temmuz 2022 Çarşamba

Malay toplumlarını anlama çabasında duygusal ve bilgi temelli ikilemini aşmak / Overcoming the dilemma between emotional and knowledge based approach in order to comprehend the Malay societies

Mehmet Özay                                                                                                                            21.07.2022

Müslüman toplumların birbirlerini anlama ihtiyacı duyması bir zorunluluktan öte, bir sorumluluk olarak telâkki edilmelidir. Bu noktada, bir Müslüman için veya Müslümanca düşünce için, bu sorumluluk duygusunun gayet doğal olduğuna kuşku bulunmamaktadır.

Bununla birlikte, Müslüman toplumların karşılıklı olarak birbirlerini bilme eyleminin ve bu eylemi ortaya koyacak araçların ve mekanizmaların öyle üstesinden kolay kolay gelinecek nitelikte olmadığı da ortadadır.

Söz konusu bu araçların ve mekanizmaların ağırlığı, tek tek Müslüman bireyleri ve toplumları bilme eylemiyle aralarına mesafe koymalarına ve hatta uzaklaşmalarına yol açmaktadır.

Bunun yerini, geriye kala kala, bir tür manipülatif aygıt olarak duygusal boyutun aldığı ve hatta, bu duygusal boyutun -velev ki, anlamlılığından bahsedilebilecek olsa dahi, ‘maalesef’ bu boyutun sahip olduğu anlamın ötesine geçecek şekilde yerleştirilmeye çalışıldığı yönündeki bireysel ve kurumsal gayretler vardır ve bunlar gözlerden uzak tutulmamalıdır.

Bu durumun yol açtığı tehdit ve tehlike, Müslüman toplumların birbirlerine yönelik, özellikle de bilimsel faaliyetler noktasında potansiyel ilgi ve yakınlaşmalarının, aşağılık kompleksi (inferiority complex) ve üstünlük kompleksine (superiority complex) kurban edilmesiyle aynı anlama gelmektedir. Bunun örneklerini, son yirmi yıla yakın sürede gayet yakından tecrübe ettiğimiz söylemekte yarar var.  

Söz konusu bu konuyu, Türk-Malay dünyası ilişkileri bağlamında gündeme taşıyarak, bir tür sorgulamayı gündeme taşımakta yarar var.

Siyasal bağlamın ötesi

Genel itibarıyla, Türk-Malay dünyası ilişkileriyle kast ettiğimiz, salt siyasal ilişkiler/yakınlaşmalar noktasında değildir ve de olmamalıdır.

Aksine, bu siyasal alanı göz ardı etmeyecek ya da bir başka şekilde söylemek gerekirse, bu alanı da içine alacak şekilde, ancak daha geniş bir yapısal duruma gönderme yaptığımızı belirtmekte yarar var.

Gerçekte, belki de günün getirdiği bir popülarite veya zorlayıcı unsurların tetiklemesiyle siyaset kurumları bağlamındaki ilişkilerin yeri öne çıkartılıyor olsa da, Müslüman toplumların birbirlerini anlamada kültürel, dini ve sosyal bağlamlarının gayet temel bir nitelik taşıdığına kuşku bulunmamaktadır.

Haddi zatında, ilgili ülke ve toplumlarda siyasetin, siyasal yapılaşmaların veya daha doğru deyişle ‘siyaset kültürü’ dediğimiz unsurun anlaşılmasında, toplumların detaylarında var olan daha yapısal unsurlar olarak teşkil eden kültürel, dini ve sosyal olgulardan haberdarlık öncelikli bir durum arz etmektedir.

Temel itibarıyla, söz konusu bu kültürel, dini ve sosyal alanlardır ki, siyasal yapı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptirler.

Bu noktada, gündeme getirilmesi gereken söz konusu husus kültürel, dini ve sosyal alanları anlamak isteyip istemediğimiz ve bu anlama çabasını nasıl ve hangi mekanizmalarla ortaya koyup koyamayacağımızla bağlantılıdır.

Bu durum, iki farklı coğrafya, kültür ve toplumsal yapı arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde, bir tarafın ötekini anlama çabasının bilimsel temellere dayanıp dayanmamasıyla yakından bağlantılıdır. 

İnanç odağı

İslam toplumlarının birbirleri arasındaki yakınlaşmanın, inanç temelli olmasının doğallığına şüphe yok. Aynı zamanda, bu durum genel itibarıyla diyelim ki, aynı inanç ekseninde buluşan taraflar arasındaki pozitif bir durumla da sınırlı değildir.

Böylesi bir yakınlaşma, sadece ilgili İslam toplumları arasındaki gelişmelerin öncellenmesiyle sonuçlanmayacak aksine, kurulacak ilişkiler sonucu oluşacak sinerji ile bölgesel ve hatta küresel yapılaşmalara da öncülük edecek bir hüviyete bürünebilme potansiyeli taşıyor.

İslamiyetin özellikle, geniş Malay dünyasında gayet dikkat çekici bir şekilde gündeme taşındığı şekliyle söylemek gerekirse, bir din olarak İslam tüm insan toplumlarını içine alacak şekilde, ‘alemlere rahmet olarak gönderilmesi’ (“Rahmet’el li’l alemin”) düşüncesiyle ortaya konmaktadır.

Söz konusu bu “Rahmet’el li’l alemin” düşüncesini -önce kendisinden başlayarak- bilme, anlama çabasıyla birlikte değerlendirmekte yarar var.

Öyle ki, bu düşünce bize, -yukarıda dikkat çekilen sinerji potansiyelini- ve bunun imkânının ne kadar geniş bir perspektiften okunabileceğini ve gündelik yaşamdaki ikili ilişkilerden siyaset ve ekonomi dünyasına kadar genişleyen bir boyutunun olabileceğine gönderme yapıyor.

Bilme çabasının kaçınılmazlığı

Bununla birlikte, İslam toplumlarının birbirlerini anlamada, dini boyutun çokça duygusal bağlama terk edildiği ve gizli/açık bu alana hapsedilme tehlikesi altında olduğuna tanık olunuyor.

Burada ortaya çıkan durum, bir din olarak İslamiyet ve bu dinin temel kitabi yaklaşımının oluşturduğu temel durum ile farklı kültürel, tarihi, coğrafi vb. şartların şekillendirdiği/oluşturduğu toplumların birbirlerini anlamada, sadece öylesine ve sıradan bir haberdarlık değil aksine, ‘bilgi merkezli’ yoğunlaşmanın uygulamaya geçirileceği bir yaklaşıma ihtiyaç duymalarını zorunlu kılıyor.

Bu durum, yani bilme çabası, tüm araçları ve süreçleriyle birlikte dikkate alındığında, bir zorluğu içinde taşıması kadar, söz konusu bu zorluğun sadece, iki farklı coğrafya, kültür ve tarih ekseninde gelişme göstermiş olan toplumlar arasında olmadığını da dikkate almak gerekir.

Bu fark ediş, bizi aslında, aynı toplumsal yapı içerisinde bile zamanı ve mekânı paylaşan, sözde birbirlerini anladıklarını zannına sahip Müslüman kitlelerin/grupların birbirlerini anlamada gayet zaafiyet içerisinde olduklarından hareket ederek, gayet önemli farklılıklarıyla karşı karşıya gelen Müslüman toplumların, ne denli özenle ve dikkatle birbirlerini anlama çabası içerisinde olmalarının gerekliliğini hatırlatmalıdır.  

Sorgulama gereği

Bu noktada, “farklı coğrafya ve kültür evrenindeki Müslüman toplumlar birbirlerini nasıl anlamalıdırlar?” sorusunu açık yüreklilikle sormak ve bu soruya yine gayet samimi cevaplar üretmek gerekiyor.

Bu çerçevede, farklı coğrafyalardaki Müslüman toplumların diyelim ki, Batı ile karşılaşmalarında, zaman ve mekân anlamında giderek artan süreçlerin yoğunlaştığı 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarından itibaren ele alınabilecek tarihsel süreçlerde birbirlerini ne kadar anlayabildikleri veya anlama konusunda ne türden çabalar sarf ettiklerinin gözden geçirilmesiyle başlanabilir.

Bu sorgulamanın bir diğer veçhesini ve belki de, daha kolay olanını diyelim ki, bu yüzyıl yani, 21. yüzyıl başından bugüne kadar bizzat içinde yer alarak yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz, farklı Müslüman toplumlarla ilişkilerimizin ve -özellikle de, geniş Malay dünyası bağlamında-, nereden nereye geldiğini analitik bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Aslında, bu sorgulamalar ve analitik yaklaşımlar, bizatihi Müslüman toplumların birbirlerini dikkate aldıklarını, bu dikkate alışın temel gayesinin de, Kutsal/İlâhi bir emre tabi olarak gerçekleştirilmesi gerektiği konusundaki bir bilince tekabül etmektedir.

Ancak yukarıda dikkat çekilen iki farklı tarihsel süreçte ve özellikle de, ikincisinde yani, 21. yüzyıl başından bu yana devam eden, içinde yaşadığımız/tecrübe ettiğimiz bağlamda bilme eylemini, bu bilgiyi ortaya çıkaracak araçları/mekanizmaları ne denli sağlıklı bir şekilde ortaya koyup koymadığımız tam da tartışmaya açılması gereken bir husustur.

Böylesi bir çabanın henüz hakkıyla ortaya konmamış olması, bir yanıyla Kutsal/İlâhi emirle tezat içerdiğini göz ardı etme eğilimi bizi bir yere götürmeyecektir.

Bu nedenle, bugünü anlamamıza yardımcı olacak bir araç/mekanizma olarak tarihin bir döneminde, -örneğin geniş Malay toplumlarıyla ilişkilerimiz var mıydı; vardıysa bu süreçler nasıl yapılandırılmıştı, bu süreçlere dahil olan yapılar nelerdi vb. sorularla başlamak işi kolaylaştıracaktır.

Bunun yanı sıra, bu yaklaşım aradan geçen süre zarfında neyi kaybettiğimizi ve bugün bilimsel faaliyetler noktasında neyi nasıl yapmamız gerektiğini hatırlatma işlevi de görecektir.

Herhalde öncelikli işe öncelikle yukarıda dikkat çekilen, aşağılık kompleksi (inferiority complex) ve üstünlük kompleksine (superiority complex) yol açan durumun kökenlerine dair çalışmalardan başlamakta yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/07/21/malay-toplumlarini-anlama-cabasinda-duygusal-ve-bilgi-temelli-ikilemini-asmak-overcoming-the-dilemma-between-emotional-and-knowledge-based-approach-in-order-to-comprehend-the-malay-societies/

18 Temmuz 2022 Pazartesi

Medan’da yaşam: dün ve bugün kültürlerarası yapılaşma / Life in Medan: intercultural structure in the past and today

Mehmet Özay                                                                                                                            18.07.2022

Medan’a yaptığım kısa ziyaret, bir tür silatürrahim özelliği taşıyor benim için…

Bir yandan, daha önce tanıştığım kişilerle biraraya gelmek kadar, kendilerine yakın hissettiğim bu toplumda, her daim yeni kişilerle tanışmak gayet diriltici ve heyecan uyandırıcı.

Çok kültürlülük ve barış

Her köşe başında karşıma çıkan çok kültürlülük, çok dinlilik unsurlarının oluşturduğu zenginlik kadar, bundan daha da ötesi, bu toplumsal yapının birarada barışçıl bir şekilde yaşam sürmesini tecrübe etmek, bu çok farklılığın doğurduğu bir tür kalabalık arasında sakinliği yaşamanın gayet önemli olduğunu düşünüyorum.

Ortadoğu havasını epeyce teneffüs etmiş biri olarak, yaşanan kargaşaların ve anlamsızlıkların sonrasında, Malay dünyasının sakinliği ve derinliği dışardan gelen biri için gayet diriltici bir nitelik taşıyor.

Bu zenginliği, aynı sohbet sırasında ve/ya yemek masası etrafında ya da aynı gün içerisinde nasıl tecrübe ettiğime kısaca değinecek olursam…

Havalimanından beni alan Medan’ın Malay kökenli şoförü; sabah erken saatte ‘Wisma’dan çıkıp, ‘Go-jek’i ile şehir trafiğine dahil olduğum Nias Adası’ndan (Sumatra Adası’nın Hint Okyanusu’na bakan tarafındaki Ada) motorsiklet sürücüsü Harun; Sumatra Tarihi Varlıkları Koruma Derneği’nde uzun uzun sohbet ettiğimi Bengkulu’lu (Güney Sumatra) Pak Hairul; Kuzey Sumatra Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Padanglı (Batı Sumatra) mimar Isnen Hoca; şehir turumuza sonradan katılan Singapur’da Ulusal Üniversite’de doktora öğrencisi olan Utrech’li (Hollanda) Vince, herhalde bu zenginliğe dair bir fikir vermeye yeter.

Yaşanan bu tecrübenin, sadece bir gün ile sınırlı ve olağandışı bir hâl olarak değerlendirmek kanımca yanlış olur.

Marga belirleyici

Şehirde işiniz ne olursa olsun, her halükârda zorunlu olarak görüşeceğiniz ve/ya tesadüfler eseri karşılaşabileceğiniz yerli ancak, farklı etnik yapılardan (Marga) kişiler, sizinle aynı ya da benzer dili yani, Malayca konuşsalar da, derinleşen sohbetlerde her bir konuşmacının etnik ve kültürel özellikleri bir çekim merkezi oluşturuyor.

Bu anlamda çok kültürlü, çok dinli yapısını hak eden bir zenginliği içinde barındırır. Üzerinde yükseldiği Sumatra Adası’ndaki irili ufaklı etnik unsurları saymaya kalktığımızda bile, karşımıza onlarca farklı unsur çıkıyor.

Bunlar arasında Sumatra Adası’nın doğusunda güneyinde ve kuzeyindeki Nias, Minangkabau, Açe, Mandailing, Batak, Deli, Asahan, Bengkulu, Gayo, Sibolga, Tapanuli ilk akla gelenlerden.

Bir de işin, okyanus ötesi tarafı var… Kampung Keling adıyla anılan mahallenin isminden başlayarak, insan stoğu ve giyim kuşamı, dükkân ve cadde isimleri vb. ortaya koyduğu üzere Güney Hindistan’dan Madras, Tamil, Bombay bölgesinden gelip yerleşen Müslüman ve Hindu kitle ile örneğin, Punjab gibi Hindistan’ın farklı bölgelerinden gelen Sihlerin yaşam sürdüğü alanlar.

Deniz ve kara birlikteliği

Medan şehri, Malaka Boğazı’nın yanı başında önemli bir metropolit... Adının da intiba ettiği üzere, sadece ‘mekan’ boyutuyla geniş bir coğrafyayı içine almakla kalmayan, aynı zamanda  uzun yüzyıllar boyunca birikimsel olarak gelişme göstermiş tarihi ve kültürel bir meydan özelliği de taşıyor.

Öyle ki, Medan şehri, Hint Okyanusu’nun doğusundan Güney Çin Denizi’ne açılan uzanan geniş suyolundaki çeşitli toplumların biraraya geldiği bir yerleşim yeri.

Denizden söz açılınca akla bir sahil şehri gelse de, Medan bunun ötesinde çeşitli nehirleri boyunca zamanla açılmış geniş tarım arazilerinin dağlık bölgelere kadar genişleyen boyutuyla farklılığını bu noktada da sergiliyor.

Şehrin zenginliğini ortaya koyan onlarca tarih ve kültür merkezini tek tek saymak veya üzerinde durmak, bu yazının sınırlarının gayet dışında. Bununla birlikte, en azından bunlardan bazı yapılara kısaca değinmekte yarar var.

Sultanlıklar ve kopuşlar

Bugün her ne kadar Medan, ülkenin önemli bir şehri özelliği taşısa da, tarihte Aru, Deli, Serdang, Asahan, Lingge, Pinang vb. bölgede egemen olmuş irili ufaklı sultanlıkların bulunduğu bir yer.

’Deli’ adının ‘Delhi’i ansıtmasını, Hint Okyanusu boyunca geniş bölgesel hareketlilik dikkate alındığında, tarihsel pek yabana atmamak gerekir. Deli’nin hükümdarlık sarayı hüviyetindeki Istana Ma’mun hâlâ ayakta.

Bir bölümü ‘Deli Müzesi’ olarak hizmet verirken, diğer bir bölümü de -özellikle, Cumhuriyet kuruluşu sürecinde yaşanan toplumsal kırılmalara rağmen-, hanedanlık ailesinden kalanların yaşam sürüyor.

Saray’ın ayrılmaz parçası, 20. yüzyılın hemen başında inşa edilen büyük cami yani, Masjid Raya al-Mashun (Grand Mosque) ise iki yüz metre mesafede. Caminin haziresinde ise, saray ailesine mensup kişilerin mezarları bulunuyor. Sarayın hemen karşısındaki mahkeme binasından ise geriye bir şey kalmamış!

Deli ile birlikte bölgenin tarihini şekillendiren Serdang Sultanlığı’ndan geriye ise somut bir şey kalmamış… Hollanda sömürgeciliği’nin sona erdiği yıllarda yaşanan kaos ortamında yeni ulus-devletçi milliyetçilik unsurları ile saray ve çevresi arasındaki çatışma sürecinde saray yakılmış…

Modern endüstri ve Kuli

Şehrin zengin tarihi yerlerinden biri de, Bahçecilik Müzesi (Museum Perkebunan Indonesia-Musperin). Sadece Endonezya’da değil, bölgede eşine az rastlanır bir müze olma özelliği sergiliyor.

Bu müzenin adına bakıp, bir an küçümsenecek bir yapı ve içerik algılanabilir. Hem müzenin bulunduğu mekân, hem de içinde sergilenen ürünler ve bilgiler gayet otantik bir duruma işaret ediyor.

Müze, 1918 yılında Kuzey Sumatra Kauçuk Üreticileri Birliği (Algemeene Vereeniging van rubberplanters ter Oostkust van Sumatera) adıyla kurulmuş.

Bugün müze olarak kullanılan, ancak yüz yılı aşkın bir süreyi bünyesinde barındıran ilişkiler ağında sömürge yönetimi, bu yönetimin idari rasyonalitesi, bu sürecin neden olduğu kurumsal modernleşme, tarım işçileriyle (kuli) ilgili tutulan veriler, bölgede yetiştirilen ve geliştirilen ürünler vb. yapıyı komple bir ilgi alanı haline getiriyor.

20. yüzyılın başlarında, bölgede giderek yaygınlaşan tütün, kahve, kauçuk, palmiye vb. endüstriyel tarımsal faaliyetler bir yandan, Avrupa’dan ve Amerika’dan kapitalist yatırımcıları çekerken, aynı zamanda yeni işçi göçünü de körüklemiş.

İşçi göçleri bir yandan Hollanda sömürge yönetiminin merkezi Cava Adası’ndan, bir tür iç ve zorunlu göç olarak gerçekleştirilirken, aynı zamanda İngiliz hakimiyetindeki Hindistan’dan  Penang Adası üzerinden getirilen Hint kökenliler oluşturuyordu.

Singapur Adası ve yine Penang Adası üzerinden de Çinlilerin çokça şehrin alt yapısını oluşturan meslek grupları ve az sayıda da olsa plantasyon işçisi için bölgeye geldikleri görülür.

Bugün müze olan geçmişteki işletme, bölgenin bir yandan ekonomik modernleşmesine katkı yapar ve Hollanda kapitalizmine kendi ölçütünde değer kazandırırken, kuli’lerin varlığıyla modern iş-işveren, hak, sözleşme vb. gibi kavramların da gündeme gelmesine neden olmuş.

Batılı işletme mantığının makineleşme ile nasıl bir yapı oluşturduğunu ortaya koyarken, insan işgücünün kontrolü ve yönetimine dair de gayet özel bir kayıt anlamı taşıyor.

Örneğin, her bir işçi için oluşturulan önlü arkalı karton, sicil defteri olarak tutulmuş. Çalışan işçinin hangi etnik yapıya mensup olduğu, parmak izi, iş sürecindeki konumu vb. veriler yer alıyor.

Müze, günümüzde de gayet aktif. Çeşitli kurumlarla işbirliği halinde, gıda ve kozmetik ürünler organik olarak gündeme getiriliyor. Ayrıca, her saat başı çalan kadim saati de şehrin gürültüsüne rağmen, işlevini sürdürüyor.

Medan şehri, bir solukta biraz da, çalakalem birbiri ardına dizilerek ifade edilmeye çalışılan bu cümlelerin ötesinde, çok daha kapsamlı anlatılara konu olacak önemde.

Bu noktada, yukarıdaki anlatıyı bir girizgâh olarak değerlendirerek, Medan’la ilgili görüş ve yaklaşımlarımı gelecek yazılarda yeniden ele alacağımı belirtmek isterim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/07/18/medanda-yasam-dun-ve-bugun-kulturlerarasi-yapilasma-life-in-medan-intercultural-structure-in-the-past-and-today/

17 Temmuz 2022 Pazar

Açe’de yeni vali ataması ve anlamı / A new governor’s appointment and its meaning in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                            17.07.2022

Açe’ye yeni vali…

İçişleri bakanlığı Açe Eyalet valiliği makamına eski komutan Achmad Marzuki’yi atadı. 2022-2024 yılları arasında görev yapacak olan yeni vali Achmad Marzuki, atama süreci ve hemen sonrasında eyaletteki çeşitli resmi, yarı resmi ve sivil çevrelerle yaptığı görüşmelerde Açe’nin kalkındırılması konusunu gündeme taşıyor.

Yeni vali, bu konuda herhangi somut bir öneriyi en azından basınla paylaşmasa da, Açe’nin sorunlarının ne kadar büyük olduğunu ortaya koyacak bir söylemin var olduğuna tanık olunuyor.

Her ne kadar Açe’de yerel sorunlar kendi başına anlam ifade ettiği ve çözümün yerelde gerçekleştirilmesi gerektiğini ortaya koysa da, ulusal süreçlerle karşılaştırılmalı olarak da ele alınmayı hak ediyor.

Bu çerçevede, dikkatleri sadece Açe özelinde ele almak, var olan sorunların boyutlarını belirlemeye yetmeyeceği gibi sorun üretme süreçlerinin de daha en baştan tıkanması anlamı taşıyor.

Bu nedenle, bugün Açe’de yeni vali ve sorunların çözümü konusunu, Endonezya’nın ana akım medyasında ulusal politikaya dair bir süredir var olan ve giderek gelişmekte olan söylemle birlikte değerlendirmek gerekir.

Açe’de yeni vali atanmasıyla başlayan “Açe’nin kalkındırılması” söylemi ile ülkenin merkezi konumundaki Jakarta’da, aralarında Azyumardi Azra gibi akademisyenlerin de bulunduğu çeşitli entelektüel çevreler tarafından gündeme getirilen “Demokrasi reformunda ikinci dönem” söylemi arasında benzerlikler olduğunu söylemek mümkün.

Söz konusu bu çevrelerin ülkede demokratikleşmenin geçmişini son yirmi yılla sınırlandırırken, bu kısa sürede kat edilen yolun zorlukları ve kat edilmesi gereken daha epeyce yol olduğu konusu “demokratik reformda ikinci dönem” söyleminin gündeme getirilmesine neden oluyor.

Bazı köşe yazılarında, demokratikleşmenin köklü bir zemin bulmasında, toplumun tüm kesimlerine ulaşmasında ‘samimiyet’ ve ‘sürdürülebilirlik’ kavramlarına gönderme yapılıyor.

Benzer şekilde, Açe’de var olan sorunların -aşağıda görüleceği üzere- sadece eski savaşçılarla ilgili maddi sorun olmadığı, bunun ötesinde yapısal sorunların önemine doğrudan dikkat çekilmesi gerekiyor.

İrwandi Yusuf sonrası

Bu atama, 2019 yılında valilik seçimini kazanan İrwandi Yusuf’un, yolsuzluk suçlamasıyla yargılanıp hapsedilmesinin ardından ikinci vali ataması anlamına geliyor.

Daha önce, Açe Milli Partisi (Partai Nasional Aceh-PNA) İrwandi Yusuf’un yardımcısı, Demokrat Parti’den Nova Iriansyah süreç gereği valilik makamına atamıştı. Süresi dolan Nova Iriansyah yerine atama kararı, Açe parlamentosunca belirlenen üç isim arasından iç işleri bakanı tarafından yapıldı.  

Parlamento’da tören

Açe Eyalet Parlamentosu’nca İçişleri bakanlığı’na sunulan üç isimden biri olan eski komutan Achmad Marzuki 6 Temmuz günü, parlamentoda yapılan törenle yeni vali olarak atandı.

Achmad Marzuki’nin ordudan emekli olmasının ardından, en son içişleri bakanlığı’nda ‘adalet ve ulusal birlik’ birimi başkanı olarak görev yapıyordu.

Bunu hatırlatmakta yarar var, çünkü aşağıda dile getireceğimiz üzere Achmad Marzuki Açe’nin kalkınması konusunda hangi politikaları ve bunları nasıl uygulayacağı konusu gayet önem arz ediyor.

Yeni vali ve Açe

Söz konusu atamayla ilgili olarak iki temel hususa dikkat çekmekte yarar var. İlki, eski komutanın isminin önerilmesi ve seçilmesindeki faktörler.

İkincisi, yeni vali Achmad Marzuki’nin Açe basınından önemli isimlerle yaptığı toplantıda, Açe’nin kalkınması konusunda -detayları ortaya koymamakla birlikte- ümitvar sözler sarf etmesinin nasıl yorumlanacağıdır.

Sumatra Adası’nın güneyinde Palembang Eyaleti asıllı olan Achmad Marzuki, 2020 yılında Açe eyalet komutanı olarak görev yapmıştı.

Bu noktada, akla ilk gelen husus hiç kuşku yok ki, “Açe’ye niçin asker kökenli bir valinin atandığı?” konusudur. Bu soru, sadece Açe’deki gelişmeleri yakından izleyen uluslararası çevrelerde değil, Açe toplumunda da gündeme geldi.

Bunun üzerine geçmişte, GAM’ın önemli isimlerinden olan ve 2005 yılındaki Helsinki Barış Antlaşması sonrasında, eyaletteki siyasette sahne arkası aktörlerden biri olan Sofyan Davud’un, söz konusu yeni vali atamasında dahli olduğu konusu kamuoyunun gündemine geldi.

Sofyan Davud’un nüfuzu

Parlamentoda yapılan valilik atama töreni sonrasında Sofyan Davud’un yeni vali Achmad Marzuki ile aynı araca binmesi oldu. Bunun üzerine, bir gazetecinin Sofyan Davud ile yaptığı mülâkat, açıkçası olan bitene dair gayet şeffaf bir durum olarak dikkat çekiyor.

Sofyan Davud, önerilen üç isimden Achmad Marzuki’nin desteklenmesi için Açe Parlamentosu’ndaki vekiller arasında lobi faaliyeti yaptığını anlamak mümkün. Bunun temel sebebi Açe’yi kimin nasıl yöneteceği meselesiyle yakından ilgilidir.

Sofyan Davud’un argümanlarından biri, eski komutan Achmad Marzuki’nin Açe’yi ve Açe’nin sorunlarını yakından bildiğini ve kısa sürede kalkınmasında rol oynayabileceğine olan inancından ötürü desteklediği yönünde.

Achmad Marzuki Açe’yi dinliyor

Açe’nin var olan ve giderek akut hale gelen sorunlarını anlama noktasında yeni vali Achmad Marzuki, geçtiğimiz günlerde çeşitli kurum temsilcileriyle görüşmeler yaptı.

Bu durum, Açe’deki sorunların tek bir kişinin çözemeyeceği aksine, bir öncelikler listesinin oluşturulması ve çözüm yolları konusunda ortak kararlara varılmasını şart koşuyor.

Bu çerçevede Achmad Marzuki, valilik ataması sürecinde önce parlamento başkanı, üniversite rektörleri, Wali Nanggroe unvanını taşıyan Malik Mahmud gibi açe’nin önemli kurum temsilcileriyle biraraya geldi.

Bunun ardından 12 Temmuz’da, Açe Eyaleti’ndeki yerel ve ulusal parti temsilcileriyle toplantı gerçekleştirdi. Son olarak ise, eyalette yayın yapan basın mensuplarıyla 13 Temmuz’da yaptığı kısa yemekli toplantı yaptı.

Tüm bu süreçlerden yeni valinin eyaletteki farklı sesleri ve kurumları öncelikle dinlemek istediği anlaşılıyor. Bununla birlikte, ne ilgili kurumlardan ne de valilikten Açe’nin sorunlarını kısa sürede nasıl ve ne şekilde çözüleceği yönünde şu ana kadar, kamuoyuyla bir paylaşım yapılmış değil.

Yeni vali çözüm olabilir mi?

Bu çerçevede, yerel partilerden SIRA’nı başkanı ve eski vali yardımcısı Muhammed Nazar yaptığı açıklamada, yeni vali ile parti temsilcileri arasında toplantının her ay düzenleneceğini açıklaması, Açe siyasi yaşamı için yeni bir olgu olduğuna kuşku yok.

Muhammad Nazar ayrıca, son üç yıldır valilik ve siyasi parti temsilcileri arasında büyük bir iletişimsizliğe dikkat çekmesi, açıkçası Açe’de son dönemde hissedilen siyasi ve toplumsal huzursuzluğun nedenlerinden biri olarak kabul etmek gerekir.

Bu noktada, yeni vali Achmad Marzuki’nin Açe’deki yarı resmi ve sivil kurum temsilcileriyle görüşmesi, bir tanışma toplantısı dışında anlam taşıdığını, Muhammed Nazar’ın dile getirdiği üzere “bir sinerji oluşturmaya yönelik” olduğunu söylemek mümkün.

Bununla birlikte, bugüne kadar bu tür görüşmelerin sürdürülebilir bir şekilde ortaya konmamış olmasının artık, arttığı konusunda şüphe olmayan sorunların temeli olup olmadığı da tartışmaya açılabilir.

Bununla birlikte, görüşmelerde yer alan kurumların Açe’deki siyasi, toplumsal, kültürel sorunların kaynağı olup olmadıklarını da bu noktada hesaba katmakta yarar var.

Sorunları anlamak

Açe’nin sorunları konusu başlı başına ele alınması gereken bir konu. Yazının konusu bu olmamakla birlikte, bu sorunun kısaca iki dönemde ele alınacağını söyleyebiliriz.

İlki, çatışma dönemi (1976-2004) sorunları; ikincisi, Helsinki Barış Antlaşması’ndan (15 Ağustos 2005) bugüne kadarki sorunlar. Bu iki dönem sorunları arasında bazı benzerlikler ve devamlılıklar olması kadar, ayrışan noktalar da mevcut.

Sofyan Davud’un yukarıda değinilen mülâkatta da vurguladığı üzere, GAM mensuplarının bir türlü sona erdirilemeyen ekonomik sorunları…

Bu sorunun üstesinden gelinebilmesi adına, 2006 yılında kurulan bir yapı vardı. Başında da GAM’ın sivil kanadının önemli isimlerinden Muhammed Nur Djuli yer alıyordu. Ancak bu yapı işlevini yitirdiği gibi, mevcut olduğu süreçte neler ortaya koyduğu konusu başlı başına bir çalışmayı gerektiriyor.

Yıllarca savaş ortamında yer almış olanları, topluma kazandırma adı da verilen programın sadece, aylık belirli bir meblağ verilerek geçiştirilmiş olduğu yönündeki kanı, hiç kuşku yok ki, bugün gelinen noktada bu sorunun halen mevcut olduğunun kanıtı hükmündedir.

Kaldı ki, barış sürecini hızlandırma adına, merkezi hükümet tarafından Açe’ye her yıl aktarılan ve içinde eski savaşçıların sosyo-ekonomik kalkınmasını da içeren -20 yıl devam edecek olan- ‘özerk yönetim fonu’nun (otsus-fund), ne kadar işe yaradığı ancak yapılacak araştırmalardan sonra anlaşılabilri.

Öte yandan, belirli yaşa gelmiş bu kitlenin mesleki eğitim vb. süreçlere tabi olmaları söz konusu olmayacağına göre, daha pragmatik çözüm önerileri gündeme getirilmelidir. Örneğin eşleri, kardeşleri, çocukları gibi birincil derecede aile bireylerinin formel eğitim, mesleki eğitim imkanlarından öncelikli olarak yararlandırılmalarıdır.

Bu konuda, 2005 yılından sonra Açe Valiliğince başlatılan yurt içi-yurt dışı eğitim burslarında kimlerin ne tür kayırmalar yaptığı ve böylece geniş toplum kesimlerine ne tür haksızlıklar yapıldığı konusu üzerinde özenle durulmalıdır. 

Bu noktada, uzun yıllar ordu ile mücadele etmiş bir hareketin barış antlaşması sonrası eyalet yönetiminin Açelilerin ve özellikle de, askeri varlığı ortadan kalkan GAM’ın sivil kanadı olan Açe Partisi’nce yönetilmesi konusundaki yaklaşımdan uzaklaşıp uzaklaşılmadığı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Sorunları tespit

Burada hatırlatılması gereken önemli bir husus o ki, Açe’deki sorunların eski savaşçıların maruz kaldıkları zorlukların ötesinde olduğudur.

Bugün Açe’de var olan sorunların uzun dönemli geçmişe yönelik olarak analiz edilmesi gerekiyor.

Açe’yi yönetme makamındaki valilik ile bu kuruma işlerlik kazandıran devlet kurumlarının eyalet müdürlüklerinin nasıl bir bürokratik etiğe sahip oldukları; yatırım, verimlilik, sürdürülebilirlik ilişkileri ve ilkelerini nasıl hayata geçirdikleri; ehliyet sahibi kişilerin ilgili makamlara atanıp atanmadığı; üniversitelerin bu süreçte ilgili kurumlarla araştırma-geliştirme başta olmak üzere ne tür işbirlikleri yaptıkları ve tür projeleri önerip hayata geçirdikleri gibi düzinelerce soruyu sıralamak mümkün.

Açe’ye atanan yeni valinin iki yıllık görev sürecinde önemli sorunları çözebilmesi maddi olarak mümkün değil. Ancak böylesi bir sürecin başlatılabilmesi için ön ayak olabileceğine kuşku yok.

Bunun için, sürecin doğru isimlerle doğru politikalarla yönetilmesi gerekiyor. Aksi halde her beş yılda bir yapılan seçimler öncesi geri kalmışlık merkezli eleştiriler devam edecek demektir.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/2022/07/17/acede-yeni-vali-atamasi-ve-anlami-a-new-governors-appointment-and-its-meaning-in-aceh/