31 Temmuz 2015 Cuma

Cakarta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Ağırlıyor / President Erdoğan in Jakarta

Mehmet Özay                                                                                                             31 Temmuz 2015

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki gün sürecek Cakarta ziyareti bugün resmen başlıyor. Bundan yaklaşık dört yıl önce, 2011 yılı Nisan ayında, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ziyaretine tanık olmuştuk. Aradan geçen dört yılın ardından Cakarta’nın bir kez daha Türkiye Cumhurbaşkanı’nı ağırlayacak olması önemli. Bununla birlikte, aradan geçen sürede neler yaşandığı kadar, bu yeni ziyaret ile önümüzdeki süreçte neler yaşanabileceği üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bu ziyaret vesilesiyle kimi çevreler Sayın Cumhurbaşkanı ile Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo’nun yerel yönetimlere dayanan siyasi geçmişlerinin benzerliğinden hareketle hoş manzaralar çizebilirler. Ancak bu benzerliğin, her iki ülke ilişkilerinde bugüne kadar arzu edilebilir düzeye çıkamamış/çıkartılamamış olmasına rağmen, yeni bir vizyon oluşturulmasına katkısı olur mu sorusu da gündeme getirilebilir elbette. Tabii ziyareti bu ve benzeri bir minvale oturtarak yazıya devam etmek yerine, burada sınırları genişleterek bu ziyaretin anlamını ortaya koymak da mümkün.
Öncelikle Sayın Erdoğan’ın nasıl bir Endonezya’yla karşılaşacağına dair birkaç hususa değinelim. Bugün Başkan Jokowi’nin selefi Susilo Bambang Yudhoyono’dan (SBY) devr aldığı Endonezya dünkü Endonezya değil. Yakın geçmişe dönüp bakacak olursak, Susilo Bambang Yudhoyono yönetminin görece parlak bir gelişme kaydetmesine rağmen, ülkede hak edilen ve geniş kesimleri içine alacak reformların gerçekleştirilebildiğini söylemek güç. Bu nedenledir ki, kimi kesimlerin bir tür yılgınlıkla ‘Keşke Suharto döneminde olsak’ yollu temennileri gündeme taşınıyor(du). Bu temennileri pratiğe geçirme kosunuda istekli olan halen etkin odakların bu yönde bir inisiyatif geliştirme temrinleri de açıkçası insanı ürkütmüyor değil. Endonezya’nın gerek çoğul etnik yapıları barındıran bir ülke olması, gerekse Malaka Boğazı ve Güney Çin Denizi’ne sınırları nedeniyle küresel bir probleme dönüşmüş olan bölgesel açmazın içinde yer alıyor oluşu, stratejik önemini artırırken, aynı zamanda son birkaç yıldır giderek yüksek sesle dile getirilen tarihi ‘Deniz İpek Yolu’ projesine taraf olabilme yönelimi bu ülkeyi bir an önce kendine çeki düzen vermeye zorluyor. Bu hususlarda Türkiye’nin Endonezya’ya bir ‘el uzatması’nın mümkün olup olmadığı da tartışılmayı hak eden bir husus.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın ziyaretinin Çin’den başladığını dikkate aldığımızda, sadece Endonezya ile ikili ilişkiler çerçevesinde değil, bölgesel yani Doğu ve Güneydoğu Asya bağlamıyla ele alınmalı. Bu çerçevede, ASEAN genel sekreterliğinin Cakarta’da bulunması kadar, Endonezya’nın birlik içinde öne çıkabilecek bir lider ülke konumunda olması en azından böylesi bir potansiyele sahip oluşu, Çin ile Endonezya arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler vb. özellikler çerçevesinde, Türkiye’nin bu iki ülke ile yakınlaşmasının önemine gönderme yapabiliriz. Bu ifadeleri kullanırken, pembe bir tablo çizme gayesi de taşımıyorum. Ortada bir inisiyatif geliştirilmesi konusunda irade olduğuna dikkat çekmek için sarf ettiğim bu cümlelerin ardından, bugüne kadar yukarıda zikredilen bağlama oturacak siyasi-ekonomik-eğitim-sosyo/kültürel açılımları yapacak gerek devlet gerek özel sektör/STK yapılaşmalarının olup olmadığını; şayet varsa bunların bugüne kadar nasıl bir süreçte ne gibi komplike ilişkilerle çerçevelendiğini dikkatle incelenmesine de gerek olduğunu söylemek isterim.
Çin ve Endonezya özelinde pratikte karşımıza çıkan sorunlar/ilişkiler nedir kısaca bir bakalım. Kuşkusuz ki, Çin dediğimizde Türk kamuoyunda ilk akla gelen Uygur sorunu oluyor. Dünyanın ikinci “süper gücü” olan bir ülkeye karşı Türkiye’nin bir baskı unsur geliştirebileceğini söylenemez elbette. Ancak Türkiye’nin başta Uygurlar olmak üzere Çin özelinde veya bölgede şayet bir inisiyatif geliştirme arzusu taşıyorsa, bunu bölge ülkeleri ile kurulan birliktelikler bağlamında yapması kaçınılmazdır. Örneğin Malezya ve Endonezya gibi nüfusunun kahir ekseriyetinin Müslüman olan ülkelerindeki yönetimlerin dahi bu konuda bir inisiyatif geliştermekten uzak siyasi duruşları üzerinde epeyce çalışılmayı hak ediyor.
Bu ziyaretin Endonezya açısından önemi kadar, bölge ülkelerine de vereceği mesaj/lar var. Bunun başında, Suriye’de kaynayan kazanda öne çıkan ‘aktör’ konusunda bölge ülkelerindeki hassasiyetine dair Türkiye’nin önemli bir karşılık vermesi gerekiyor. Bu çerçevede, bir süredir Endonezya’da yakalanan bazı Uygurların söz konusu terör yapısıyla ilişkileri olduğu yönündeki resmi açıklamalardan hareket ederek, Türkiye’nin bir yandan Uygur, öte yandan Suriye özelindeki gelişmelere dair bir yaklaşım sergilemesi beklenebilir.
Türkiye’nin bu ziyaretten beklentilerin başında kuşkusuz ki, ikili ilişkiler kadar, ASEAN ‘bünyesine’ giderek daha çok nüfuz etme çabası içinde olmak geliyor. Sayın Gül’ün 2011’deki ziyareti sırasında “Türkiye’nin ASEAN’la ilişkileri geliştirmek istemesi” yönündeki demeci halen gündemde ve geliştirilmeye matuf olduğu görülüyor. Türkiye’nin bir yandan ASEAN’a akredite oluşu, bölgede sayısı artan Büyükelçilikler ile tüm atıllığına rağmen, D-8 gibi geliştirilmeye açık önemli bir potansiyel yapılaşmayı işlevsel kılınmasının aciliyeti ortadadır. Özellikle D-8’i ekonomik işbirliğinin ötesine taşıyacak ve geniş kesimleri bünyesine dahil etmesine olanak tanıyacak bir geniş işlevsellik kimliğine büründürülmesi gerekiyor. Ancak bu yolladır ki, bölge ülke yönetimlerinin kimi ‘atıl karakteristiklerinin’ ötesine geçerek sivil toplumun değişik kesimlerinin işbirliğiyle ortak sorunlara çözümler üretilmesi beklenebilir. ASEAN içindeki işbirliği kadar, D-8 bağlamında geliştirilebilecek olanaklar ile aralarında Arakan meselesi de dahil bölgenin özellikle azınlıklar, doğal afetler vb. konularında inisiyatif geliştirilmesi imkânı doğacaktır.
Kimileri, Türkiye ve Endonezya’nın (burada Malezya’yı da zikretmekte fayda var) ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’ bağlamındaki ‘birlikteliği’ni gündeme getirebilir. Ancak İİT çerçevesinde, Malezya ve Endonezya’nın, Türkiye’nin inisiyatifiyle bir şeyler geliştirmesine yönelik tepkileri bir yana, kendi özel bağlamlarında dahi İİT politikasızlığından mütevellik, özellikle de geniş kamuoyu nezdinde suküt-u hayale yol açtığına tanık oluyoruz. Şayet Türkiye bu kurum üzerinden ortak bir strateji geliştirme niyetinde ise, öncelikle 2003’den bu yana bu kurumun samimi-kalıcı ve istikrarlı politika  ve icraatlara imza attığının ortaya konması lazım. Bunun da ilk etapta tescile muhtaç yeri kuşkusuz ki Açe’den başlayarak Mindanao’ya kadar uzanan boyutudur elbette.
Son olarak şu hususa değinmekte yarar var. Türkiye’nin, özellikle Güneydoğu Asya ile ilişkilerinin aksını oluşturan tarihsel köklere inilmedikçe bu bölge ve bölgenin ana odaklarıyla temasın arzu edilebilir bir seviyeye çıkması mümkün değil. Türkiye’ye yakınlık hisseden ve bu anlamda psikolojik rahatlık ve hazırlık içinde olduğu görülen bölgesel ‘yapılarla’ kurulacak temasın ve buralardan başlatılacak her türlü ‘atraksiyonların’ bölge üzerinde Türkiye’nin nisbi etkisini ve varlığını etkilemede katalizör işlevi göreceğine kuşku yok. Bunun en bariz örneğini, daha 2004 yılı sonunda meydana gelen deprem ve tsunamiden sonra -tüm manipülatif çabalara rağmen-, Türkiye’nin Açe merkezli başlayan ve çevreye yani bölgenin diğer bölge ve ülkelerine yayılan etkisi oluşturuyor. Bununla birlikte, bölge halkı üzerinde ‘doğan’ bu’ etkinin rasyonel ve uzun erimli sosyo-ekonomik ve kültürel politikalara dönüştürülmesi konusunda bugüne kadar ne kadar ciddi adımların atılıp atılmadığını da bizzat müşahade etmekteyiz.

Not: 1985-1988 yılları arasında Cakarta Büyükelçisi olarak görev yapmış olan, merhum Metin İnegöllüoğlu’nu çalışma döneminin otuzuncu yılı vesilesiyle, o dönemin zor koşullarında sergilediği çabalardan ötürü kendisini rahmetle anıyorum. 

28 Temmuz 2015 Salı

THE MYTH AND REALITY OF RUKIYE HANIM IN THE CONTEXT OF TURKISH MALAY RELATIONS (1864-1904)

Abstract
The present article investigates the identity, partial biography, and relations of Rukiye Hanım. She is recognized as the grandmother of three significant families who have been playing distinguished roles in politics and academics in Malaysia. Rukiye Hanım with her sister Hatice Hanım are believed to have been presented as concubines by Babussaade, the Palace in Constantinople, to Sultan Abu Bakar of Johor in the closing decades of the 19th century.
It is significant here to pin down that this article grew out of some concerns upon the discourse argued by circles around the relations of Rukiye Hanım. The present writers urge that the established discourse creates an imagined memory, explicitly or implicitly, borrowing the concept from Benedict Anderson, related to this lady. This article will provide some details on the concubine, Rukiye Hanım who seems to be the main actor to set aright imagined misconceptions. This research relies on primary data particularly from oral information of the living descendants of Rukiye Hanım. Besides, the present writers conduct comparative understanding of the secondary sources to re-examine the mainstream discourse upon Rukiye Hanım written in Turkish, Malay and English languages.
This research found that the concubines are not connected organically with the Ottoman Palace family, they are instead commoners and members of other nations. This sensational imagination has turned out to be a sort of historical fact structured by certain groups, both in Turkey and Malaysia, and it has been functionalized to establish historically the relations between modern Turkey and Malaysia.

Key Words: Rukiye Hanım, Ottoman State, Johor Sultanate, concubine, historical imagination. 

26 Temmuz 2015 Pazar

Jokowi Bayram’da Açe’deydi / Jokowi Was in Aceh

 Mehmet Özay – Banda Açe                                                                     20 Temmuz 2015

Devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi) Ramazan Bayramı resmen başlatmak amacıyla eşi Iriana ile birlikte geçen Perşembe günü Açe’ye geldi. Ülkenin önde gelen İngilizce yayın yapan gazetesi “the Jakarta Post” bu ziyareti “Jakarta Bayram geleneğinin bozulması” başlığıyla verdi. Bugüne kadar, Jokowi’nin selefleri Cakarta’daki İstiklal Camii’nde bayram namazını kılıp, Başkanlık konutunda geniş katılımlı bayram töreninde ev sahipliği yapıyorlardı. Bu bağlamda, Jokowi bir geleneği ‘bozarken’, bir başka ‘büyük geleneğe’ eklemlenmesiyle açıkçası tarihe bir not düşüyordu.

Evet, Jokowi’nin Ramazan Bayramı ziyareti önemliydi. Açe’nin Endonezya toprakları içerisinde tarihi ve geleneksel olarak İslamiyetle ilişkisi her daim dikkat çekmiştir. Bununla birlikte, kimi unsurların Açe topraklarının ve halkının İslamiyetle ilişkisinden alerji duydukları da gizli saklı bir durum değil. Bu çerçevede, Başkan Jokowi’nin hem önceki Başkanların aksine bayramı başkent Cakarta’da geçirmek yerine Açe’yi seçmesinin bir geleneğin bozulmasının ötesinde anlamı var.

Öncelikle, Jokowi’nin politikaya atılmadan önceki yaşamında yaklaşık üç yıl gibi bir süreyle Orta Açe’nin önemli şehri Takengon’da yaşamış olmasının Açe ve Açelilere yönelik bir yakınlık hissinin olduğuna kuşku yok. Bireysel tarihindeki bu not da aslında, önceki Başkanlardan ayrılan bir hususiyetine işaret ediyor ve Açe ve Açelileri algısı noktasında onu psikolojik bir rahatlığa sevk ediyor. Bir diğer nokta, geçen yıl başkanlık seçimleri öncesinde kimi çevrelerin Jokowi’nin ‘dini mensubiyetine’ dair bazı eleştirel çıkışlara cevap olduğunu da rahatlıkla söylemek mümkün. Kaldı ki, seçimlerden az bir süre önce ‘umre’ye gitmesi de bu eleştirilere yanıt niteliğindeydi. Öte yandan, Açelilerin İslamiyetle bağlarının gücü, tüm Endonezya nezdinde kabul edilir ve kimi çevrelerce de öykünülebilir bir durumdur. Bu bağlamda, geniş Müslüman kitlelere tam da bayram arefesinde Başkan Jokowi’nin vermek istediği hoş bir mesaj olduğu görülür.

Tarihi verilere göre, en azından 16. yüzyıldan itibaren Açe İslam Devleti’nde bayram kutlamalarında (Hari Raya) bir gelenek haline gelen törenlerin bir benzeri modern dönemde de devam ediyor. Her ne kadar, örneğin İskender Muda döneminin saray-eşraf ve halkın birlikteliği, allı-güllü yüzlerce fil ile devletin görkeminin sergilendiği depdebeli kutlamalar olmasa da, bugün de Açe’de Beytürrahman Camii merkezli Ramazan kutlamaları büyük ilgi çekiyor. Düne kadar sadece Açe Valisi ve yardımcısı başta olmak üzere Eyalet yetkililerinin halkla buluşma vesilesi olan ‘takbiran’ törenlerine bu yıl değişiklik yaşandı. İşte Jokowi’ni bu bayramı Açe’de geçirmek ve bu kutlamaları resmet başlatmak amacıyla Banda Açe’ye gelişi bu geleneksel serüvenin bir devamı olmaklığıyla önem taşıyor.

Jokowi’nin Banda Açe ziyareti, Arefe akşamı yatsı namazını müteakip, Beytürrahman Camii önünde yapılan Bayram kutlamalarını başlattı. Malay dünyasının genelinde de geleneksel çalgılardan biri olan Debuk’u çalmasıyla törenler resmen başlamış oldu. geleneksel dini eğitim kurumları pesantrenlere mensup öğrencilerin birbirinden ilginç süslenmiş araçlardaki ilâhi grupları ve ellerinde meşaleler taşıyan kortej eşliğindeki yürüyüşünü izledi. Bayram sabahı da gene aynı camide, yani Beytürrahman’da Bayram namazını kılarak Açeliler bayramlaştı. Ardından da her zamanki gibi, bazı ailelere süpriz ziyaretlerde bulundu.

Bu ziyaretin günün politik ilişkileri bağlamında bir tür popüler kazanım aracı kılınacağı düşünülebilir elbette. Ancak bundan önce, Açe bağlamında bu kutlamaların neye tekabül ettiğine değinmek gerekir. 15 Ağustos 2015 Helsinki Barış Anlaşması’nın onuncu yıl dönümüne tekabül ediyor. Açe Barışı’nın Endonezya için ne denli önemli olduğuna kuşku yok. Yıl dönümüne az bir süre kalan Başkan Jokowi’nin Açe’yi hem de Ramazan Bayramı münasebetiyle ziyareti onuncu yıl toplantıları, konferansları çerçevesinde Açeli yönetecilerle yapılacak değerlendirmeler için, belki de son bir görüş alış verişi niteliği taşıyordu. Basına yansıyan fotoğrafları izleyecek olursak, sadece Açe Valisi Dr. Zeyni Abdullah’la değil, Açe geleneksel yönetiminde önemli bir yeri olan “Wali Nanggroe” olarak seçilen Malik Mahmud’la da görüş alış verişinde bulunduğu anlaşılıyor.

Bu noktada Helsinki Barış Anlaşması’nın hem merkezi hükümet hem de Açe bağlamında getirdiği geniş barış ortamının rahatlığına rağmen, Anlaşma metninin önemli bir bölümünün halen sürüncemede bırakılmış olduğu dikkate alındığında, hiç kuşku yok ki, kayda değer bir rahatsızlığın varlığına da dikkat çekmek gerekir. Bu noktada, Açe’deki neredeyse tüm toplumsal kesimlerle içiçe biri olarak barışın tam anlamıyla yerleşebilmesi için on yıllık sürenin hiç de az olmamasına rağmen, halen kat edilecek epeyce yol olduğuna da işaret etmekte fayda var. Bir önceki başkan, Susilo Bambang Yudhoyono’nun başından itibaren önemli katkılarda bulunduğu Açe Barış süreci bir siyasi miras olarak şimdi Jokowi’nin “denetiminde”. 

Jokowi’nin Bayram ziyareti, Başkan olmasından bu yana geçen kısa sürede yaptığı ilk ziyaret değil. Tsunaminin 10. yıl anma törenlerine katılacağı açıklanmasına rağmen, katılamasa da, Mart ayı başlarında Açe’ye geldi ve Weh Adası yönetim merkezi Sabang’da uzun yıllardır bir türlü bitirilemeyen serbest ticaret bölgesi sürecinin artık bitirilmesi konusunda iradesini gösterdi. Ardından, Kuzey Açe’de Sumatra Adası’nın en büyük barajı inşasına ‘ilk taşı’ koydu.

Jokowi’nin Açe’ye yaptığı bayram ziyareti, sadece Cakarta’da bayram kutlamaları geleneğinin yeni bir yönelim kazanarak bozulmasına değil, Açe’deki barış anlaşmasının tüm unsurlarıyla hayata geçirilmesi noktasında da bugüne kadar ki gecikmenin bir an önce telâfisine de yol açması beklentisi yüksek. Böylece, Açelilerin bayramları çok daha huzurlu ve neşe içinde geçirecekleri bir ortam da hazırlanmış olacaktır.


16 Temmuz 2015 Perşembe

Başkan Jokowi’nin Merkez Güçlerle Sınavı / President Jokowi’s Test with Central Powers

Mehmet Özay                                                                                                             16 Temmuz 2015
Endonezya’da geçen yıl sonlarına doğru önemli vaadlerle Devlet Başkanı koltuğuna oturan Joko Widodo (Jokowi) aradan geçen hiç de azımsanmayacak sürede, geniş halk kesimlerini tatmin etmekten uzak bir performans sergiliyor. Tabii, Jokowi ‘iktidarının’ böylesi bir yönelim almasında, ülke siyasal yaşamının köklü kurumlarıyla olan iletişim veya iletişimsizliğinin önemli payı var. Öncelikle şu hususu saptamakta fayda var. Jokowi siyasal yaşamın odağındaki mevcut politikacılarla kıyaslandığında kelimenin tam anlamıyla sivilliği ile öne çıktığına şüphe yok. Bunu da, daha Solo Belediye Başkanlığı döneminden başlayarak halkla her fırsatta birliktelikte, onları dinleyeme verdiği önemde ve de seçim öncesinde sunduğu gelecek projeksiyonunda görmek mümkün. Öte yandan, özellikle Cakarta Valiliği ile başlayan ve Başkanlık adaylığı serüveni ile zirve yapan merkez siyasi güçlerle etkileşimi onun nasıl bir Başkanlık profiline imza atabileceği konusunda ipuçları da veriyordu.
Bu süreçte bugün gelinen noktada, Jokowi, ülkenin Endonezya milliyetçi hareketinin köklü temsilcisi “Demokratik Mücadele Partisi” (PDI-P) içinde sıradan bir üye görünümünde. Devlet başkanı olmakla birlikte, bu üyelik onu ne partinin onursal başkanı Megawati Soekarnoputri, ne de partinin resmi başkanı ve Megawati’nin kızı Maharani ile aynı kefede ele alınmasına yol açıyor. Jokowi’nin partisiyle olan ilişkisi niçin bu denli önemli sorusu sorulabilir elbette. Bunun en açık cevabı, Başkanlık koltuğuna oturacak kişinin bugüne kadar bir siyasi parti başkanlığından gelmesi gerçeğinde yatıyor. Bu da seçilen başkanın temsil ettiği siyasi bir hareket, şu veya bu şekilde kayda değer bir ideolojik yapılaşmayı yönetebilme becerisi ile ülke genelinde önemli bir siyasi kadroyu mobilize edebilmesini anlamına geliyor.
Tüm bu hususları dikkate aldığınızda, Jokowi’nin daha geçen yılki seçimler öncesinde tartıştığımız ‘liderlik’ meşruiyetinin ne anlama geldiğini bugün daha iyi görebiliyoruz. Çünkü seçim sonrasında Jokowi’nin mevcut partilerin başkanlarıyla farklılığı bir ‘siyasi zaafiyet’ olarak ortaya çıktı ve bu zaafiyet devam ediyor. Burada sorun, Jokowi’nin temsil ettiği sivilliğin, siyaset arenasında karşılığını oluşturamamış olmasında yatıyor. Bunu aradan geçen yaklaşık sekiz aylık süre zarfında bir dizi politikalarda gözlemlemek mümkün.
Jokowi’nin bir siyasi harekete liderlik yapamaması kadar, ortaya çıkan sorunlardan biri de bugüne kadar reformcu siyasi hareket olduklarını iddia eden kimi partilerin Jokowi’ye destek vermemeleridir. Aksine, bu siyasi hareketler başkanlık yarışını kaybeden eski general Subianta Prawobo’yu desteklemeleriyle büyük bir çelişkiye de imza atmış oldular. Bu desteğin seçim sonrasında da sürerek Meclis’te, özellikle Jokowi’nin gündeme taşıyacağı değişim politikalarına engel olmalarıyla da öne çıkacakları öngörülebiliyor.
Bu nokta, Endonezya siyasetinde sadece mevcut başkan, yani Jokowi’nin siyasi temsiliyetindeki sorun kadar, reform yanlısı iddiasındaki siyasi hareketlerin, temsilcisi oldukları ideolojilere muhalif icraatlara imza atmalarının da ülkede sağlıklı bir siyasal yaşama geçilememesindeki rolü incelenmeye değer.
Başkan ve siyasal partiler eksenindeki bu parçalanmışlık, siyasetin odağında olmayan, ancak bu arenayı olabildiğince kendi çıkarlarına hizmet ettirebilme imkanını tarihsel olarak geliştirmiş kimi kurumların önünü açıyor. Bunların başında, 1998’de başlayan reform sürecinde zaman zaman geri çekildiği söylenebilecek ve birbiriyle açık/gizli rekabet halindeki Emniyet Müdürlüğü ile Ordu teşkilatının yeniden güçlü birer aktör olarak öne çıkma eğilimi sergiliyorlar. Bu kurumların ekonomiden etnik yapılarla ilişkilere kadar müdahil olabilecekleri alanların genişliği, sivil siyaset ve sivil toplum yaşamı için nasıl bir tehdit ve tehlikeye yönelindiğinin de işareti olmakta.
Reformcu söylemle başkanlık koltuğuna oturan Jokowi’nin ilk aylarında bu söyleminin sınanmasını sağlayacak önemli gelişmeler oldu. Bunlarından başında Emniyet Genel Müdürü atamasında yaşandı. Başka bir adaya gerek kalmaksızın Başkanlık ofisinden Budi Gunawan adının çıkması bir anda gözleri PDI-P’ye çevrilmesine neden oldu. Gunawan, 2000’li yılların başında Megawati’nin devlet başkanı olduğu dönemde yakın koruması olarak görev yapmış ardından da ‘siyasetçi’ ile ‘polis şefi’ arasındaki ilişki devam etmişti. Megawati’nin, işte böylesi bir ilişkiyi pekiştirecek şekilde Başkan Jokowi’den tek aday olarak Gunawan atamasını istediği yönünde kanılar mevcut.
Bu noktada ülkenin kilit kurumları arasında iletişimsizliği gündeme getirecek gelişme ise, ‘Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nca (KPK) Gunawan’ın 2006-2009 yıllarına ait yolsuzluk icraatlarının yeniden gündeme taşınması oldu. Siyasetçi-polis şefi-yolsuzlukla mücadele kurumu çekişmesinde asıl zararı gören ise, ‘halkın temsilcisi’ sıfatıyla başkanlık koltuğunda oturan Jokowi oldu. Geniş kitlelerin beklentisi, Jokowi’nin bu oyunu sivil idarenin lehine olacak şekilde yönetebilmesi yönündeydi. Ancak daha seçimler öncesinde başlayarak sorunlu olduğuna dikkat çekmeye çalıştığım Jokowi-PDI-P ilişkisinin, böylesi sonuçlar doğurmuş olmaya başlamasında şaşırtıcı bir durum olarak değerlendirmek de mümkün değil. Bu önemli sınav, Başkan Jokowi’nin, Megawati’nin siyasi liderliğine ve de tercihlerine boyun eğme konumunda kaldığı imajının doğmasına neden olduğu gibi, halkın memnuniyetsizliği bir yana, emniyet kurumu tarafından da baskıya maruz kaldı. Bu baskının en görünür ifadesi ise, emniyet birimlerinin intikam duygularıyla KPK’yı hedef alan girişimiydi. Tabii bu kısa metinde bu denli detaylara girmenin zorluğundan söz edilebilirse de, bir nebze olsun bu karmaşık ilişkide “kimin eli kimin cebinde”yi ortaya koymak adına maruz gösterilebilir.
Burada söylenmesi gereken, kurumsal bağımsızlık kadar, kurumlararası yetki ve sorumluluk karmaşasının kendi başına bir sorun olarak varlığıdır. 1998 reform sürecinin bir yansıması olarak ülkede dokunmadık toplumsal kesim bırakmayan yolsuzluk heyulasıyla mücadele için kurulan KPK’ya açılan sahanın, gene ülkenin emniyet müdürlüğü gibi köklü ve önemli kuruluşlarından biri tarafından köşeye sıkıştırılmaya çalışılması, ‘yolsuzluk’ olgusunun güç ile ne denli bir ‘ittifak’ oluşturduğunu da ortaya koyuyor. Nedeni de, KPK’nın sorumluluk alanına giren sahanın, aynı şekilde Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı kimi birimlerce de yürütülebilirliğinin devam ediyor oluşu. Bu nedenledir ki, emniyet içindeki yapılaşmalar, bu güce binaen, Başkan’a rağmen, yeni polis şefi atamasına konu olan Gunawan’ı koruma adına, kurumsal bir tepkiyle KPK’yı kuşatma operasyonu başlattılar. Ve bu sürece de Başkan’ın yönetişim zaafı damgasını vurdu.
Emniyetin açtığı bu yolun Jokowi için hiç de ‘hayırlı’ olduğu söylenemez. PDI-P’nin desteğini almış emniyet kurumu Jokowi’nin bir an önce üzerine gitmeyi istediği, örneğin petrol mafyası ve orman ürünleri kaçakçılığı başta olmak üzere yolsuzluk konularında nasıl başarılı olabileceği üzerinde de düşünülmesi gerekiyor. Siyasi partiler ile ülkenin köklü kurumları üzerinde herhangi bir siyasi ağırlığı olmayan Jokowi’nin bu zorluğu görmediğini söylemek mümkün değil. Belki bunun içindir ki, bu hadiseler öncesinde Emniyet Müdürlüğü bütçesini %18 oranında artırmayı uygun görmüştü.
Yukarıda zikredilen kurumların yanı sıra, Meclis ve Başkanlık gibi üst siyasi kurumlar arasında ilişkilerde de sağlıklı etkileşimden ve sinerjiden bahsedilemeyeceği gibi, ülkenin köklü kurumlarının birbirleriyle ve de Başkanla ilişkilerinin bugüne değin sağlıklı bir rotaya oturduğunu ileri sürmek güç. Bu anlamda, geniş halk kitlelerinin beklentileriyle, Cakarta siyasetinde ve bu siyaseti çevreleyen kurumların yönelimlerindeki farklılaşmada olumlu bir değişiklik beklentisi zayıf. 

14 Temmuz 2015 Salı

Uygur Sorununa Bakış / An Overview Upon Uyghur Problem

Mehmet Özay                                                                                                             15 Temmuz 2015

Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasında Müslümanlara yönelik baskıların bir örneğini Çin devletinin Uygurlara yönelik uygulamaları oluşturuyor. Burada Uygur özerk bölgesi ile Çin merkezi yönetim arasında yaşananlara ve de Uygurların kısmen de olsa göç yolu olarak bilinen Güneydoğu Asya’daki konumuna kısmen değineceğim. Ancak öncelikle, Çin’in azınlıklarla ilgili yaklaşımındaki değişime ışık tutacağını düşünerek geçmişe referansta fayda var.

Çin’in uzun tarihinde çok çeşitli azınlıkları içinde barındırdığı kadar, dönem dönem Çin hanedanlıklarının dış politikasının bir ürünü olarak Doğu-Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu’nun batısına değin uzanan topraklara barışçıl amaçlarla etkileşimlere ön ayak olduğu biliniyor. Geçmişteki bu ilişkinin Batılı sömürgecilik tarihinin başlamasından öncesine rastladığı dikkate alındığında, temelde Çin hanedanlıklarının yayılmacı politikalar gütmediklerini ileri sürmek mümkün. Bununla birlikte, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarından itibaren büyük kırılmalara sahne olan dünya siyasetinde Çin de kendi içinde önemli devinimlere konu oldu. Son döneme gelindiğindeyse, Milliyetçi Çin-Komünist Çin ayrışmasında 1949 yılında belirginlik kazanan mücadelede kazananın ikincisinin olması, ülkenin ve bu toplumsal yapının bugüne kadar adına azınlıklar denilen politikalarının da farklı bir bağlamda tasarımlanmasına neden oldu. Bu noktada, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB)’nin azınlıklarla ilgili politikalarının devşirilmesi, Çin gibi bu anlamda özel bir tarihi sahip olan bir ülkede azınlıkların ayrıştırmalara konu olmalarının temelini oluşturur.

Doğu Türkistan olarak da bilinen Sincan-Uygur Özerk Yönetim çevresinde neler olup bittiği kadar, sürecin başat aktörü konumundaki Çin yönetiminin yönelimine kısaca bakmakta fayda var. Çin’in kuzey-batısında Uygurların yaşadığı ‘Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ coğrafyanın tarihsel derinliğinde özgürlük başat bir olgu olduğu kadar, Çin hanedanlıkları ve özellikle de 20. yüzyılda Çin’deki siyasi yapılanma o denli özgürlükleri sınırlayıcı anlayışın temsilcisi olarak gündeme gelir. Bununla birlikte, Uygurların kahir ekseriyetinin Müslüman olmasından mütevellik komünist Çin’in baskısına maruz kalmasıyla, Çin kökenli Müslümanların görece rahat bir konumda varlıklarını sürdürmeleri arasında da bir çelişki yok aslında. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşam süren Çinli Müslümanların içinde bulundukları dini-sosyo-kültürel atmosfer ile Uygurların teneffüs etmek istedikleri atmosfer birbirinden tamamen ayrışmaktadır. Bu noktada, örneğin, din, kılık-kıyafat, gelenek-görenekler, eğitim ve dil gibi alanlara karşılık gelecek zorunluluklar Çinli Müslümanlar için görece daha az baskı unsuru olarak değerlendirilebilir. Uygurların geleneklerine ve dini inançlarına bağlı bir toplum olduğu dikkate alındığında, yukarıda zikredilen alanlardaki baskıların onlar için dayanılmaz boyutlara ulaştığı görülür.

Bu noktada Çin’in ne istediği kadar, Uygurların da ne tür beklentiler içinde oldukları da önem arz ediyor. Bu bağlamda, Çin kökenli Müslümanlar açısından bakacak olursak, herhangi bir dini-toplumsal talepten bahsedilebilir mi? Yoksa Çin yönetiminin konuşlandırmasına tabi olmuş bir toplumsal yapıdan mı ibarettir sorularını da gündeme getirebiliriz. Ancak Uygurlar nezdinde, din ile özgürlük/bağımsızlık birbirinden ayrışması mümkün olmayan iki entitedir. Bu çerçevede, adına Hui Müslümanları olarak da anılan ‘Han kökenli Müslümanların tabi olduğu yasalar ile aralarında Uygurların da bulunduğu çeşitli etnik yapılara mahsus ‘yasalar’ın çerçevesindeki temel farklılaşma, her iki grubun Müslüman olmakla birlikte Çin merkezi yönetimince farklı bir değerlendirmeye tabi tutulmasına neden oluyor. Tabii, ‘etnik temelli’ bu yaklaşım kadar, İslamiyeti algı ve yaşama biçimleri ile tarihsel perspektifin de gözden ırak tutulmaması gerekir.

Çin içerisinde bunlar olurken, diğer azınlık Müslümanlar konusu kadar Uygur meselesinin de bölge ülkelerinde, özellikle de halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler bağlamında ne denli dikkatle izlendiği ve politikalar geçirilebildiği kuşkulu. Böylesi bir çelişkiye rağmen, zulümle yüz yüze kalan Uygurların göç güzergâhında, örneğin Malezya görece önemli bir rol oynuyor. Bu ülkeye çalışmak veya öğrenim görmek üzere gelen binlerce Uygur’un varlığı olduğu biliniyor. Bunların bir bölümünün hedefi ise önemli Uygur diasporasına ev sahipliği yapan Avustralya, Kanada, ABD ve Türkiye’ye geçebilmek. Bu göçmen akışına rağmen, Malezya ve Endonezya devlet makamlarından Çin nezdinde konuyla ilgili ciddi bir girişimde bulunduklarını söylemek güç. Dönem dönem yaşanan baskılar Uygurları yasal ve yasal olmayan yollardan Malezya’ya göçe zorlarken, bu ülkenin yasalarını henüz tanımamış olması kadar, Çin’le olan çok güçlü ticari ve ekonomik ilişkileri Çin’e karşı bu Müslüman kitleyi temsil edebilme makamına taşıyamıyor. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ülkelerde halkın tepkisinden gayri bir girişim ve teşebbüsün izine rastlanmıyor. Uygurlara yönelik ağır baskılar gündeme gelmeye başlayınca kimi Müslüman gruplar Çin mallarına boykot gibi bir seçeneği gündeme taşımaya çalışsa da, aslında tüm bölge hükümetlerinin Çin’le olan ekonomik ilişkilerinin boyutu karşısında bunun pek de pratikte bir değeri olmadığı gibi, bir söylem olarak da bir süre sonra etkisini yitiriyor.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ülkedeki azınlıklar meselesidir. Çin’de azınlıklar yasasına bakıldığında, aralarında dini pratiklerin yerine getirilmesi, pasaport edinimi ve dolaşım hakkı gibi kayda değer birtakım hakların kağıt üzerinde de olsa verildiği görülür. Kaldı ki, Uygurların yaşadığı coğrafyanın “Sincan bölgesi özerk yönetimi” olarak adlandırılması hiç kuşkusuz ki etnik yapıya kimi hakların/ayrıcalıkların verildiğini akla getirir. Ancak uygulamada, merkezi hükümet ve bunun çevredeki özellikle de bürokrasideki uzantıları Uygurlara bu haklarını bahşetmeye bir türlü yanaşmaması ortada bir yasal/kurallar bütünün pratikte bir karşılık bulmak bir yana, yerini bir tür korsan yönetime bıraktığına dair ciddi işaretler var. Bunun pratikteki karşılığıysa Batıyla özellikle de ABD ile paylaştığı ender görülen bir ortaklığa işaret eder. Üstüne üstlük ‘eyalet’ yönetiminin çıkardığı yerel yasalarla Uygur halkının gündelik toplumsal yaşamını prangalar altına alma konusunda oldukça da ‘mahir’ davranıyor.  Tam da bu noktada, Çin yönetiminin tıpkı Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki Adalar sorununda izlediği tezat içeren politikaların benzerini azınlıklar ve de Uygur sorununda da gündeme geliyor. Resmi çevrelerden ortak çaba sergilenmesi yönündeki çıkışlara karşılık pratikte otorite makamındaki birimler, kural ve işbirliklerinı tanımayacak icraatlara imza atıyorlar. Burada Çin devlet nizamını taşıyan Han etnik çoğunluğunun temsilcisi makamındaki Çin yönetiminin aklının takıldığı nokta, azınlıklara verilecek hakların ülkede başat siyasi otoriteyi sarsacağı endişesi veya korkusudur. Bunun içindir ki, yerel otoritelerin nizamat verdiği eyalet kanunları, merkezi hükümet anayasası ile çelişse de, yerel ve merkez yönetim aynı hedefte, yani Çin komünist siyasi sisteminin devamlılığını tesisde birleşiyor. Tüm bu temeller çerçevesinde, 1990’larda bağımsızlık veya gerçek bir otonom yönünde çaba mücadele veren Uygurların, 2000’li yılların başından bu yana Çin yönetiminin dönemin “terörizmle savaş” ve küresel İslamifobi yönelimini çok iyi manipüle ederek Uygur hareketini uluslararası arenaya ‘terörist’ bir oluşum olarak göstermeye çalışırken, bunda da kayda değer bir başarı kaydettiği görülür.

Uygur gibi uzun bir geçmişe uzanan siyasi, toplumsal ve dini yapısının bugünlerde neyi talep ettiği arasında bir ilişki kurulması zorunludur. Din-gelenek bağlılığındaki güce karşılık, kimi kendileriyle görüştüğüm kimi uzmanların dile getirdiği üzere Uygurlar arasında ciddi bir siyasi birlikten bahsedebilmek mümkün değil. Bu parçalanmışlık halinin var olan mücadele ruhuna içerden zarar verdiği de ileri sürülebilir. Siyasi mücadele ruhunun devamı ile mevcut baskılar karşısında gündelik yaşam seçenekleri arasında kalan kitleler ise mevcut imkanlarla var olabilmenin hesabını yapıyor. Uygurlar için bölgedeki Çin yatırımlarından ve de ekonomik kazanımdan istifade edebilmenin yolu ne ise, ona doğru açılan bir kulvar da mevcut. Bu fotoğrafı birazda şekillendirme adına Sincan bölgesinde Uygurların üç genel tabakaya ayrıldığını söyleyebiliriz: İlki Çin komünist partisine eklemlenerek ekonomik varsıllıktan pay alan elit; geçmişten tevarüs eden birikimleri bugünlere taşıyan mücadeleci gruplar ve bu iki grup ile Çin yönetimi arasında sıkışıp kalmış geniş kesimler.

Çin yönetiminin Uygur bölgesindeki toplumsal huzursuzluğu gidermeye yönelik adım atmasına mani olan geçmişten tevarüs ettiği ideolojiktakıntılarının büyük rolü var. Bu takıntılarının üstesinden gelme yönünde bir gayret sergilemesi bir yana, bölgedeki mevcut durumu manipüle etme konusunda ABD’yle aynı safta yer almasını sağlayacak şekilde, örneğin el-kaide olgusuna bağlanması küresel bir güç olma mahiyetindeki devlet ciddiyetiyle bağdaşacak bir durum olarak da gözükmüyor. Çin’in 1980’lerde başlayan liberalleşme açılımları, siyasal ideolojisini ayrıştırarak bir gelişme gösterirken, bu çaba Batılı kapilatist güçlerce alkışlanacak bir gelişme olarak kabullenildi. Piyasa açılımının ardından siyasi özgürlükleri getireceği söylemi ise bugüne kadar Çin özelinde karşılığını bulmuş değil. Tam da bu noktada, 1990’larda Çin Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ne getirilen Wang Lequan özellikle Sincan bölgesinde uygulamaya koyduğu sıkıyönetim yasalarıyla bir anlamda, gelişmekte olan liberal ekonominin siyasi açılımının önünü alma konusunda ‘önleyici tedbiri’ yürürlüğe koydu. Merkezin Sincan Eyaleti’ne dair bilinci siyasi tercihleri ve uygulamaları kadar, bu bölgenin Çin’in Batı sınırında oluşun, kimi benzeri ülkelerde olduğu gibi benzeri sınır sorunları, suistimaller, hukuksuzluk eyalet yönetimi çevrelerinin çıkar ilişkilerinde egemen olduğunu da hesaba katmak gerekir.

Çin hükümeti, 1980’lerde başlayan ekonomik kalkınmasına paralel olarak Sincan bölgesine önemli yatırımlar yaparak ‘ayrımcılık’ yapmadığını iddia etse de, bu politika Uygur halkı nezdinde bütünüyle kabule şayan bir gelişme olarak değerlendirilmemektedir. Kaldı ki, bölgenin kalkınma politikalarından azami ölçüde istifade etmesine paralel olarak son dönemde bölgenin demografik ve kültürel yapısını değiştirmeye matuf bir tür zorunlu iç göç de yaşanıyor. Bu göçün ne anlama geldiğini ortaya koyma adına bazı istatistiki verilere dikkat çekmekte fayda var. Bir Uygur lideriyle yaptığım mülâkatta aktardığında göre, Sincan bölgesinde 1949 yılında Han göçmen nüfusu %3.5-4’ler civarındayken, bugün bu sayı %50’lere ulaşmış durumda. Bu lider, göçün sadece tek taraflı olmadığını, Çin yönetiminin Uygur gençlerini ülkenin başka bölgelerine gitmeye zorlayarak Uygur nüfusunu ciddi anlamda kırmakta ve kültürel dezorfarmasyona tabi tutmakta. Bu bağlamda, Sincan bölgesine yapılan tüm kalkınmacı yatırımların beraberinde getirdiği iş gücü istihdamına sıra geldiğinde şirketlerin belirlediği şartların başında ‘Han etnik yapısına mensubiyet’ dikkat çekiyor. Bu durumda, Çin yönetimi, defaatla, bölgenin kalkınmasına vurgu yapsa da, uygulamada karşılaşılan bu durum, Uygurlara azınlık bölgesinde yaşamaları dolayısıyla verilen bir takım hakların bir başka bağlamda ellerinden alınmasından başka bir anlama oturmuyor.


Sincan bölgesinde Uygurlar var olduğu müddetçe müdacele süreceği kesin. Ancak bu mücadelenin hangi boyuta evrileceğine ise Uygurların kendileri karar verecek. Güçlü bir liderlik etrafında mümkün olduğunca hakları elde etmeleri mümkünse de, bu mücadelenin bağımsızlık şeklinde vuku bulması mümkün gözükmüyor. Mümkün gözükmüyor çünkü, Çin devleti nezdinde Sincan’ın ayrılması demek ardından Tibet’in, zaten istim üstündeki Tayvan’ın da elden gitmesi içten bile değil. Özerk adı verilen bu coğrafyaların Çin teritorisindeki büyüklüğü dikkate alındığında, Çin yönetiminin bu tehlikeli gidişe imkan tanımayacağı kesin. Ancak Çin, azınlıklar konusunda çatışmacı yaklaşımı da daha ne kadar sürdürüp sürdürmeyeceğine karar vermelidir. 

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Enver İbrahim Ne Demişti? / What Did Anwar Ibrahim Say?

Mehmet Özay                                                                                                                6 Haziran 2015

Malezya siyaseti tam anlamıyla çalkalanıyor. Tüm bu süreci başından bu yana izleyen biri olarak son günlerde uluslararası basına yansıyan gelişmelere bakınca, hapse girmesinden sadece çok kısa bir süre önce mülâkat yapma şansı bulduğum Enver İbrahim’in “hak ve adalet” temelli yaklaşıma yaptığı vurguyu hatırladım. Malezya’da olan bitene kulak kabartmak istiyorsak, o zaman ‘hak ve adalet’ gibi çok genel bir yaklaşımın, Malezya siyasal yaşamında neye tekabül ettiğini de iler tutar yanıyla ele almak gerekir.

Bir süredir Başbakan Necib bin Razak’ın odağında olduğu gelişmeler dinmek bir yana, giderek daha farklı vecheleriyle gündemi işgal etmeye devam ediyor. Gündemi işgal eden ve ilk etapta ekonomi merkezli olduğu yollu bir kanıyı ortaya çıkaran sorun, salt Başbakan’ın kimi icraatları veya hükümetten veya bürokrasiden birilerinin “gizli el” müdahaleleriyle sınırlandırılamaz. Kaldı ki, Başbakan’ın UMNO genel başkanı olduğunu hatırladığımza, bu görevi yürüten bir politikacının ülkenin en önemli siyasi hareketinin tüm ağırlığıyla sorumluluğunu taşıdığını ortaya koyar. Malezya siyasetinin toplumsal derinliğine bakıldığında, Başbakan, tek başına bir figür değil, aksine önemli bir siyasi yapının ve bunun toplumsal tabanının temsilcisi konumundadır. Bu bağlamda, açık bir şekilde söylemek gerekirse, yaşanan sıradan bir yolsuzluk veya kötü bir ekonomi yönetim kadar, bundan daha önemlisi ortada ‘şeffaf yönetim’ ve ‘adil bir sistem’ olup olmadığı sorunudur.

Tam da bu noktada, daha önceki bir yazımızda dile getirdiğimiz üzere, bugün yaşanan süreci, en azından, 1998 yılındaki birinci ‘Enver İbrahim Vak’ası’yla başlatmak mümkün. Çünkü 1998 yılında ‘birinci livatalık’ davası ve buna iliştirilen ‘yolsuzluk’ suçlamaları neticesinde Enver İbrahim altı yıl hapis yatarken, normal şartlarda onun dolduracağı Başbakanlık koltuğuna Dr. Mahathir’in seçtiği Abdullah Badawi’nin (AB) getirilmesi ortada güçlü bir siyasi tasarımın varlığına işaret ediyor. Bu tasarım sürecinde, ‘siyasi emekliliğine’ rağmen, 2003 yılından itibaren  ülke siyasal yaşamına ‘sivil bir kişi’ olarak müdahalesiyle dikkat çeken Dr. Mahathir, 2004-2009 yılları arasında başbakanlık yapan Abdullah Badawi’yi bu makama getirmesi kadar, bu makamdan ‘indirmesindeki’ rolüyle de öne çıkıyor. Ancak onun bu rolü, ‘Badawi süreciyle de’ sınırlı kalmadı. Akabinde Badawi’nin politikalarından tatminsizliği neticesinde, Dr. Mahathir bu sefer Necib bin Razak’ı UMNO genel başkanlığı ve de dolayısıyla Başbakanlığa taşıyacak süreci başlatacak girişimde bulundu. İşte tam da bu noktada, Necib bin Razak’ın başbakanlığının bugün derin bir krizle karşı karşıya olduğunu hesaba kattığımızda, niçin 1998’e geri dönmemiz gerektiği bir şekilde anlaşılır hale gelir.

1999’daki yargılama sürecinin akabinde Enver İbrahim hapis cezası almıştı. Ancak, 2004 yılında, ‘livatalık’ suçlamasında delillerin yetersizliğiyle hapisten çıktı. Bu yargılamayla birlikte, kısmen de olsa UMNO siyasi çevreleri ve sivil uzantıları, yani Malay seçmeninden gelen tepkilere bakılacak olursa, ülkenin kayda değer toplumsal ve siyasal dönüşüm sürecine girdiği sinyalini veriyordu. Ancak, Enver İbrahim’in ülke siyasal yaşamına getirdiği bir ilk olarak Malay-Çinli-Hint kökenli partileri bir arada buluşturan Halk Cephesi Koalisyonu’nun (Pakatan Rakyat) giderek ivme kazanan siyasi başarısı, nihayetinde seçim sistemi ‘engeline’ takıldığı da ortada. Örneğin, 2008 yılı seçimlerinde muhalefet ittifakı ülkenin on üç eyaletinden beşinde yönetimi üstlenmişti. Bu seçim, Malezya siyasi tarihinde UMNO odaklı hükümetin üçte iki çoğunluğunun sona ermesinden öte, özellikle de Malay toplumu bağlamında ‘anayasal zorunluluklar ile UMNO arasında kurulan bağın’ zedelenmesine matuf olarak geniş halk kesimleri arasında mevcut siyasi yapıya yönelik psikolojik barajın aşılması anlamına geliyordu. Bu süreçte, hakim çevreler 2008 yılında Enver İbrahim’e yönelik ‘ikinci livatalık’ suçlamasını gündeme getirerek, olası bir siyasi dönüşümün önünü alma çabasını sergilediler. Yüksek Mahkeme-Federal Mahkeme arasında gidip gelen dava altı yıl sonra bu yılın Şubat ayında Enver İbrahim’in bir kez daha beş yıl hapis cezası almasıyla sonuçlandı.

1998 yılından bu yana ana akım siyasi oluşum tarafından ‘kara listeye’ alınan Enver İbrahim’i biraz daha sağlıklı değerlendirmemize olanak tanıyacağını düşünerek biraz daha geriye gidelim... 1981 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Dr. Mahathir Muhammed, aradan bir yıl geçmeden ülkenin o dönem önde gelen entellektüeli ve aktivisti konumundaki Enver İbrahim’i UMNO saflarına taşıma kararını çoktan vermiş ve bunu pratiğe dökmüştü. Ülkenin ekonomik kalkınma sürecine olduğunca güçlü bir şekilde adım attığı ve bu bağlamda sosyo-kültürel değişimin bizzat devlet eliyle gerçekleştirilen yapılaşmalarla sürgit devam ettiği bir dönemde, Enver İbrahim’i kitlelerin lideri yapacak bir yönelimin olduğu görülür. Bu gidişatın ülkenin kurucu siyasi hareketi UMNO için bir ‘siyasi krize’ dönüşmemesi amacıyla benzeri ülkelerde görüldüğü üzere ‘parlak beyinleri’ ana akım siyasi yapıya ithal etme girişimini bizzat yapan da dönemin Başbakanı Dr. Mahathir’di.

Enver İbrahim iki kez ‘livatalıkla’ suçlanırken, 18 Ekim 2006 tarihinde meydana gelen Altantuya Vak’ası’ nın bugüne kadar ‘resmi platformda’ aydınlatıldığı söylense de, geniş çevreler nezdinde bakıldığında, adalet kurumuna ve de bu kuruma ‘hakim güçlere’ karşı güveni sarsan bir gelişme olarak kayıtlara geçtiği de halen süren sorgulamalardan anlaşılıyor. Yukarıda kısaca değindiğim hak ve adalet temelli bir yaklaşıma kapı aralaması adına,  Dr. Mahathir Muhammed, dönemin Savunma Bakanı Necib bin Razak’ın korumalarından iki üst düzey güvenlik görevlisine Moğolistanlı modelin ‘ortadan kaldırılması’ emrinin kim veya kimler tarafından verildiğini gündeme getirmesi önemliydi. Bu duruş, söz konusu vak’adan bu güne kadar aradan geçen dokuz yılın ardından, belki de ilk defa gündeme getiren Dr. Mahathir geç de olsa bir ‘etik yaklaşıma’ imza atıyordu.

Dr. Mahathir Muhammed’in bugünlerde konuşulan yolsuzluk suçlamalarına paralel olarak, yakın geçmişte muğlaklığa terk edilmiş bazı konulara da gündeme taşıyarak bir tür ‘temiz hükümet-temiz toplum’ önerisini açık/gizli ortaya koyması, yaşanan gelişmelerden sadece muhafetteki Malay siyasi oluşumlar ile Çin ve Hint kökenli muhalif siyasi hareketlerin değil, aynı zamanda UMNO içerisindeki Malay çevrelerince de tatmin olunmamış olduğunun göstergesidir. Dr. Mahathir’in giderek dozunu artıran eleştirel çıkışına, Başbakan ve yakın çevresinden benzer dozda karşılık verilmesi ülkeyi yöneten Malay elitler arasındaki ilişkilerin ne denli dalgalanmaya müsait olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici. 

Malezya’yı bugün uluslararası medyaya taşıyacak kadar çetrefil bir sorun veya sorunlar yumağı ile karşı karşıya bırakan durumu 1998 yılından bu yana yaşananlar çerçevesinde dikkate alarak, daha kapsamlı bir bakış ve analiz sergilediğimizde, Dr. Mahathir’in “Keşke Enver İbrahim’i harcatmasaydım” dediği oluyor mudur diye sorası geliyor insanın. Malezya toplumsal değerleri bağlamında kayda değer bir karşılığı olan karizmatik liderlik profili, ASEAN içerisindeki mevkidaşları ve ilgili toplumsal kesimlerle bağı; uluslararası tanınırlık ve ilişkiler ağı salt bir lider olarak onu değil, başında bulunacağı Malezya’yı da bugünkü konumundan çok daha farklı bir mevkiye oturtabileceğini düşünmek mümkün. Enver İbrahim ki, yargılamaların sonlanmasına yakın, yurt dışında kendisine sunulan ‘siyasi sığınmacı’ önerilerini bir kenara iterek, 67 yaşında hapse gitmeyi göze alabilen bir lider, bugün sessiz kalmış da değil. Hücresinden gönderdiği mesajlarla muhalefet bloğunda, özellikle Malezya İslam Partisi (PAS) merkezli yaşanan dalgalanmalar sonrasında oluşan durumu yönetebilecek bir dirayete ve etkiye sahip olduğunu ortaya koyuyor. 5 Mayıs 2013 seçim sonuçları, toplumun %52’sinin UMNO yönetimini benimsemediğini ortaya koymuştu. UMNO ve ittifak kurduğu siyasi yapılardaki kıpırdanmalara bakıldığında, aradan pek fazla süre geçmeden bu yönelime, hem siyasiler hem de iktidarın toplumsal tabanını oluşturan kesimlerin de katıldığı görülüyor. Tüm bu olup bitenler, “Malezya, ‘hak ve adaleti’ tesis bağlamında bir dönüşüm arefesinde mi” sorusunu akla getiriyor.