30 Haziran 2019 Pazar

Trump’dan beklenmeyen Kuzey Kore ziyareti / An unexpected visit of Trump to North Korea


Mehmet Özay                                                                                                                        30.06.2019

foto:kxan.com
28-29 Haziran günlerinde Japonya’da gerçekleştirilen G-20 zirvesindeki görüşmelerin önemine kuşku olmasa da, ABD Başkanı Donald Trump’ın zirve sırasında Kuzey Kore’yi ziyaret edebileceği yönündeki mesajı en önemli gelişmelerden biri oldu.

Amerikan başkanının Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile hem de Kuzey Kore ve Güney Kore sınırında görüşebileceğini açıklamasının ardından gözler Osaka’daki zirvenin yerine bir anda Kore Yarımadası’na çevrildi.

Trump’ın Kuzey Kore devlet başkanı Kim Jung-un’la görüşme mesajı, sadece Kore Yarımadası özelinde değerlendirmek yerine, 2020 yılında ABD’de yapılacak seçimlere yönelik kamuoyu oluşturma politikası çerçevesinde ele alınmayı hak ediyor.

G-20 ve küresel ekonomi

G-20 zirvesinde, konu kuşkusuz ki küresel ekonomiydi. Bu anlamda, dünya çapında makro düzeyde yaşanan sorunların ötesinde, bir yandan bu sorunları tetikleyen ve daha da derinleşmesine neden olan ABD-Çin arasındaki ticaret savaşlarında tarafların iyi niyet gösterilerine rağmen, olumlu adımlar atılamaması sürecin yavaş ilerlemesine neden oluyor.

Bu nedenle, zirvenin arzu edilen sonuçları doğurup doğurmadığı veya bu yönde yakın gelecekte olumlu adımların atılmasına yol açıp açmayacağı konusu belirsizliğini koruyor.

Trump’tan tarihi ziyaret

Trump’ın mesajına Kuzey Kore’den olumlu yanıt gelmesinin ardından bugün yani, Pazar günü Panmunjom’da iki liderin buluşması, taraflar arasında böylesi bir görüşme yönünde beklenti ve hatta öncesinde bir görüş alışverişi olduğu şeklinde bir düşünceyi akla getiriyor.

Viet Nam’da yapılan ve sonuçları itibarıyla başarısız olarak değerlendirilen ikinci görüşme sonrasında bile, Kim Jong-un’un diyalog kapısını açık bıraktığı hatırlandığında Amerikan ve Kuzey Kore yönetimleri arasında sürecin devam ettiğini ortaya koyuyor.

Bugün gerçekleşen görüşmenin tarihi bir gelişme olduğuna kuşku yok. Bu önem, sadece bir ABD başkanının ilk defa Kuzey Kore topraklarına ayak basmasıyla bağlantılı değil.

Bunun ötesinde, Kore Savaşı’nın 27 Temmuz 1953 tarihinde ateşkesle sonuçlanmasına rağmen, iki tarafın yani, Kuzey ve Güney Kore’nin masa üzerinde halen savaş halinde olduğu kabul edildiğinde bu ziyaretle Trump’ın bir savaş bölgesine adım attığı anlamına geliyor.

Daha önceki süreçlerde Kuzey ve Güney Kore liderlerinin buluşmalarına konu olan bir teritoride, bugün küresel anlamda önemi olan bir görüşmeye tanık olundu.

Hedef 2020 seçimleri mi?

ABD kamuoyunun, ticaret savaşları özelinde geçen ve pek de ilerleme kaydedilemeyen Osaka’daki zirve görüşmelerinden mi, yoksa Trump’ın Kuzey Kore toprağına ayak basmasından mı etkilendiği sorulabilir.

Hiç kuşku yok ki, verilen mesaj açısından değerlendirildiğinde, Trump-Kim görüşmesinin G-20 görüşmelerinin önüne geçtiğini söylenebilir.

Trump’ın acil verilmiş bir karar gibi gözüken twitter mesajının ardından gelen bu buluşma, Kore Yarımadası politikaları dışında, ABD’de 2020 seçimlerine yönelik bir dış politika atağı olduğu konusu gündemde yer ediyor.

Trump iktidara geldiği 2016 yılından bu yana, ulusal ve küresel kamuoyunda güven tesis etmeyen/edemeyen ve bu anlamda itibar edilmeyen bir lider olarak kabul edildiğini söylemek yanıltıcı olmayacaktır.

Bununla birlikte, iç kamuoyunda Trump’a yönelik Cumhuriyetçilerin kayda değer bir desteğe sahip olduklarını da unutmamak gerekir. Bu noktada, her ABD başkanı gibi onun da ikinci dönem seçilme konusundaki siyasi arzusu olduğu gözlerden uzak tutulacak gibi değil.

Trump’ın amacı, ülke içerisinde en azından sahip olduğu bu Cumhuriyetçi desteği devamlı kılmak ve mümkünse artırmaktır.

Bunun da yolu, bugüne kadar gözlemlendiği üzere iç politikada, örneğin içe kapanmacı olarak vasıflandırılan politikalarla -velev ki küresel ekonomi ve ticari ilişkilerine ve anlaşmalarına muhalif te olsa-, Amerikan orta sınıf ve/ya üretici sınıfının önünü açacak politikaları hayata geçirmektir.

Bunların yanı sıra, uluslararası arenada yeni hamle veya hamlelerle bu konuda uygulamakta olduğu siyasetine destek sağlama ve kanıtlama uğraşındadır.

Trump’ın, ABD’yi örneğin Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) örneğinde olduğu gibi, küresel ticaret ve ekonomi ilişkilerinde içe kapanmacı bir sürece taşımasıyla değil, aynı zamanda iklim değişikliği, nükleer anlaşmalar vb. daha önce yapılmış ve bağlayıcılığı olan uluslararası anlaşmalardan çekmesi, dış politikada içe kapanmacılığın göstergelerini oluşturmaktadır.

Bu gelişmelerin aksine olacak şekilde, Trump’ın Kore Yarımadası’nı nükleer tehlikeden arındırma yönünde bir süredir gayret gösterdiği ortada. Önce tehditle ve neredeyse Yarımada’da bir savaşa giden süreçte, belki de öngörülemeyen bir manevra ile Kuzey Kore lideri ile görüşmesinin, ABD seçmeni üzerinde olumlu bir etkisi olduğu düşünülebilir.

Özellikle de ABD ve ABD’nin bölgedeki müttefiklerini olası aktif bir tehditten kurtarma adına  bir tehlikeden hiç kuşku yok ki, ABD seçmeninde bir şekilde olumlu bulacaktır.  

Tabii bunları söylerken, Trump yönetiminin Kore Yarımadası politikasının salt ABD dışişlerinin bir ‘başarısı’ olarak düşünmek yanlış olur. Yukarıda değinildiği üzere, Yarımada’da Soğuk Savaş durumunun aşılmasında ve/ya bir sıcak savaşın eşiğinden dönülmesinde ise Güney Kore lideri Moon Jae-in’in katkısı göz ardı edilemez.

Trump’ın bölgede güç dengesini ABD lehine çevirme ve bu anlamda yeniden dizayn etme yönünde gözü kara politikaları hatırlandığında, Güney Kore’nin Yarımada’da barış görüşmelerini önceleyecek girişimi başlatan taraf olduğu unutulmamalıdır.

Trump’ın Kore Yarımadası politikasında şu ana kadarki uygulamaları dikkate alındığında, Kim ile önce Singapur’da büyük umutlarla başlayan, ardından Viet Nam’da devam ettirilmeye çalışılan ve bugün Kuzey Kore-Güney Kore sınırındaki buluşma ile uluslararası politikada önüne çıkan fırsatları değerlendirebilmeyi öğrenmekte olduğuyla açıklanabilir.


26 Haziran 2019 Çarşamba

Will the Hong Kong Protests defeat Beijing?


Mehmet Özay                                                                                                                    26 June 2019

foto:asiatimes.com
The re-emergence of a series of the mass demonstrations in large avenues and public squares of Hong Kong, which is recognized as being among the international financial and trade centers, in the middle of June, is not surprising.

The people of Hong Kong have been on the streets opposing a proposed law allowing extradition of suspects for trial in mainland China.

This law arrangement offered by the Island’s Chief Executive to be discussed in the parliament without consulting the public is believed to be a political decision imposed by mainland China.

What makes the series of demonstrations important is that the people of  Hong Kong are having growing suspicions about the fairness of rule on the Island.

A thriving number of the protestors, who represent the diverse ways of life in Hong Kong society have come together to protest against the reshaping of the Island’s political environment.  This also shows that they feel themselves to be under a gradually growing threat and danger of the impositions by Beijing.

While the Chinese government argues that the proposed law is related to security issues, people in Hong Kong consider it as a tool of impairment of the established democratic rules and regulations in the Island.

The latest law proposal is not a sole case, rather it is proof that there have been consecutive arrangements making the Island’s public life unbearable in terms of public law rights.

This is the exact reason behind the Island’s public outpour onto the streets as an expression of their view against the undemocratic processes run by the rulers who have been accused of being puppets of Beijing. Chinese rule tries to impose its own repressive laws, as observed in the form of the extradition case, bypassing the Island’s public through utilizing the institution of the Chief Executive.

In this regard, the mass demonstrations cam be fairly considered as a reaction to the imposition policies of the rules and regulations by Beijing. In fact, this is not the only reason for the enduring demonstrations but rather it is considered to be another stage of curtailment of the Island’s socio-political landscape, determined by the Beijing politics.

Starting just a few days before the second-round discussion of the law proposal in parliament, the demonstrators were able to suspend the process. In addition, although they were unable to succeed in forcing the resignation of Carrie Lam, the Chief Executive, from her post, the latter has publicly apologized to the public.

This is a mass movement by civil participants who marched in a peaceful manner through the large avenues of the Island, which also witnessed the Occupation movement in 2017 in response to mainland China rule which failed to keep its promise to initiate universal suffrage.

Though some circles assume that this was just a standard demonstration, in fact it is a proof of the crucial transformation of the Island dwellers in terms of political mobilization.

Taking the huge participation into consideration, one can assert that the failure of China rule seems to have naturally united the people of the Island to advocate for their rights.

In the past several years, the Island’s dwellers have been gradually transforming, as observed, into a mass movement in growing numbers to save their future from the undemocratic rule of China. And this is the picture of Hong Kong in these years.

There are some important aspects to the June demonstrations. First, it shows a significant increase in the number of the participants, exceeding that of the 2014 demonstrations.

It was then known as the Umbrella Movement, which took the stage for almost 3 months against the undemocratic practices of the Island government and was described as historically the largest turnout with an attendance of over a million individuals.

Secondly, it signals to both the Island’s special administration, and to Beijing, that the Island’s public highly care about their future and the freedom of the next generation.

Thirdly, the Hong Kong diaspora, such as students and migrant workers, particularly in Western capitals came out in support of the movement. Despite their minor numbers, these appearances were symbolically important, with banners demanding that their democratic rights not be grabbed by mainland China. This means that the political movements in Hong Kong is expanding onto the global stage.

Fourthly, these demonstrators are capable of organizing demonstrations on their own personal initiatives and through their civil institutions which seems to be quite challenging for Beijing. There is no doubt that this reality is giving a strong message to the mainland China rule.

At this point, one should argue that there is a strong division between the Island’s ruling elite, who represent mainland China’s political regime, and the Hong Kongers who call themselves as citizens of Hong Kong, not citizens of the People’s Republic of China.

But today what marks these June demonstrations, continuing till date, is the active participation of the huge number of people. In fact, these are the largest demonstrations seen in the Island against Chinese rule since the Island’s union with China in 1997.

The Island folks admit that they will not surrender to the rulers of the Island’s administration, who are directed by Beijing. This challenge bore immediate results in that Carrie Lam, the Chief Executive, announced the suspension of the discussions pertaining to the mentioned law in parliament. In the aftermath, however, she has declined, till today, to withdraw the proposed law or resign from her post.

These series of demonstrations are clear expressions of democratic wishes of the people on the Island. Here, one can argue that these large scale social movements prove the discontent of the ordinary Island folks against the current political rule in China. And the former does not want to relinquish the political arena to the latter to play its own game freely.

Though both the rulers and ruling party of China are proud of reaching the second top level spot in economic development after the US globally, this does not give any hope to the peoples living in the autonomous regions which are under the indirect rule of Beijing such as Hong Kong.

The increase in the size of demonstrations in Hong Kong has already become a increasingly discernable phenomenon for the people to express their views, especially those who feel themselves to be under the threats and pressures of Chinese regime.


24 Haziran 2019 Pazartesi

Bangkok’ta ASEAN zirvesi ve yeniden yapılanma / The ASEAN Summit in Bangkok and the issue of reconstruction

Mehmet Özay                                                                                                                        24.06.2019

foto:thethaiger.com
Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nde (ASEAN) bu yılki dönem başkanı Tayland ev sahipliğinde 34. zirve gerçekleşti.

Hafta sonu başkent Bangkok’da yapılan üye ülkeler devlet ve hükümet başkanları toplantılarında önemli gündem maddeleri ele alındı.

İnsan merkezlilik; ASEAN odaklı bölgesel kalkınma; sürdürülebilir güvenlik gibi konular öne çıkarken, belki birliğin son yıllardaki değişmeyen iki konusu olan Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar ve Rohingyalı Müslümanlar en öncelikli alanı oluşturuyordu.

Gündemin değişmeyen iki konusu

Öne çıkan gündem maddeleri, Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar meselesi ve Myanmar’da azınlık konumundaki Rohingya Müslümanları’na yönelik etnik temizlik ve bu kitlenin konu olduğu göç hadiseleriydi.

Aslında, son yıllardaki zirve gündemleriyle karşılaştırıldığında, bu iki konunun birlik ülkeleri arasında ve toplantılarında süreklilik arz eden sorunlar olduğu görülüyor.

Bu iki konunun can alıcılığının devam etmesi, zirveler öncesinde teknik kadroların liderler önüne getirdiği rapor ve sonuç bildirgelerinde ASEAN’la ilgili çizilen pembe tabloların realitelerle ne denli çeliştiğini ortaya koyuyor.

Bangkok’da meşru hükümet ve ASEAN

Bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürüten Tayland’a demokratikleşme önündeki kronik sorunlar ve bunların başında gelen darbe ve darbe sonrası ordu merkezli hükümetlerin devamlılığı kendi başına bir sorun olarak ortada duruyor.

ASEAN gibi, bölgede şeffaflık, kuralların üstünlüğü, halklar arası işbirliği, liberalleşme, ekonomik kalkınma, küreselleşme gibi vazgeçilmez siyasi ve ekonomik kavramlarla yüklü gündem ve taleplere karşılık bu yıl dönem başkanı Tayland’ın neredeyse bu bütünlüklerle çelişen siyasi yapısı bir muallak duruma neden oluyor.

Tayland’da 2014 yılı, 22 Mayıs’ında yapılan darbenin ardından, bu yıl 24 Mart’taki seçimlerle darbeci başbakan Prayuth Chan-ocha’nın bu sefer bir siyasi partinin adayı olarak yeniden başbakanlık koltuğuna oturması, ASEAN’ın gerek ülkeler bazında gerekse birlik olarak öngördüğü reformlar konusunda ne denli çelişkilerle dolu olduğunu ortaya koymaya yetiyor.

“Hint-Pasifik” kavramı ve bölgesel genişleme

Bu yılki toplantıların Asya-Pasifik kavramının dışında ve ötesinde Hint-Pasifik kavramı üzerinde odaklanması önemli bir gelişme olarak dikkat çekiyor.

Bu durum, ASEAN’ın içinde bulunduğu Güneydoğu Asya sınırlarının ötesinde Asya-Pasifik ile Pasifik Okyanusu’nun Amerika kıtasına ve Asya’ya sınır bölgelerindeki ülkelerin belirlediği coğrafi tanımlamanın daha da genişletilmesi anlamına geliyor. 

Bu genişleme, salt teritoryal anlamda değil, jeo-stratejik, jeo-politik ve jeo-ekonomik olarak ASEAN’ın önemli bir arka plâna sahip olduğun bir kez daha ortaya koyuyor.

Hint-Pasifik kavramının ortaya konulmasında bir yenilikten değil, belki bir uyanıştan bahsetmek mümkün. Hint’ten kastın Hint Okyanusu ve dolayısıyla bu denize hakim en önemli ülke konumundaki Hindistan’ı anlamak gerekiyor.

Yakın geçmişte, ABD tarafından benzer bir uluslararası etkinlikte gündeme getirilen Hint-Pasifik ASEAN için yeni bir kavram değil, aksine uzun bir tarihsel geçmişe dayanan su yolları ağına işaret ediyor.

Kavramın bugün gündeme getirilmesinde hiç kuşku yok ki, dönemin ekonomik-denizcilik-güvenlik ikliminin doğurduğu bir önem bulunuyor. Bu noktada, şu hususa dikkat çekmekte fayda var.

ASEAN, özellikle 1980’lerden itibaren Çin’le ticari-ekonomik ve yatırım ilişkilerini geliştirirken, Çin’in son yirmi yıllık süre zarfında kat ettiği aşamalarda bölge ülkeleri için bir ‘stratejik partner’ olmak ve bundan süreklilik arz etmek yerine, giderek bir tehdit ve kriz unsuru haline gelme yönündeki politikalarının etkisi yadsınamaz.

Bu bağlamda, ASEAN, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında bölgede hakim bir güç olma iddiasında ABD ile ilişkileriyle Çin’li dengelemeye çalışsa da, Donald Trump yönetimiyle bir başka belirsizlikler ağının ortaya çıkması ASEAN yönetimini alternatif arayışlara itiyor.

İşte bu arayışların bir neticesi olarak bir yandan ekonomik işbirlikleri noktasında yeni yapılanmalar aranırken, Hint Okyanusu’nda potansiyel bir güç merkezi olarak Hindistan’ın varlığı ASEAN’ı bu ülke ile ilişkileri geliştirmeye sevk ediyor.

Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoong’ın çok sevdiği kavramla ifade edecek olursak, ASEAN ekonomisini-ticaretini ve yatırım süreçlerini ‘yeniden yapılandırma’ sürecinde karşısında Hindistan gibi bir potansiyeli görmezden gelemez.

Çin ve ABD özelinde denge politikaları

ASEAN’ın genel bir politika olarak Çin ve ABD arasında denge politikası izlemesi, özellikle son dönemde yaşanan ticaret savaşları nedeniyle ASEAN’ın belki de bugün var olma nedeni olan ihracat odaklı sürdürülebilir kalkınmasına en büyük tehdidi içeriyor.

2000’li yılların başından itibaren Çin’in ekonomik gelişme yönünde nasıl bir değişim geçirdiği ortada.

Bu gelişme, bir yandan ASEAN’a üye bazı ülkelerin de katkısıyla olurken, aynı zamanda Çin-ASEAN arasında zamanla artan ticaret hacmi dikkate alındığında, iki yapı arasında birbirine muhtaçlığın da şüphe getirmez bir gerçek olduğu görülüyor.

Ancak Çin’in, ABD karşısında kapitalistleşme sürecinde bir Asya ülkesi olarak salt ekonomik bir güç değil, bunun belki de zorunlu bir sonucu olarak askeri yapılanmasıyla geldiği nokta, bölge ülkeleri için bir tehdit unsuru taşıyor.

Çin’in, aşağıda değinileceği üzere, teritoryal hakimiyet iddiası kadar, şu veya bu şekilde ABD’yi hedef alan örneğin siber saldırı teknolojisindeki gelişimi ASEAN ülkeleri için bir güvenlik meselesi olduğu kadar, aynı zamanda ekonomik kalkınmada uğranılması muhtemel bir tehdit olgusunu da içeriyor.

Hiç şüphe yok ki, bu gelişmelerin baskısı altındaki ASEAN üye ülkeleri, yakın ve orta vade geleceğinden iyimserlik bir yaklaşımla bahsettikleri söylenemez.

Güney Çin Denizi

ASEAN’da dört üye ülke -Bruney, Vietnam, Filipinler ve Malezya- ile bir bütün olarak birliğin bölgesel güvenliğini etkileyen Güney Çin Denizi sorunu Çin’le karşı karşıya gelinen ve halen halledilememiş bir konu olarak ortada duruyor.

Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz üzere, Çin’in tarihten kaynaklanan teritoryal hak iddiasında bulunduğu söz konusu bu devasa denizin sınırlarının Endonezya’nın Riau Eyaleti’ne bağlı Natuna Adaları’na kadar uzandığı dikkate alındığında, ASEAN’a üye on üye ülkeden yarısının Çin’le doğrudan karşı karşıya gelmesi her an mümkün.

9 Haziran’da bir Çin ve Filipinler’e ait balıkçı teknelerini ilgili sularda çarpışması konunun güncelliğini koruduğu anlamına geliyor. Bunun sıradan bir kaza olma ihtimali tartışılırken, güvenlik sorunu sadece Filipinler nezdinde değil, bölge için ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Eleştirilemeyen Myanmar

Son birkaç yıldır ASEAN zirvelerinde Arakan konusunda referanslar, 2017 yılı Eylül ayında Myanmar ordusunca gerçekleştirilen saldırılar sonrasında, sayısı yaklaşık 750 bini bulan göçmenler konusuyla ilgili oluyor. Bu durum, akıllara acaba daha önceki süreçlerin unutulmakta veya unutturulmakta olduğu anlamına mı geldiği sorusunu getiriyor.

Birleşmiş Milletler ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden bazı sivil toplum kuruluşlarının çabalarıyla Myanmar ordusu yetkililerine yönelik yargılama kararlarına rağmen, ASEAN içinden güçlü ses duyabilmek mümkün olmuyor.

Malezya başbakanı Dr. Mahathir Muhammed’in zirve öncesinde konuyu gündeme alışının dışında, Myanmar’a yönelik eleştiri ve zirve sürecinde herhangi bir yaptırım konusunun gündeme gelmemesi durumun endişe verici oluşunda devamlılık olduğuna işaret ediyor.

Aslında, Myanmar’ın birlik içerisindeki konumunu sorgulama bağlamında sadece Arakan konusu da bulunmuyor. Ülkenin kuzeydoğu ve doğu’sunda sınır bölgelerindeki diğer azınlık gruplarıyla olan anlaşmazlık ve düşük yoğunluklu çatışmalar konusu da bir bütün olarak ele alınmayı bekliyor.

ASEAN umutvar olmak istiyor
Gerek üye ülkeler gerekse bölgesel güvenlik ve ekonomik sorunlara karşın ASEAN umutvar olmak istiyor. Özellikle Singapur ve Malezya liderlerince dile getirilen ekonomide sürdürülebilirlik konusu bir anlamda bölgenin varoluş nedeni olmasıyla da öne çıkıyor.

Bu bağlamda, Barack Obama döneminin sonunda yakalanan Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA), Donald Trump ile bertaraf edilirken, ASEAN yönünü Çin’in de içinde bulunduğu, toplam 16 üye ülkeli Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği’ne (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) çevirmiş durumda.

Çin’le yaşanan tüm sorunlara karşılık, böylesi bir ekonomik işbirliğinde Çin’in olması bir handikap olarak gözükse de, halen üzerinde çalışmaların sürdüğü bu birlikte Japonya, Hindistan, Avustralya gibi Hint-Pasifik bölgesinin önemli ülkelerinin de yer alması ASEAN için bir güven unsuru taşıyor.

Üye ülkelerin onunun ASEAN üyesi olması, birliğe bu yapı içerisinde bir merkezilik niteliği kazandırıyor. Bu anlamda, TPPA ile yitirilen umutlar RCEP ile diriltilmeye çalışılıyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/06/24/bangkokta-asean-zirvesi-ve-yeniden-yapilanma-the-asean-summit-in-bangkok-and-the-issue-of-reconstruction/

12 Haziran 2019 Çarşamba

Hong Konglular Pekin rejimine karşı / The Hong Kongers are against the Beijing regime


Mehmet Özay                                                                                                                         13.06.2019

foto: scmp.com
Hong Konglular, kendilerini Çin merkezi yönetiminin siyasi ve güvenlik şemsiyesi altına almayı hedefleyen yasa tasarısına itiraz amacıyla meydanlarda.

Hong Kong genel valisi tarafından önerilen ve parlamentoda görüşülüp kabul edilmesi beklenen ve Ada’da suç işleyenlerin ana kıta Çin’de yargılanmalarına olanak tanıyan yasa önerisi karşısında Ada halkı meydanları doldurdu.

Söz konusu yasa taraşının gündeme gelmesiyle geçen Mart ayı sonu ve Nisan başında bu gelişmeye karşı ilk gösterilen yapılmıştı. Geçen hafta sonunda bu sefer daha büyük katılımla gösterilerin gündeme gelmesi üzerine, ilgili yasa tasarısının 12 Haziran Çarşamba günü parlamentoda ikinci kez ele alınması ertelendi.

‘Barışçıl’ olarak başlayan gösterilerin şiddet boyutuna ulaşması, Ada halkının söz konusu yasa tasarısına karşı direncini göstermesi bakımından önemli.

Ada halkının 2003, 2014 yıllarında da tanık olunan dev gösterilere bir yenisini eklerken, niceliksel olarak öncekilerden daha çok sayıda kişinin katılması, Ada’da siyasi ve toplumsal hareketlilikte gelinen noktayı göstermesi bakımından dikkat çekici.

Yasa tasarısı görüşülmesi ertelendi
Pazar günü başlayan ve Çarşamba günü yani, dün parlamentoda görüşülmesi beklenen yasa tasarısının ertelenmesine neden olması, gösterinin bir anlamda başarısı olarak değerlendirilebilir.

Ancak, genel vali konumundaki Carrie Lam, yasa tasarısının parlamentodan geçmesi için çalışacakları yönündeki açıklamanın ardından, Pekin destekli Hong Kong siyasi yönetimi ile Hong Kong halkının büyük bir bölümü arasında sürecin nasıl bir yön alacağı konusunda pek de iyimser bir hava oluşturmayacağı ortada.

Yönetim, sadece sınırlı yargılama süreçleri ve vakalarının Çin’de gerçekleştirilmesine olanak tanıyacağını ileri sürerek söz konusu yasayı savunsa da, halk yasanın Pekin yönetiminin manipülasyonlarına açık olacağı ve genel özgürlüklerin ortadan kaldırılması endişesiyle karşı duruyor.

1997 özerklik ruhu ve Pekin yönetimi

Bu gelişme, aynı zamanda Ada’nın Çin yönetimine girdiği 1997 yılından itibaren uygulanmakta olan  “tek ülke, iki sistem” adı verilen ve Ada hukuk sisteminin özerkliğine vurgu yapan ilkenin de zaafa uğratılacağına işaret ediyor.

Öyle ki, Hong Kong ile ana kıta Çin yönetimi arasında suçluların iadesi konusunda bir anlaşmanın olmamasına karşılık Ada yönetiminin böylesi bir karar almak istemesi, Ada toplumunun özerklik ve özgürlüklerinin garanti altında olduğu siyasi ilkeden uzaklaşma anlamı taşıyor.

Ada’daki bu gelişmeye uluslararası çevrelerin de olumsuz yaklaşmasında Ada’nın özgürlük atmosferine verilen desteğin yanı sıra, bu yasa ile Ada’da bulunan yabancıların da ana kıta Çin’e sevk edilerek yargılanmalarının yolunun açılması bulunuyor.


Bu temel yaklaşımın ötesinde gösterinin en kayda değer yanı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin siyasi egemenlik alanını genişletme çabasında, sadece Güney Çin Denizi gibi teritoryal bir bağlamda kalmadığı, aksine Hong Kong gibi Anglo-Sakson dünyanın bölgedeki temsili yapısı üzerinde de gücünü gösterme eğilimi sergilediğini ortaya koyuyor.

Son yasa tasarısı Ada’da hakim yasal sistemin yapısal olarak tahribi anlamı taşıması ve bu bağlamda bireysel hak ve özgürlüklerin Pekin yönetimince belirlenmeye açık hale getirilmesi tepkinin ana nedenini oluşturuyor.

Ada’nın Birleşik Krallık yönetiminde geçirdiği on yıllar boyunca teneffüs ettiği özerk siyasi yapısı, 1997’deki değişimin ardından, Çin rejiminin merkezi kontrol odaklı yönelimine konu olmasıyla siyasi bir değişim süreci yaşıyor. Bu değişimde, Ada halkının birincil aktör olmak yerine, Pekin yönetiminin belirlediği kurallarla geleceklerinin belirlenmek istenmesi karşısındaki kaygıları giderek su yüzüne çıkıyor.

Hong Kong’luların 2014 yılında Şemsiye Hareketi sürecinde öne çıkan ve kimi çevreler tarafından öğrenci hareketi olarak küçümsenecek bir gelişme olmadığı hafta sonunda başlayan dev gösterilerle Ada halkının her kesiminin iştirakıyla kanıtlanmış durumda.

Bunda hiç kuşku yok ki, 1997’den sonraki elli yıllık süre boyunca yani, 2047 yılına kadar Ada halkının geçmişte sahip olduğu özerk yapısının korunacağı, ancak akabinde nasıl bir siyasal ve toplumsal yapının oluşacağı konusundaki kaygıların sürenin azalmasıyla kendini daha güçlü bir şekilde hissettirdiği gözlemleniyor.

Hong Kong – Çin ayrışması

Gösteriler, aynı ırk temelli toplumsal yapı sergileyen ana kıta Çin ile Hong Kong Adası halklarının özgürlükler bağlamında nasıl ayrıştıklarına dair bir örnek teşkil etmesiyle dikkat çekiyor.

Çin’in 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kapılarını dış dünyaya açması, 1990’lardan itibaren giderek ekonomik gelişme yönünde önemli bir aşama kaydetmesi, bunun somut bir ifadesi olarak 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilişi küresel kapitalist sisteme adaptasyonuna uygun bir süreç kabul edilir.

Söz konusu bu ekonomik gelişmenin, örneğin Çin’in özellikle doğu sahillerindeki eyaletlerinden başlayıp kuzey ve batı eyaletlerine doğru tedrici genişlemeye gösteren gelişmiş kapitalist dünyadaki maddi ilişkilerinden ayırt edilemeyecek görünümü ve bu bağlamda böylesi bir dünyaya özgü toplumsal yapının ortaya çıkmasına neden olmasına karşılık, özgürlükler konusunda benzer bir sürecin yaşanmadığı da bir vakıa.

Öyle ki, hem yakın geçmişte, hem de bugün Hong Kong’da yaşananlar bunun kanıtı hükmündedir.  

Hong Konglular, Çin ulus-devleti aidiyetinde tanımamak suretiyle kendilerini ana kıta Çin’den ayrıştırmakta bir sorun da görmüyorlar.

Bu gelişme, hiç kuşku yok ki, Doğu Asya’da birbiriyle çelişki içeren ulusal güvenlik ve özgürlükler konusunun oldukça dinamik bir sosyolojik ve siyasal olgu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Öte yandan, Ada halkının böylesine dev gösterilerle gündemi oluşturması, ortaya koyacağı etkiler bakımından, sadece Doğu Asya’nın bu küçük Ada ülkesiyle sınırlı değil.

Ada halkının sergilediği ve demokratik hak taleplerinin göstergesi olarak kabul edilen barışçıl gösterilerin hedefinde, insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlükler gibi liberal demokratik sistemin ilkeleriyle çelişen Pekin yönetiminin olması, bu yönetimin Tibet, Tayvan ve Doğu Türkistan politikalarının da şu veya bu şekilde hedef alındığını gizli/açık ortaya koyuyor.

Her ne kadar, Hong Konglular bu bölge toplumları için talepte bulunmuyor olsalar da, Ada’daki gelişmelerin yakın gelecekte ana kıta Çin yönetimini hem içerden hem çevreden hedef alan tepkilerin ve eylemlerin zeminini hazırlama potansiyelini içinde taşıdığı inkâr edilemez.


10 Haziran 2019 Pazartesi

Singapur’da küresel güvenlik tartışmaları / Global defence issues in Singapore


Mehmet Özay                                                                                                                 9 Haziran 2019

foto: foreingbrief.com
Singapur bu ayın başında, Shangri La diyalog toplantılarının 18.sine ev sahipliği yaptı. Küresel güvenlik işbirliği zirvesi olarak anılan toplantılar 40 ülkeden, başta savunma bakanları olmak üzere üst düzey delegelerin katıldığı toplantılarda dünya güvenlik gündemini meşgul eden konular ele alındı.

İçinde bulunduğumuz yüzyıla “Asya yüzyılı” adını veren düşünce yapısının veya küresel aklın, bunun içeriğini doldurabileceği mekânlardan belki de en cazibe merkezi olan Singapur’u toplantı merkezi olarak seçmesi bir rastlantı değil. Ve bu anlamda, bugün 18.cisi gerçekleştirilen toplantıların anlamlı bir gelenek oluşturduğu söylenebilir.

Toplantıların bir Ada ülkesi olan Singapur’da gerçekleştirilmesi, başbakanı Lee Hsien Lhoong’un da dikkat çektiği üzere, dünya devleri karşısında küresel güç olmayan küçük devletlerin neler yapabileceğine dair bir örnek teşkil ediyor.

Güvenlik tehdidi artışı

Toplantıların yapıldığı Ada devleti Singapur’dan hareketle, görüşmelere konu olan sorunların başında Kore Yarımadası’nda nükleer tehdit ve Güney Çin Denizi’nde teritoryal haklar gibi konular geldiğine kuşku yok.

Bununla birlikte, Hint Okyanusu, Arap Yarımadası, Doğu Akdeniz, Doğu Avrupa ve NATO şemsiyesi altındaki Avrupa ile son dönemde İran üzerinde yeniden belirginleşmeye başlayan baskılar gibi çeşitli bölgelerdeki irili ufaklı güvenlik konuları da gündemde yer aldı.

Bu çerçevede, ilgili ülkeleri ve bölgesel yapıları tehdit algısı ile yaşamaya ve bunun zorunlu bir sonucu olarak silahlanmaya zorlayan ise, uluslararası sisteme hakim kayda değer belirsizlik ve kırılganlığa dikkat çekiliyor.

Örneğin, Avrupa Birliği gibi, barış ve güvenliği tesis ettiği kanaati oluşturan ve bu değerleri dünyada farklı bölgele ihraç etme çabası sergileyen yapının bile, son dönem gelişmeler çerçevesinde köklü NATO çatısı bünyesinde yeni bir askeri yapılanmaya zorlanıyor.

ABD’de Donald Trump yönetiminin NATO üyesi ülkelere bu konuda yaptığı baskıya en son örnek, savunma bakanlığı görevini vekaleten yürüten Patrick Shanahan’ın Singapur’daki toplantılarda yaptığı açıklama oldu. Shanahan, Asya’dan Avrupa’ya kadar ABD müttefiklerinin savunma harcamalarında üzerlerine düşeni yapmaları konusundaki çıkışı, belki de en çok AB’yi ilgilendiriyor.

Bu anlamda önümüzdeki dönemde 288 milyar Dolar ile 357 milyar Dolara karşılık geleceği belirtilen askeri alt yapı artırımı beklentisi tehdit algısının boyutlarını göstermesi bakımından oldukça önemli.

Toplantıların bir diğer önemi, söz konusu bu kırılganlıktan doğan sancılı bir dönemden geçtiğine kuşku olmayan dünya düzeninin, başta güvenlik eksenli olmak üzere yeniden nasıl yapılandırılabileceği üzerinde çeşitli görüşlerin ortaya konmasına imkân tanımasıdır.

Bu konuda, özellikle Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoong’ın açılış konuşmasında dile getirdiği bazı hususlara aşağıda kısaca değineceğim.

Soğuk Savaş sonrası huzur ihtimali

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle dünyanın diğer bölgeleri gibi Doğu ve Güneydoğu Asya’ya barış ve huzur geleceği yönündeki olumlu atmosfer, giderek yerini risklerle dolu zorlu bir sürece bıraktığı konusunda ortak bir kanaat hakim.

Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle birlikte küreselleşme düşüncesinin sadece akademi dünyasında değil, pratikte ulusal ve bölgesel bağlamları ile uluslarötesi kurumlar boyutunda bir imkân olarak ortaya konmasından pek fazla süre geçmemiş olmasına karşılık, bugün tehdit algısındaki artış gündemi belirliyor.

Öyle ki, artık Soğuk Savaş yıllarının geleneksel meydan okumaları ve tehditleriyle kalmayan, üstüne üstlük iklim değişikliğinden siber teknoloji gibi yeni ve/ya bir başka adlandırmayla geleneksel olmayan tehdit yapılarının ortaya çıkması, kendini sadece küresel güç olarak gören ülkeleri değil, dünya kamuoyunu doğrudan bağlayıcı bir nitelik arz ediyor.

Singapur faktörü

Shangri La toplantılarının açılış konuşmasını yapan Singapur başbakanı Lee Hsien, içinde bulunduğumuz dönemi ele alırken rasyonel bir şekilde ortaya koyduğu tarihi referanslarla günümüz aktörlerinin ortak barış ve kalkınma hedefiyle ne tür politikalar izlemeleri gerektiğine dikkat çekti.

Başbakan, bu söylemi ile aynı zamanda bu bölgenin, yani Güneydoğu Asya’nın küresel barış ve kalkınma için niçin bu denli önemli olduğunu da kanıtlama iddiası taşıyordu.

Bu anlamda, Başbakanın belirttiği üzere toplantıların Singapur’da gerçekleştirilmesi, dünya devleri karşısında küresel güç olmayan küçük devletlerin neler yapabileceğine dair bir örnek olmasıyla da önemliydi.

Lee Hsien, toprağı bol olsun babası Lee Kuan Yew’ı aratmayacak şekilde günümüz küresel sorunlarının odağındaki iki ülke yani, ABD ve Çin ilişkilerini ve bunun neden olduğu küresel yansımaları değerlendirirken oldukça eleştirel bir dil kullanması dikkat çekicidir.

Yukarıda zikredilen ve temelde teritoryal egemenlik sahaları üzerindeki anlaşmazlıklar, nükleer güç tehditleri gibi alanlarla birlikte, ABD-Çin arasında aktif olarak neredeyse bir yıla varan ticaret savaşları da, güvenlik şemsiyesi altında yer alan ve/ya doğrudan ilintili parametrelerden biri olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Tek kutupluluktan çok kutupluluğa

Başbakan Lee Hsien’in konuşmasında tek kutupluluk ile çift kutupluluk ikileminden öte, çok kutupluluk söylemini dillendirmesi aslında, söz konusu bu iki gücün dünyadaki farklı güç alanlarıyla ilişkilerini yapılandırması konusunda kayda değer bir öneri anlamı taşıyordu.

Bu anlamda, Lee Hsien küresel aktörleri salt ABD ve Çin ile sınırlandırmıyor. Aksine bunlara Japonya ve Avrupa Birliği gibi iki önemli ekonomi bloğunu da ekleyerek küresel ekonomi ve güvenlik bağlamlarında çoklu aktör teorisi diyebileceğimiz bir bakış açısını dile getiriyor.

Bu çerçevede, askeri riskleri minimalize edecek ve küresel ekonominin sürdürülebilir gelişmesine olanak tanıyacak ekonomi birlikleri hakkındaki görüş yine dile getirildi. ABD’de Barack Obama döneminin ürünü olan Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA), 2016’dan itibaren Donald Trump eliyle sonlandırılırken, başta Singapur ve Japonya olmak üzere küresel ekonominin belirlediği koşullarda önemli aktörler olarak öne çıkan ülkelerin TPPA’yı yeni bir yapılandırmayla hayata geçirme projesi halen potansiyel bir değer olarak ortada duruyor.

Trump yönetimi siyasi çabasının büyük bir bölümünü, içinde ekonomi ve ticaret alanı kadar, Güney Çin Denizi örneğinde olduğu gibi çeşitli küresel suyolları üzerinde bazı ülkelerin egemenlik iddiasında bulunması nedeniyle ulusal güvenliğini tehdit eden unsurlarla mücadeleye adarken, son üç yılda gelinen noktada küresel tehdit algısının ABD’den başlayarak genişleme gösterdiği de bir gerçek.

Bu gelişmenin neden olabileceği olumsuzlukların önünü almaya yönelik olarak Başbakan Lee, ABD ve Çin’e düşen sorumlulukları hatırlatırken, küresel ekonominin bölünmüş bir yapı sergilemesinin tüm ülkeleri etkileyecek bir felaket olarak değerlendiriyor.

Sorunlara gerçekçi yaklaşım

Kimileri, Singapur başbakanının bu söylemini büyük çaplı teritoryal anlaşmazlıklara konu olmayan, küçük bir Ada ülkesinin pembe rüyalar görmesi şeklinde değerlendirebilir.

Ancak unutulmaması gereken bir husus var ki, sömürgecilik süreçlerinin önemli bir aşamasında, 1819 yılında atıl bir balıkçı köyünden küresel sermayenin önemli saç ayaklarından biri haline gelmeye başlayan Singapur Adası’nın salt kendinden ibaret bir siyaset ve ekonomiden ibaret değil.

Bağımsızlıktan yakın geçmişe kadar Lee Kuan Yew gibi bir zekânın oluşturduğu siyaset ve ekonomi yapılaşması, Ada toplumunu kendi ayakları üzerinde durmasını sağlarken, Çin’den ABD’ye ve Avrupa Birliği’ne kadar çeşitli ülke siyasetçilerini küresel barış ve ekonomik işbirliğine davette önemli yol haritası çizdiğini unutmamak gerekir.

Bu bağlamda, Singapur küçük bir ülke olsa da, küresel aktörlere hitap edebilecek entelektüel ve bilimsel kapasitesi ve tarihsel hafızası olan bir ülke olduğu unutulmamalı.