29 Ocak 2015 Perşembe

Jokowi’nin Açe Politikası Var Mı? / Aceh Policy of Mr. Jokowi?

Mehmet Özay                                                                                                                   29 Ocak 2015

Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo (Jokowi) 100. gününe ülkenin en önemli kurumlarının birbiriyle çatışmaları arasında giriyor. Bu çatışmaları, Jokowi’ye karşı ve taraf olan çevreler bağlamında ele alındığında Başkan’dan bağımsız düşünmek mümkün değil. Ülkenin merkezini saran çatışma ortamı sürerken, Başkan’ın, görünürde ‘çatışmanın’ sona erdiği sanılan ülkenin bir diğer köşesinde yani, Açe Eyaleti’ne dair bir politikası olup olmadığını sorgulamanın zamanı. Kimilerince abartı olarak değerlendirilse de, merkezde kurumsallaşmış yolsuzluklar çerçevesinde süren çatışma, temelde merkezin yani, Cava yönetiminin 1949 yılından bu yana, Açe’ye yönelik politikalarına dair de ipuçları verdiğini ileri sürelebilir.

Jokowi’nin, Açe’ye dair politikalarının ‘olduğunu’ ortaya koyan yaklaşımı, Başkanlık yemini ettiği 20 Ekim 2014 akşamı, özel televizyon kanalı Metro TV’ye verdiği mülâkatta görmek mümkün. Başkan’ın, o akşam, “Endonezya Cakarta’dan ibaret değil, Açe-Papua ve diğer eyaletler de var” minvalindeki yaklaşımında, diğer eyaletlerden belki da daha çok Açe’yi ilgilendiren boyutlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Son dönemde dünyanın doğusundan batısına jeo-stratejik ve jeo-politik gelişmelere tarihsel perspektiften bakışın artarak devam ettiğine dikkat çekmek suretiyle, Açe’nin Endonezya Cumhuriyeti özelindeki yerini bu anlamda değerlendirmek gerekir. O zaman, Açe’yi ülkenin Batısında ‘küçük ve geri kalmış’ bir eyalet olarak tanımlamak yerine, aksine Açe, Hint Okyanusu’nun tam ortasında, bir yanıyla Doğu Afrika-Arap Yarımadası/Körfez Ülkeleri ve Hindistan’a öte yanıyla Malezya-Tayland-Singapur’a bakan vechesiyle ele almak gerekir.

Başkan’ın bu açıklamasından kısa bir süre sonra, Açe’ye politikalarında bir yer verdiğini gösterebileceği bir ‘imkân’ olarak tsunaminin yıl dönümü bulunuyordu. Tsunami’nin onuncu yıl dönümü olan 26 Aralık 2014 tarihinde Açe’de olacağını dair yapılan açıklamada bulmak mümkündü. Ancak bu önemli yıl dönümüne sadece birkaç gün kala, Jokowi’nin Açe’ye gelmeyeceği belirtildi. Bu görev, onun yerine Başkan Yardımcısı ve Barış sürecinin önemli mimarları arasında adı geçen Yusuf Kalla’ya düştü. Tabii, Jokowi’nin tsunami yıldönümünde Açe’ye ziyareti iptal etmesiyle, Açe’ye dair politikaları olmadığını söyleyerek kestirip atmak istemiyorum. Aksine konuyu biraz ‘deşmekte’ fayda var.

Öncelikle, bu gezinin iptalinin Jokowi’nin Açe politikası olmadığı şeklinde yorumlamak için henüz erken. Ancak bunun önemli bir süreci başlatmada geri adım olduğuna kuşku yok. Burada şunu açık seçik ifade etmek gerekir. Ulusal politikalarda Açe’ye önem verilip verilmeyeceği meselesi, sadece büyük bir çoğunluk tarafından ülkenin ‘en batı ucunda’ bir Eyalet olarak değerlendirilerek küçümsendiği izlenimi verilen bu topraklarla sınırlı değil. Açe’de olup biten veya olmayan her şey merkezi yakından ilgilendirmektedir.

Bu bağlamda, Jokowi’den önce Açe’de neler olup bittiğine çok kısa olarak değineyim. Açe’de 15 Ağustos 2005 tarihinden bu yana var olan barış ortamının ardından Eyalet’teki siyasi değişimler çerçevesinde ülkenin diğer bölgelerinde görülmeyen yeni uygulamaların ülke adına bir ‘başarı’ olarak kayıtlara geçirilmişti. Bu başarı, diğer eyaletlerde -en azından gelişmeleri izleyebilen kesimlerce- merkezden benzer taleplerin gelmesine neden olmuştu. Örneğin, Açelilerin valilerini seçmeye başlamaları; Eyalet parlamentosunda yerel partilerin temsil edilme hakkını kazanması; Açe geleneğinde önemli yeri olan ve geleneksel anlamda Açelileri temsil makamında olan ‘Wali Nanggroe’ kurumunun yeniden hayata geçirilmesi; din, eğitim ve kültür gibi etnik yapıları doğrudan ilgilendiren meselelerde Açelilerin kanun yapmaya varan imtiyazlara ulaşmalarını saymak mümkün. Açe’deki bu yapılaşma Jokowi’nin elini güçlendiren unsurlar olarak dikkat çekiyor. Çünkü Açe, kemikleşmiş bürokrasi ve yönetim tabakalarına sahip bir ülkede yeni siyasi anlayışların hakim olabileceğinin en iyi resmini ortaya koyuyor.

Bunun ötesinde, Jokowi’nin seçim manifestosunda ortaya koyduğu “yolsuzluklarla mücadele”, “denizcilik”, “alt yatırımların hızla hayata geçirilmesi”, “dış yatırımların önünü açacak yasal değişikliklerin bir an önce uygulama konması” gibi hususlar, aslında Başkan’ın ulusal çapta girişilecek reform çabalarında Açe’yi öncellemesinin de açıkçası bir nedenini oluşturuyor. Bunun nedeni son derece basit. Açe, 2004 yılına tsunami gibi büyük bir yıkımdan çıktı. Ardından gelen küresel yardımlarla kuzey-batı sahil şeridindeki şehirler yeniden inşa edildi. Bu inşa süreci, tüm aksaklıklarına rağmen, bir model olarak ortada duruyor.

Öte yandan, Başkan’ın yukarıda zikredilen manifestosunun ana başlıkları çerçevesinde aradan geçen on yıllık süre zarfında Açe’de nelerin ‘değişMEdiğinin’, ‘değiştirilMEdiğinin’ hesabının da kolaylıkla yapabileceği bir gözlem süreci, bilgi ve tecrübe de ortada duruyor. Hiç kuşku yok ki, bunların en başında, ‘öncü bir İslam toprağı’ sayılan Açe gibi bir beldede, tüm kurumsal yapılanmasıyla ‘yolsuzluklar’ zincirinin nasıl ortadan kaldırılabileceği konusu geliyor. Sadece bürokratik yapıda birkaç memuru değil, eğitimden sağlığa, dini kurumlardan yüksek öğretim yapılarına, yerel yönetimden merkezle ilişkilere kadar toplumsal yaşamın neredeyse tüm ağlarında kendini ortaya koyan yolsuzluk bir kangren olarak Açe toplumunu kemirmekle kalmıyor, içinde yer aldığı siyasi bütün yani, Endonezya Cumhuriyeti’nin de nasıl benzeri süreçlere konu olduğunu geçtiğini gözler önüne seriyor.

Bu bağlamda, örneğin Jokowi’nin seçim manifestosunun en üst sıralarında yer alan yolsuzlukla mücadeleye, laboratuar olma özelliğini halen sürdüren bu beldeden başlatması yerinde olur(du). Açe’nin bir yandan ‘İslami’ referansları, geçiş toplumu özelliği taşıması, genç ve dinamik nüfusu gibi özellikler yolsuzluk illetinin üzerine gidilmesinde eli kuvvetlendirecek unsurlar olarak mevcudiyetini koruyor. Yolsuzlukların üzerine gidilmedikçe, ne alt yapının, ne dış ticari yatırımların imkânlarını ve etkilerini hakkıyla toplumun tüm kesimleri üzerinde görmek mümkün. Kaldı ki, Açe’ye -en hafif tabirle söylemek gerekirse- hoş gözle bakmayan çevrelerin, bu Eyaletle özdeşleşen İslami anlayış ve uygulamaları son derece kısır bağlamları ile ulusal ve uluslararası çevrelere aksettirme arzu ve çabalarını da göz ardı etmemek gerekir.

Aslında bu uygulamalara tastamam İslam Hukuku demek yanlış olur. Çünkü uygulama sahası dar ve belli bir toplumsal kesimi hedef almasıyla ön yargılı olduğu söylenebilecek bu pratiğin, Açe’yi ülke genelindeki halklar ve de uluslararası kamuoyu önünde en azından pasifize etme amacıyla kullanıldığını söylemek bile mümkün. Tabii, İslam Hukuku dendiğinde ilgileri cezbeden işin karalama boyutu oluyor. Bu noktada, Eyalet’teki sözde İslam hukuku uygulamalarının, cinsellik eksenli takıntılarla ve bazı savunmacı söylemlerle sınırlı anlayışın, karikatürize edilmeye açık bir uygulama olarak ortada durduğunu görmek gerekir. Burada yaklaşım, bu tür uygulamaların önüne geçmek değil, Açe’yi elde hazır bir imkân olarak görüp, İslami uygulamaları tüm ulusal ve de benzeri toplumlar için bir model statüsüne çıkartabilecek çalışmalar yapmak şeklinde tezahür etmeli.

Bu noktada, Jokowi hükümetinin Açe’deki İslam Hukuku uygulamasına ne denli müdahale edebileceği kuşkulu. Ancak bu hiçbir şey yapamayacağı anlamı taşımıyor. Merkezi hükümet olarak, bu Eyalet’teki uygulamalara çeki düzen verebilecek insan ve maddi alt yapının tesisi noktasında Açeli alimler-akademisyenler ve geleneksel liderlerin katılımıyla sorunu tespit ve çözümü konusunda kafa yorucu çalışmalara ön ayak olabilir. Veya bir başka bağlamda değerlendirildiğinde, İslamın temelde bir toplumda ‘adalet’ olgusunu öne çıkardığından hareketle söylemek gerekirse, İslam Hukuku’nun: a) mevcut uygulama alanının toplumun tüm kesimlerini kapsayacak şekilde genişletilmesi; b) Endonezya’nın farklı eyaletlerine ve de dünyanın benzeri toplum yapılarına sahip bölgeleri için bir ‘model’ oluşturulmasına katkısı dikkate alınmalıdır. Bu çerçevede, Açe İslamı’nı ne Cava tandaslı ne Malezya’nın Kelantan Eyaleti’ndeki ve ne de Brunei ‘Sultanlığı’nın (!) icraatları kıskacına almak Açe tarihine hakaret olduğunu önce Açelilerin, ardından bu toprakların değerini bilenlerin görmesi gerekir.

Buradan, sadece Jokowi’nin değil, daha başkanlığından bir yıl önce, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2013 yılında yaptığı Endonezya ziyaretinde gündeme getirdiği tarihi ‘Deniz İpek Yolu’ projesini bağlamında Açe’nin yerini kısaca ele almak gerekir. Bu noktada, Açe Eyaleti’nin, sahip olduğu jeo-stratejik ve jeo-ekonomik özellikleri, dün Açe’yi dünya tarihinde nerelere taşıdığıyla anlaşılabilir. Bu noktada, Jokowi’nin Açe’ye gelerek başta Açeliler olmak üzere tüm ulusa, Arthur Schopenhaur’un “bir ulus ancak tarihi/geçmişi vasıtasıyla bilince varabilir” sözünü hatırlatması beklenirdi.  Bugün potansiyel bir nitelik taşıdığı gözlemlenen jeo-ekonomik ve stratejik özelliklerine rağmen, Açe tsunami sonrasında ortaya çıkan potansiyeli değerlendilebilmiş değil. Oysa çok daha erken dönemlerde Weh Adası gibi Bengal Körfezi, Andaman Denizi, Hint Okyanusu, Malaka Boğazı’nın tam ortasındaki bir adanın ‘serbest ticaret bölgesi’ yapılmasına rağmen, Cava yönetiminin siyasi oyunlarıyla bu olanaktan zamanla mağdur edilmesi, tsunamiden sonra ne Sabang Limanı ve Kreung Raya ne de Melaboh ve Kreung Kuku limanlarının uluslararası statülerine kavuşturacak ve işlevsel hale getirecek alt yapı çalışmaları yapılabildi. Limanları, havalimanı, geniş ve zengin hinterlandı ile Ortadoğu’ya, Arap Yarımadası’na, Hindistan’a, başta Malezya-Singapur ve Tayland olmak üzere ASEAN ülkelerine açık bir coğrafya olan Açe, Başkan’ın geçen Kasım ayında Çin’in başkenti Beijing’de yayılan APEC toplantısındaki vurguları hak eden bir Eyalet. Tsunaminin yıl dönümünde Açe’yi ziyaret etme fırsatını kaçıran Başkan’ın en kısa sürede Açe’yi ziyaret etmekle kalmaması, öncü icraatlara imza atacak plân ve projelerle Banda Açe’ye gelmesinde yarar var.

27 Ocak 2015 Salı

Yetim Projesi ve Yolsuzlukla Boyutuna Dair Kısa Bir Değini / An Orphanage Project and A Short Narration of Its Corruption Dimension

Mehmet Özay                                                                                                                    28 Ocak 2015

Bir süredir Endonezya’da Başkan Joko Widodo (Jokowi), Yolsuzlukla Mücadele Kurumu ve Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere bir dizi kurum arasında süren yolsuzluk tartışmaları giderek farklı boyutlar kazanıyor. Bu gelişmeleri ele almayı bir sonraki yazıya bırakarak, yaşanan bu gelişmelerden hiç de bağımsız olmayan, hatta tastamam ilintili ve uluslararası boyutu olan bir hadisenin bazı detaylarını gündeme getirmekte fayda var. Bu yazıya konu olacak vakıa 26 Aralık 2004 tarihinde yaşanan deprem ve ardından meydana gelen tsunami sonrasında Endonezya Cumhuriyeti Açe Eyaleti’nde 2006 yılında resmen başlatılan ‘Tsunami Yetimleri Pilot Projesi’yle ilgili. O zamanki adıyla İslam Konferansı Teşkilatı, bugünkü adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bu projeden gayesi, sadece Açe Eyalet’tindeki 25.000 yetimin 15 yıl boyunca bakımını üstlenecek olmasıyla sınırlı değildi. (Bu arada Açe’de 115.000 yetim olduğunu bir kez daha hatırlatayım). Proje’nin ‘pilot’ olarak adlandırılması kurumun en başındaki yetkiliden başlayarak Açe’deki projeden sorumlu olanların defaatle dile getirdikleri üzere İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde süren çatışmalarda nedeniyle ‘yetim’ kalanları kapsayacak farklı projelere modelliğiydi.

Bu kısa girişin ardından, bir süredir başkent Cakarta’nın gündemine oturan ve öyle kolay kolay da biteceğe benzemeyen yolsuzluk soruşturmalarınn nesnesi konumundaki emniyet/polis şefleri bağlamında yukarıda zikredilen projenin yürütücülerinin karıştığı yolsuzluk iddiası ve kriminal vak’anın nasıl ele alındığından bahsedeyim. 7 ve 31 Aralık 2009 tarihlerinde başta Eyalet’in önde gelen yayın organı “Serambi Indonesia” olmak üzere çeşitli basın organlarında çıkan ve yolsuzlukla mücadele derneğinin yöneticilerince gündeme taşınan haberler konunun gündemde nasıl yer ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Bu ciddi iddialar gündeme taşındığında, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın o dönemki genel sekreterinin, Sudanlı genel sekreter asistanının emriyle merkezden, yani Cidde’den Açe’ye gönderilen İdari ve Mali İşler Müdür Yardımcısı Türk vatandaşı MD ile İnsani Yardım Bölüm Müdürü Senegalli AK, ofis çalışanlarıyla ‘görüşmeler’ yapmakla kalmamış, o dönem sürecin içerisinde olmamız nedeniyle üç kez Hermes Palace Oteli’nde bizimle de görüşmüşlerdir.

Bu görüşmelerde bu iki ‘yetkili’, ortaya konulan verilerden hareketle “gereğini yapacağız” türünden manipülatif yaklaşımlarının ardından, gereğinin yapılmamasından duyulan rahatsızlığın belirtilmesiyle MD’in, tehditvari bir yaklaşımı içinde barındıran “Ben bu işi nasıl çözeceğimi size göstereceğim” yollu cümlesi dikkat çekiciydi. Aynı günlerde bu iki ‘yetkilinin’ yolsuzluk iddialarını soruşturmakta olan Açe Eyaleti Emniyet Genel Müdürlüğü ile kriminal vaka üzerinde çalışan Banda Açe Emniyet Müdürlüğü’ye temaslarının ardından her iki vakanın üzerinin örtüldüğü gözlendi. Yolsuzluk iddialarına konu olan tanıklar ve belgeler Açe Eyaleti Emniyet Genel Müdürlüğü’ne sunulması, sürecin Cakarta boyutuna taşınmasına neden oldu. Bu anlamda, sadece merkez Emniyet Müdürlüğü bilgilendirilmekle kalmamış, ‘yetim projesini’ yürüten kurumun ‘uluslararası’ oluşu nedeniyle ‘Dışişleri Bakanlığı’ da sürece katılma aşamasına gelmişti. Ancak ne olduysa, bu iki ‘yetkilinin’ Eyalet emniyetindeki görüşmeleriyle her iki soruşturma da sonlandırılmadı. Yolsuzluk iddiası ile kriminal suçtan davalı olunan projenin başındaki kişi -ki hâlâ projenin başında bulunuyor- hakkında tüm iddialar açık-seçik ortaya konmasına, tutulan avukatın çalışmaları sonucu bu kişinin sadece kriminal vak’adan iki yıla varan hapis cezası alması gündemdeyken, yalancı şahidin gündeme getirilmesi ve sorgulama sürecinin yavaştan alınması gibi nedenlerle süreç akamete uğradı.

Yukarıda dile getirdiğim üzere kısaca bahsettiğim bu hadisenin çok boyutlu ilişkileri içinde barındırdığını belirtmeliyim. MD’in “Bu işi nasıl çözeceğimi size göstereceğim” cümlesi bu noktada anahtar konumunda. Daha önce de benzer konularla karşılaştığını söyleyen MD, anlaşılan o ki, polis başta olmak üzere çeşitli kurumlarla nasıl ‘iletişim kurulacağını’ iyi öğrenmiş olduğu anlaşılıyor. Herhalde aynı yaklaşımını genel sekreter değişiminden sonra Avrupa’da bir havacılık kurumundaki görevi sürecinde de gerçekleştirme kabiliyetini sergileyeceğine şüphe yok. Tabii burada, ne genel sekreterlikten sonra cumhurbaşkanlığı sürecine konu olan kişinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticileriyle ‘ilişkileri’nde gerçek profilinin ortaya çıkması veya yetim projesinin başına kondurulan kişinin fıkıhçı babasıyla olan ilişkisi; ne de bu kişinin üniversiteden başarısızlığı dolayısıyla atılmışlığıyla yetim projesi gibi son derece önemli bir konudaki ehliyetsizliği gibi ‘yolsuzluk’ olgusunun sadece maddi yani parasal (tangible) ilişkilerle ilintili olmadığı, manevi (intangible) boyutlarının da bulunduğunu gündeme getirme gibi bir niyet içerisindeyiz. Burada konu, bir ülkenin ulusal güvenliğini sadece silahlı saldırılar değil, halkını zarara uğratacak tüm girişimlerden korumakla görevi birimlerinin nasıl olup da böylesi önemli bir konuda süreçleri değiştirebilecek yaklaşımlara tabi olduklarıdır.


Bugün, Emniyet Genel Müdürü ataması bağlamında başkent Cakarta’yı sarsan gelişmeler, polis şeflerinin bir orkestra halinde ülkenin en saygın kurumlarından olan ve Suhartolu yılların sonrasında ülke siyasal ve toplumsal yaşamında ‘reform’ çağrılarına bir cevap olarak, tüm yolsuzluk süreçleriyle mücadelede kurumsallaşmanın adı olan ‘Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’ (KPK)’yı itibarsızlaştırma ve neredeyse etkisizleştirme çabaları ortada son derece hukuki, ahlaki dejenerasyonların olduğunu kanıtlamaktadır. Bu kurumsallaşmış yolsuzluk olgusunun Açe gibi hem ülkenin İslami yaşamı ile dikkat çeken hem tsunami gibi dünyanın gördüğü en büyük afetlere konu olmuş bir köşesinde adında ‘İslam’ kelimesinin geçtiği bir uluslararası kurumun icraatlarıyla ilgili ciddi iddiaları ‘es’ geçebileceğini 2009 yılından bu yana tanık olunmaktadır. Cakarta’da baş gösteren ve ülkenin en önemli kurumları arasında çatışmaların giderek artmakta olduğu bir dönemde, söz konusu kurumların, yukarıda kısmen zikredilen vakıaya konu olan kurum özelinden hareketle, uluslararası  kurumlarla olan bağlantıları, çıkar ilişkileri, manipülatif yaklaşımları da sadece gazetecilik anlamında değil, akademik ve de dini boyutlarıyla incelenmeye değerdir. 

25 Ocak 2015 Pazar

Malezya Sarsılır mı?

Mehmet Özay                                                                                                                  25 Ocak 2015

Bir süredir Endonezya’da emniyet-yolsuzlukla mücadele kurumu arasındaki çatışmadan hareketle kurumsallaşan yolsuzluk üzerinde yazarken, birden gündeme Malezya’nın son on yılında gündemde yer alan, ancak kimi gruplarca bir şekilde hasır altı edilmek istenen bir “Altantunya vak’ası”na dair yeni bir gelişme oturdu. Bir ‘aşk hikâyesini’ andıran gelişme olarak dikkat çekse de, temelde Altantunya vak’ası, Endonezya’da hüküm süren yolsuzluklar zincirinin Malezya özelinde bizzat hükümette yer alan politikacı-danışman-uluslararası rüşvet skandalı ilişkileri bağlamında ülkenin son dönem tarihinde yer aldı ve almaya devam edecek gibi de gözüküyor. Söz konusu bu ilişkilere konu olan gelişme, bugünkü Başbakan’ın Savunma Bakanlığı yaptığı dönemde Fransa’dan alınan denizaltıların ihalesi sürecine dayanıyor.

Bugün yeniden ses getirecek şekilde gündeme gelen hadise, işte bu gelişmede aracı/çevirmen olarak rol alan Moğol asıllı 28 yaşındaki ‘Altantunya Shaariibuu’nun 18 Ekim 2006 tarihinde başkent Kuala Lumpur’a yakınlarındaki Şah Alam’da bir ormanlık alanda C-4 türü patlatıcıyla hayatını yitirmesine dayanır. C-4’le öldürülmesinin nedeni ise, Altantunya’nın hamile olduğu ve cesedinde DNA izlerinin silinmesi amacına matuf olarak ‘tercih edildiği’ belirtilir. Öte yandan, Durup dururken bir ‘model’in hem de Malezya gibi böylesine profesyonel ‘teçhizata’ sahip terör örgütlerine pek de rastlanmadığı, aksine vakıadan kısa bir süre sonra gündeme taşındığı üzere, söz konusu patlayıcının sadece orduda bulunduğu bilgisi, işin sıradan bir vak’a olmadığını ortaya koyuyor. Bu noktada, hiç kuşku yok ki, Altantunya’nın ‘havaya uçurulmasından’ sorumlu tutulan VVIP korumaları olduğu ileri sürülen iki polis memurunun, önde gelen bir ‘politikacıya’ yakınlıkları Altantunya’nın ne türden ilişkilere konu olduğunun araştırılmasını gerektiriyor.

Aslında bu ilişkiler 2006’dan bu yana çoktan ortaya konsa da, ulusal medyanın genel anlamıyla hükümet kontrolünde olması, geniş halk kitlelerinin vak’aya dair bilgi erişimi engelleyen temel faktörlerden. Sosyal medyanın gidereke gelişmesine paralel olarak,kimi görüşler paylaşılsa da, bu sefer de kimi çevrelerin sosyal medyanın güvenilirlik sorununu gündeme taşımasıyla bu gibi önemli vak’aları aydınlatabilmek mümkün olmuyor. Öyle ki, kendisini bu iki polis memurundan birinin oğlu olduğunu iddia eden kişi ‘facebook’ hesabında “Konuşursam ülke sarsılır. Başbakan da gider” türünden açıklamasını teyid etme imkânı yok. Kaldı ki, bu facebook hesabı da ‘yetkililerce’ ortadan kaldırıldı bile...

Söz konusu bu vak’anın bugün güncellik kazanmasının nedeni ise, söz konusu iki polis memurundan birinin değişik yargılama süreçlerinin akabinde geçen yılın yaz aylarında itibaren bulunduğu Avustralya’nın Brisbane şehrinde polis tarafından göz altına alınması oldu. hapis yatan, yargılama süreci süren, böylesine önemli bir vak’aya konu olan bir polis memurunun nasıl olup da Avustralya’ya ‘kaçabildiği’ sorusu da gündeme getirilen hususlar arasında. Bu bağlamda, söz konusu bu gelişmeyi ülke iç siyasetindeki çekişmeler ve çatışmalarla açıklamak kadar, Malezya üzerinde hedefleri olan kimi uluslararası güçleri de hesaba katmakta fayda var.

Şimdi gözler, yargılanan beraat eden, yeniden yargı sürecine konu olan ardından ‘ölüm cezasına’ çarptırılan iki polis memurundan Sirul Azhar Umar’ın Malezya’yı sarsacak açıklamalar yapıp yapmayacağına çevrildi. Giriş paragrafında dile getirdiğim hususa dönerek söyleyecek olursam, uluslararası arenada ‘dünyanın en yoğun Müslüman nüfusuna sahip ülkesi olmakla övünen’ Endonezya’da yolsuzlukların kurumsallaşması ve toplumsal yapının neredeyse her bir yanını sarmasının, en başta ülkedeki Müslümanları en hafif ifadesiyle rencide edici bir yanı olduğu kadar, küresel bağlamda İslamiyet ve Müslümanlara yönelik algıları olumsuzlama örnekleri olarak kullanılırken, bu sefer hem içerden hem de dışardan üçüncü dünya ülkelerine, özellikle de adına İslam ülkeleri denilen siyasi bütünlere örnekliği ile dikkat çekilen Malezya’da son on yıldır gündemi işgal eden konuların başında gelen Altantunya vak’asının, sadece bir kaç politikacı ve polis şefiyle ilişkilendirilmeyecek denli önemli toplumsal ve siyasi etkileri olacağını düşünmek mümkün. Çünkü Altantunya vak’ası, siyaset-yolsuzluk ilişkisinin en görünür yerinde bulunması dolayısıyla Malezya hükümeti Avustralya makamlarından ‘korunacağı garantisiyle’ polis memurunun ülkeye iadesi talebinde bulundu.


Bu noktada, şeffaf yönetim, insan hakları, adil yargılama vb. gibi sadece Malezya’da değil, küresel anlamda herkesin talep ettiği değerler üzerinden tartışmalar gündemde yer alacak gibi gözüküyor.  

24 Ocak 2015 Cumartesi

Kurumsallaşan Yolsuzluk ve Aktörler / Institutionalized Corruption and Actors

Mehmet Özay                                                                                                                   23 Ocak 2015

Endonezya’da Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yeni ‘şef’ ataması tam anlamıyla kurumlararası krize dönüştü. Aslında bu ne yeni bir durum, ne de şaşılası bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Siyasiler ve ilgili kurum yetkilileri arasında son haftalarda süre giden ‘imaj savaşı’ basın tarafından tarafların siyasi hınçlarının esiri olarak yorumlansa da, vakıa olduğundan çok daha büyük ve çok daha geniş boyutlarıyla ele alınmayı hak ediyor. Zaman zaman dile getirdiğim üzere, küresel medyaya ‘en çok Müslüman nüfusa sahip ülke’ fotoğrafıyla çıkartılan Endonezya’da sorun yolsuzluk kurumsallaştığı ve toplumun tüm kesimlerini kapsamı alanına aldığı gibi, ülkede faaliyet gösteren uluslararası şirketlerin de -ki, bu noktada Papua’daki altın madenleri işletmeleri hatırlanabilir- bulaştığı yolsuzluk olduğunun fark edilmesi ve ortaya konması gerekiyor.

Buna ilâve olarak, İslam Konferansı İşbirliği Teşkilatı’nın Açe’de 2006 yılında başlattığı ve adına‘pilot’ denilerek popülerleştirilen ve ‘umut’ dağıtan proje sürecinde ofisin başında bulunanların yolsuzluk iddiaları ve kriminal vak’asına ‘Cidde’nin Endonezya makamları özellikle ‘emniyet’ nezdinde nasıl müdahale ettiğini ve manipülasyonlara neden olduğunu hatırlayanlar yolsuzluğun boyutlarını insani yardım unsurlarına kadar taşındığını rahatlıkla görecektir. Söz konusu bu hususlar, kuşkusuz ki, sadece Endonezya’nın bölgesel ve de küresel ilişkilerde profilini ‘temizlemekle’ sınırlı olmayıp, şu veya bu şekilde İslamiyetle/Müslümanlarla ilintilendirilmesi dolayısıyla ciddi bir şekilde ele alınması gereken bir konu hüviyetinde. Bu noktada, hususi bir yazıyı kaleme alacağımı burada belirteyim.

Endonezya’da, periyodik olarak ulusal ve de uluslararası kamuoyu önüne taşınan yolsuzluk ve benzeri olgular, gündelik yaşamın bir parçası olarak zaten hep var olageldi. Bugün Cakarta’da yaşanan durumun ilgi çekici yanı, önceki yazımda da belirttiğim üzere, çiçeği burnunda devlet başkanı Joko Widodo (Jokowi) ile ‘kurumsallaşmış yolsuzluk sistemi’ arasında henüz ilk ‘salvoların’ yaşandığı bir dönemde siyaset ve bürokrasi kurumlarından topluma doğru yayılmakta olan çalkantıların giderek büyümesinden kaynaklanıyor. Bu noktada, Cakarta’da ne olup bittiğini kısaca hatırlatmakta fayda var. 20 Ekim’de devlet başkanlığı görevini üstlenen Jokowi, aradan geçen üç ayda önceki Başkan Susilo Bambang Yudhoyono’nun atadığı üst düzey bürokratları görevden alma sürecinde sıra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne geldi. Aslında mevcut polis şefinin görev süreci önümüzdeki ekim ayında sona ermesine rağmen, yeni polis şefi atamasının gündeme getirilmesi Jokowi dışındaki faktörlerin etkin olmaya başlamasının ipucu olarak anlamak gerekiyor.

Bu süreçte, Jokowi’ye destek veren partilerin önceki dönemlerdeki ilişkilerinin belirleyici olduğuna kuşku yok. Bu bağlamda, bunu, Endonezya Mücadeleci Demokrat Partisi (PDI-P) içinde yaklaşık on yıl önce yaşanan güç paylaşımı/değişimi sürecine geri götürmek mümkün. 2001-2004 yılları arasında Devlet Başkanlığı görevini yürüten PDI-P’nin başkanı Megawati Sukarnoputri ile yollarını ayıran Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) arası o günden bu yana hiç iyi olmadı. PDI-P’den ayrılarak ‘Demokrat Parti’yi kuran Yudhoyono, iki dönem devlet başkanlığını yürütürken, Megawati bu süreçte yapılan seçimlerdeki oy oralarına bakılarak söylemek gerekirse, giderek neredeyse ulusal siyasetten silinme noktasına geldi. Tam da bu noktada ‘Jokowi’ adının bir can simidi misali ortaya çıkması, Megawati’nin yeni dönemde ipleri elinde tutacağını daha seçimler öncesinde söylediğimiz sürecin giderek kendini belirgin bir şekilde ortaya koymasıyla gerçeklik kazandı. Jokowi, ‘temiz’ ve ‘sivil’ siyasetin ‘simgesi’ olarak ulusal siyaset arenasına ‘sürülürken’, aslında onun ideolojisiz ve siyasi ekibi olmayan ‘tekil’ bir siyasetçi profili çizerek modern Endonezya tarihine ilk isim olarak geçmekle birlikte, tasarladığı yönetim biçimini Endonezya siyaset ve bürokrasisine nasıl yansıtabileceğine dair tereddütlerimi de aktarmıştım.

Emniyet Genel Müdürlüğü atamasına dönelim... Temelde Jokowi’den beklenen, 2013 yılında dönemin devlet başkanı SBY tarafından atanan Sutarman’ın 2015 Ekim ayında görev süresinin dolmasına kadar beklemesiydi. Tabii işin içinde PDI-P olmasaydı, bu erken görev değişimini Jokowi’nin kendi ekibiyle çalışmak istemesi gibi doğal bir nedene bağlamak mümkündü. Yukarıda kısaca değindiğim üzere, yönetimin, siyasi rekabet ve intikam gibi çatışmacı yönelimlerle birlikte ele alındığı bir ülkede, polis şefi atamasını bu kadar masum bir nedenle ilişkilendirilmesine olsa olsa saflık denir.

İşte bu nedenledir ki, Başkan Jokowi’nin yeni polis şefi olarak ‘tek aday’ olarak Gunawan Budi adına düzenlenen atama kararnamesini Meclis’e göndermesi ve atama kararının onanmasına sadece 11 saat kala, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nun Gunawan Budi hakkında ‘şüpheli’ sıfatıyla araştırma başlatması birkaç haftadır ülke gündemini meşgul eden hadiselerin başlangıcı oldu. Gelişmeler son derece hızlı ilerliyor... Öyle ki, geçen Perşembe günü (22 Ocak), aralarında Muhammediyye’nin lideri Syafii Maarif, Alimler Birliği’nin (Nahdat’ul Ulama) tanınmış isimlerinden Salahuddin Wahid gibi önde gelen dini yapılanmaların liderlenin de olduğu sivil liderler Emniyet Genel Müdürlüğü, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu, Yüksek Mahkeme arasında baş gösteren mücadelenin ülke birliğine ve kurumların güvenirliliğine zarar vermemesi için herkesi dikkatli olmaya davet eden çağrısı dikkat çekti. Endonezya’da ‘tokoh’ denilen bu sivil liderlerin olumlu bir atmosfer yaratması beklenen bu çağrısının ters teptiğinin bir göstergesi olarak sadece bir gün sonra, yani 23 Ocak Cuma günü Emniyet Genel Müdürlüğü mensuplarınca, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu Başkan Yardımcısı Bambang Widjojanto’yu tutuklaması Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nu itibarsızlaştırma girişiminin açık bir göstergesiydi. Emniyetin, Banbang Widjojanto’yu 2010 yılında yerel bir seçimdeki icraatlarından ötürü tutukladığını açıklaması ise dikkat çekici bir ‘neden’ olduğuna kuşku yok. Bu durum, aynı zamanda gelişmelerin Jokowi’nin kontrolünden çıktığının en açık göstergesi olmakla kalmadığı, polis şeflerinin aralarındaki ‘ittifak’ı gözler önüne sermesi bakımından da dikkat çekiciydi. Öyle ki, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nun polis şefi Gunawan Budi’nin banka hesaplarını ve ilişkilerini ele alan soruşturmaya katılmamaları pratikte polis şeflerinin bireysel değil, aksine ‘emniyet kurumu’nun kurumsal duruşunu yansıtmasıyla dikkat çekiyor. Jokowi’nin şimdilik yapabileceği tek şey, tarafları biraraya toplayıp ‘bu süreçte kanunlara uygun yürütülmesi’ talebinde bulunmasından ibaret.


Mevcut durumda, şu veya bu kurumu lekelemek gibi bir yaklaşımdan bahsedilemez. Bir veya birkaç kurum değil, çok açık ifadeyle söylemek gerekirse ortada kurumsallaşmış bir yolsuzluk olgusunun mevcudiyetini dikkate almak gerekir. Bunun en açık göstergelerinden biri, herkes Cakarta’daki polis şefleri-Yolsuzlukla Mücadele Kurumu arasında süren mücadeleden pek de dikkatleri çekmeyen husus Cuma günkü gazetelerde Papua Eyaleti başkenti Jayapura’da görevli bir polis şefi Labora Sitorus’un geçen yıl gündeme gelen ve büyük yankı uyandıran kara para aklama soruşturmasında geçen Eylül ayında Yüksek Mahkeme’ce suçlu bulunup 15 yıl hapis ve 400.000 (dört yüz bin) Dolar para cezasına çarptırılmasına rağmen, bugüne kadar ‘hücreye’ konulamamış olmasıdır. Dört yüz bin doları görüp de ‘aşırı’ ceza diyeceklere Labora’nun banka hesabında 120 milyon Dolar’ın nasıl olupda ‘biriktiğine’ şaşırmalarını tavsiye ederim. Eyalet polisi Labora’nın her gün arandığını ancak kendisine ulaşılamadığı yönündeki açıklama ise işin ‘ciddiyetini’ ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekici. Bugünlerdeki olay nasıl ne görevinden ayrılan Sutarman ne de göreve atanması beklenen ancak gelişmelerle atama kararı durdurulan Gunawan Budi’nin kişisel özellikleriyle ilgili olmadığı gibi Labora Sitorus da aynı şekilde bireysel eylemlerin değil, sistemik ve kurumsallaşmış ilişkilerin bir sonucu olarak gündeme geliyor. Bu ilişkileri değişik boyutlarıyla gündeme getirmeye devam edelim. 

21 Ocak 2015 Çarşamba

Endonezya’da Yolsuzluk Sınır Tanır mı? / Is there a limit at corruption in Indonesia?

Mehmet Özay                                                                                                                  21 Ocak 2015

Endonezya’da 7 Temmuz 2014 tarihindeki Başkanlık seçimlerinden çok önce ülke siyasetindeki yeni yüzü Joko Widodo’nun (Jokowi) seçilmesi halinde ne gibi güçlerle karşı karşıya kalabileceğine dair bazı görüşleri gündeme getirmiştim. Aslında Jokowi’nin, aslında daha seçimler öncesinde siyaset dünyasının kurulu düzeni içerisinde nasıl bir yer alacağı ve bu yerin kendisi tarafından mı, yoksa onu öne çıkaran ‘güçler’ tarafından mı belirleneceğini de tartışmıştım. Bugün tam üç aydır Başkanlık görevini sürdüren Jokowi önemli bir sınavla karşı karşıya. Hükümetlerin ilk yüz günü geleceğe dair önemli ipuçları verir sözünden hareketle söyleyecek olursak, ‘reform’ söylemiyle halkın gönlünde taht kuran Jokowi’nin erkende olsa meşruiyetini sorgulanıp sorgulanmayacağını belirleyecek bir dönemeçte bulunuyor.

Endonezya’da emniyet genel müdürü ataması süreci, sadece gündemi belirlemekle kalmıyor, bundan da öte, Başkan Jokowi’nin seçim öncesi verdiği sözler, halkta yarattığı umutların devam edip etmeyeceği gibi kritik bir evreye dönüştü. Aslında çok erken de olsa Jokowi için önemli bir sınav olduğunu söyleyebilirim. Endonezya bağlamında konunun ‘emniyet genel müdürü ataması’ diyerek geçiştirilecek bir yanı yok. Çünkü ülkede orduyla birlikte en önemli güç olarak yer alan emniyet genel müdürlüğü, sadece ülke iç güvenliğini sağlamakla kalmıyor, siyasi güç dengelerinde de baskın rol oynuyor. Bu bağlamda, kısa bir süre önce yüksek mahkemeye başkan atamasında Jokowi’yi başkanlık koltuğuna taşıyan güçlerden Ulusal Demokrat Parti (NasDem) başkanı ve medya devlerinden Surya Paloh önemli rol oynadığını söyleyeyim. Emniyeti bir kurum olarak ve de başkanını bir ‘lider’ olarak gündemde yer işgal ettirecek kadar öne çıkaran bir diğer konu ise, tıpkı ordu kurumunda olduğu gibi, siyaset-bürokrasi-iş dünyası-yolsuzluk ilişkilerindeki rolü. Buraları bilenler için aslında bu konu, ‘Eee ne var bunda. Yolsuzluk Endonezya’da sıradan bir konu’ dedirtebilir. Konunun Jokowi başkanlığı döneminin yakından gözlemlenen aylarında ortaya çıkmış olması ve Jokowi’nin bu konudaki tavrı ülkenin reform gündemi, Jokowi’nin siyasetteki duruşu ve de geleceği açısından önem taşıyor.

Endonezya’da şu anda, koalisyonlarla gelen başbakan ve devlet başkanlarının şu veya bu şekilde ‘koalisyon ortaklarının’ kıskacında olduğunun en yeni örneğiyle karşı karşıyayız. Yukarıda ifade ettiğim üzere, yüksek mahkeme seçiminde koalisyonun bir ucundaki parti başkanının ağırlığı kendini hissetirirken, şu günlerde emniyet genel müdürü atamasında da Jokowi’nin de başkan adayı olarak öne çıkaran Endonezya Mücadeleci Demokrat Partisi’nin (PDI-P) rol alması şaşırtıcı değil. Tabii burada bir başka gerçeği, yani partilerden bahsederken başkanın ağırlığını hatırlamak bu ve bağlamda PDI-P’nin başkanı Megawati Sukarnoputri’nin belirleyiciliğini vurgulamak gerekir. İşte söz konusu atamadaki püf noktası da burası. Megawati’nin Jokowi üzerinde kurduğu ‘baskı’ sonucu tek isim olarak adı parlamentoya gönderilen ‘Budi Gunawan’ adı, Megawati’nin 2001-2004 yıllarındaki başkanlığı döneminde koruması olmak gibi belki de sıradan sayılabilecek bir görevle sınırlı değil. Son birkaç haftadır ülke medyasında baş köşeyi tutan Budi Gunawan’ın ‘yıldız’ının aslında bundan sonra parlamaya başladığı anlaşılıyor. 2005 yılından başlayarak giderek kabaran banka hesaplarının arkasındaki ilişkiler zinciri, Budi Gunawan’ın ‘emniyet genel müdürlüğü gibi’ önemine şüphe olmayan bir kurumunun başına getirilemeyecek denli yasa dışı boyutları kapsaması, emniyet genel müdürlüğü ve benzeri bürokratik yapılanmada işlerin nasıl yürüdüğü dikkate alındığında şaşılası bir durum arz etmiyor. Aslında Endonezya için sorunun başlangıcı da burada başlıyor. Jokowi’nin başkanlık manifestosunda ‘kökünü kazımak’ isteği yolsuzluk sorununun tam da odağında yer alan bir ismi masasının üstünde hem de tek isim olarak görmesi onu önemli bir sınavla karşı karşıya bırakıyor. 

Bu sürecin ‘sakıncalı’ tarafının bir yanında siyasiler yer alırken, öte yanında bürokraside yükselmenin önemli araçlarından biri olan ‘üstleri’ memnun etme ‘geleneğinin’ olduğunu söylenebilir. Kimi araştırmalar dikkate alındığında bunun ‘emniyet genel müdürlüğü’ndeki karşılığının ‘cazip bölgelere atanma’ savaşında üstleri memnun edecek kafi miktarda ‘ast’ın bulunmasında yattığı görülür. Zincirleme birbirine eklemlenmiş bu süreç, eyalet emniyet müdürlüklerinden merkeze kadar uzanıyor. Ülkenin en ‘seçkin’ kurumlarından birinde aşağıdan yukarıya dalga dalga yükselen bu yapılanma, nihayetinde kurum içerisinde kanıksanmış bir yasadışılığı besliyor. Bu süreç, emniyet bürokrasisinin değişik kademelerindeki ‘üst’lerin kabarık banka hesapları, aile şirketleri, iş dünyasıyla ilişkileri gibi eklemlenmelerle kurum içerisindeki kanıksanmışlığı farklı toplumsal kurumlara taşıyor. Ve bunda da hiçbir şekilde ‘onur’ ve ‘haysiyet’ gibi yüce değerlerin dejenere olduğu gibisinden bir anlayış hakim olmuyor. Aksine, daha önce birkaç defa dile getirdiğim üzere, kurumsallaşmış yolsuzluk şeklinde karşımıza çıkan bu yapılaşma ‘ihlas’ yani, ‘gönülden verme’ olarak adlandırılarak manevi bir boyutla meşruiyet sınırları genişletiliyor.

Tüm bu süreçler işlerken, tabii ki, kurumları ‘korumakla’ yükümlü diğer yapılar da işlevsellik kazanmaya çalışıyor. Bunların başında da hiç kuşku yok ki, önce en azından bazı kurumların iç yönetmeliği gereği oluşumuna olanak tanınan denetleme kurulları, öte yandan daha üst düzeyde görev yapan ‘yolsuzlukla mücadele kurumu’ geliyor. Ancak, emniyet genel müdürlüğü bünyesinde faaliyet gösteren Mali İşlemler Rapor ve Analiz Merkezi (PPATK)’nin Budi Gunawan örneğindeki icraatı ‘denetim’ sürecin bütün bir kurumu saran yolsuzluk ağına takılmaması mümkün değil. Örneğin, beş yıl öncesi verilerine göre, söz konusu Merkez tarafından hakkında soruşturma açılan ve aylık maaşı altı-yüz doları bulan Gunawan’ın banka hesabına milyarlarca Rupiah’ın girmesinde sakıncalı hiçbir yönün bulunmadığı raporu üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. Tabii burada Budi Gunawan örneğindeki tüm süreçleri detaylı bir şekilde gündeme getirmek gereksiz.


Ancak Jokowi gibi yolsuzluk sorunuyla mücadele sözü vermiş bir başkanın ilk aylarında karşısına çıkan bu ana sorunla nasıl baş edeceği meselesi önem kazanıyor. Bu anlamda karşımızda ‘çiçeği burnunda bir başkan’ ve ‘kökleşmiş bir sistem’ bulunuyor. Bu mücadeleyi yakından izlemeye devam edeceğiz. 

15 Ocak 2015 Perşembe

Havacılık Sektörü ve Yolsuzluğun Buluştuğu Yer

Mehmet Özay                                                                                                                       15.01.2015

2014 yılı havacılık sektörü açısından sadece Malezya’yı değil, dünya çapında unutulmayacak gelişmelere sahne oldu. Yaşanan üç uçak vak’ası Malezya havacılık sektörünü test ederken, Kuala Lumpur’da başlayan tartışmalar İngiltere Kanada ve ABD’ye kadar uzandı. İlk uçak kazasında “görmedim/duymadığı” politikalarına teslim olan ilgili çevreler, kamuoyu baskısını üzerlerinde hissetseler de devlet kontrolünün yoğun olarak hissedildiği ülkelerin bir gerçeği olarak meselenin üzerine gidilmediği de bir başka husus olarak ortaya çıktı. Teknoloji yüklü bir uçağın nasıl olup da gözlerden kaybolacağı konusunda hiç kuşku yok ki, uçağı üreten firma kadar, uçağı takiple görevli kontrol kuleleri ve radar merkezleri de mercek altına alınamadı.

Özellikle MH-370’in Malay Yarımadası’nı boydan boya geçip, Penang Adası’ndaki askeri radar üssünün kapsam alanında görünememesiyse sivil havacılıktan öte, ülke güvenliğinin de sorgulanmasını gerektirecek boyuttaydı. Ancak böyle bir sorgulamayla karşılaşmak pek mümkün olmadığı gibi, en üst düzey yetkililerin bir tür terfi edilmeleri ülke siyasetinde ve bürokrasisinde işlerin nasıl yürütüldüğüne dair çarpıcı ipuçları veriyordu. İkinci uçak kazası ise, kaderin bir cilvesi olarak Ukrayna’da süren çatışmaların tam ortasında gökyüzündeki onlarca uçaktan MAS’ı bulan roketle düşürülmesi hiç kuşku yok ki, tam bir yıkım oldu.

Havacılık sektörü uzmanları, ekonomistler bir şirketin dört ay içerisinde iki uçağını yitirmesinin, artık bu şirketin kurumsal güvenilirliği kadar, piyasa değerinin de yitirildiği sonucuna varsa da, Malezya hükümeti ‘korumacı’ politikalarının birine daha imza atarak, özelleştirme çabalarının beklendiği bir dönemde bir kez daha MAS’ı kurtarma operasyonlarıyla milyarların akacağı vanayı açıyordu. Aslında kazalardan çok önce kötü yönetim ile zarar eden bir kuruluşa dönüşen MAS’ı yönelik eleştirilerde sesi gür çıkan tek kişi Dr. Mahathir Muhammed’den başkası değildi. Muhalefet kanadın da sesler yükselse de, kontrollü ve ‘isyana teşvik yasası’dan mahkemeye çıkartılmayı göze alamayacağından oldukça temkinli tarzda seyrediyordu. Dr. Mahathir, MAS’ın kötü yönetildiğini açık seçik ortaya koyarken, mevcut hükümet MAS’ı kurtarma operasyonunun bir tür ulusal onur düzeyinde algılayarak icraatlarına devam ediyorlardı.

Neyse ki, kayıp uçağın ardından, iletişim zaafiyetiyle de anılan hükümet ve ilgili çevreler, ikinci uçak vakasının ardından bir tür ders aldıkları söylenebilir. Bu dönemde, uluslararası çevrelerden de tepki alacak denli oldukça riskli bir açılımla Ukrayna’nın doğusundaki isyancı grup lideriyle görüşmelerin yapılmasında hiç kuşku yok ki, kamusal baskıya bir kez daha maruz kalmak istemeyen Başbakan’ın birinci elden ailelere yönelik sorumluluk duygusuyla hareket ettiği ve en azından işin siyasi boyutunu olmasa da insani yönüne dair bir çözüme yöneldiği söylenebilir. Bunun pratikteki karşılığı ise cenazelerin birer birer ülkeye getirilmesi oldu.

Tabii bu iki uçak vakasında teknoloji marifetiyle kazalarla ilgili “nasıl, neden, ne zaman” gibi sorulara cevap bulunacağını uman dünya kamuoyu -aslında kimse açıkça gündeme taşımasa da- sukütü hayale uğradı. Bir türlü tespit edilemeyen sinyaller, ikinci uçağın isyancıların ‘katkılarıyla’ ele geçirilen ‘kara kutu’nun bir türlü insanların gönüllerini rahatlatacak açıklamaları getirecek bilgileri ortaya koymaması da pek şaşkınlık yaratmışa benzemiyor. Uçağın her hareketinin, kokpitte pilotların her ses ‘ediminin’ kaydedildiği belirtilen kara kutu bir türlü ‘bilgileri’ ortaya seremiyordu. Yetkililerin, önce kara kutuyu bulmanın haftalar, aylar alacağı açıklamalarını kara kutu bulunduktan sonra bu sefer ‘deşifre sürecinin’ haftalar, aylar alacağı söylemine dönüşmesi gecikmedi. Bu durumda, daha sonraki bazı gelişmelerden hareketle, acaba kara kutunun çalışması oldukça maliyetli bir sistem gerektiriyor da, havacılık şirketleri bundan kaçınıyorlar ve kaybolan ve düşen uçakta da buna benzer bir şey mi oldu sorusunu insanın aklına getiriyor. Örneğin, ülkenin en meşhur bankalarının ATM’lerinden çok kısa bir süre zarfında birbiri ardı sıra ‘operasyon’ düzenleyen ‘Latin çetesi’ birkaç milyon doları ceplerine koyup kayıplara karışırken, emniyet genel müdürlüğü, bankaların ‘ekonomik davranma adına’ ATM’lerdeki CCTV’leri kalitesiz ürünlerden seçmeleri nedeniyle görüntülerin ‘zayıf’ olduğunu bu nedenle yeterli takip yapamadıklarını açıklaması bunlardan biriydi.

Yeni bir yıla yaklaşırken, diğer sorunların önüne geçen iki uçak kazasının üzüntüsü ve “tüm sorumluluğunun” arkada bırakılacağı sanılırken üçüncü kaza gündeme damgasını vurdu. Bu üçüncü kazayla, MAS veya Malezya hükümeti “Neyse ki bu sefer ben yokum” psikolojisini yaşamış olduklarına kuşku yok. Ancak Air Asia uçağı Endonezya hava sahasında düşerken ve uçak Air Asia Indonesia olarak dünya basınına yansırken, aslında şirketin Malezya’nın son dönemdeki ulusal onur kaynaklarından biri olan Air Asia’ya ait olması kuşkusuz ki, Malezya’nın bir kez daha havacılık sektörü ve dünya kamuoyu önüne çıkmasına neden oldu.

Aslında uçağın düşmesinden hemen sonra Endonezya makamlarının uçağı bulma konusunda ‘candan’ yaklaşımları açıkçası epeyce şaşırtıcı gelmişti. Komşu ülkelerden dünyanın öbür ucundaki gelişmiş ülkelere kadar arama çalışmalarına katılma taleplerini bir bir kabul eden Endonezya makamları, bölgeye sevk edilen onlarca deniz ve hava gücüyle yapılan aramalarda gene teknoloji donanımlı uçağın ‘bip’ seslerine bir türlü ulaşılamadı. Uçaklar kaybolsa veya düşse dahi otuz gün ‘bip’ sesi vereceği belirtilen kara kutudan bir kez daha ses gelmemesi herhalde havacılık sektörünü epey bir süre ilgilendirecek bir mesele olarak ortada duruyor. Neyse ki, bölgenin dar bir derinz oluşu, kısa bir süre sonra teknolojiyle olmasa da Karimata Boğazı girişinde insan gözüyle keşfedilen uçağa ait bazı nesneler ve akabinde bazı cesetler bir başarı olarak ortaya kondu.  Uçağın düştüğü Cava Denizi ve uzantısı Karimata Boğazı’nda derinlik 30 ila 60 metre arasında olmasına rağmen, uçağın ana enkazına ulaşmak haftalar alması, Avustralya’nın öncülüğünde hakkında pek fazla bilgi sahibi olunmayan Hint Okyanusu’nun güneyindeki bölgede beş bin ila altı bin metre derinde MH-370’i arama çalışmalarının sürdürülmesini nasıl anlamamız gerektiğine dair çok yakın bir örnek olarak duruyor. Mazaret olarak ortaya konan hava ve deniz koşulları herhalde açık okyanusda çok daha zorlu şartlarla ortaya çıkacağına kuşku yok.

Endonezya Ulaştırma Bakanlığı’nın koordinasyonunda yürütülen arama çalışmalarında cesetler birbiri ardı sıra çıkarken Surabaya’da Juanda Havalimanındaki cenaze törenlerinde bir tür gösteri havası da sezilmiyor değildi. Arama faaliyetlerinde yer alan –belki de almayan- kurumlara mensup değişik üniformalarıyla görevlilerin cenazeleri taşırkenki konumlarından bahsediyorum. Yakın bakışla ortada bir ‘Bakın biz nasıl düzenli bir şekilde hareket ediyoruz’un, dünya medyasının göz önündeki süreçte, işin şov tarafı da unutulmayacak denli bir ifade hakimdi. Yukarıda dediğim gibi Endonezya makamlarınca, bu kendi halinde ve de son derece ‘organize’ bir yapı olarak ortaya çıkan arama çalışmalarında ‘işin içinde bir iş var ama hayırlısı’ dememizi gerektirecek bir hayrete yol açıyordu. Hayır, bu durum birkaç aylık çiçeği burnunda Başkan Joko Widodo’nun ülkeye getireceği söylenen ‘reform’ ile açıklanamazdı. Bu kadar kısa sürede böylesi bir başarı olamazdı.  Bu arada cenaze devir teslim işleri sürerken birden ‘sorumlu kim?’ sorusuna cevap arama süreci başladı. Endonezya Ulaştırma Bakanlığı, Air Asia’nın Surabaya-Singapur arasında haftada dört gün olan seferleri arasında Pazar günü –yani uçağın düştüğü gün- uçuşu olmadığını, dolayısıyla 28 Aralık 2014 günü QZ-8501 sefer sayılı uçağın Surabaya Juanda Havaliman’ndan kalkış izni yoktu. Ulaştırma Bakanlığı’nca soruşturma başlatılmasıyla o gün uçuşa kalkış izni veren ekip görevden alındı. Air Asia’nın profesyonelliği ve acar işadamı kimliğiyle tanınan Tony Fernandez, arama faaliyetleri boyunca neredeyse tüm süreçlerin tam da ortasında yer alırken, gelen bu şok edici gelişme karşısında sessiz kalıyordu. Bununla birlikte, Singapur tarafı “Pazar günü Air-Asia’nın Changi Havalimanına iniş izni var” cevabı savunma içerikli bir cevap olmaktan öte anlam ifade etmiyordu. Endonezya Ulaştırma Bakanlığı, sadece Air-Asia’nın değil, tüm havayollarını içeren soruşturması derinleştikçe ortaya vahim bir tablo çıktığı görüldü. İzinsiz uçan sadece Air-Asia değildi. Aralarında Endonezya ulusal havayolu şirketi Garuda, ile Lion Air, Wings Air, TransNusa ve susi Air gibi ülkenin önde gelen özel havayolu şirketlerinin de sayısı 61’ bulan izinsiz uçuşlar gerçekleştirmeleri basına yansıdı. Birkaç yıl öncesine gidecek olursak, Garuda’nın Avrupa ve ABD semalarında uçuş izni için yeniden girişimler başlattığını hatırlayabiliriz. Garuda’nın uluslararası havacılık standartlarında olmaması, bu dev ülkenin havayolu şirketinin ‘yasaklı havayolu şirketi’ olarak anılmasına neden oluyordu. Tabii konumuz Garuda’yı veya Endonezya havacılık sektörünü sorgulamak değil. Ancak ortada çok daha olumsuz bir durum olduğunu söylemek gerekir.  Sorun Air Asia’nın ve de yukarıda zikredilen diğer havayolu şirketlerinin nasıl olup da Endonezya Ulaştırma Bakanlığı’ndan ‘izin kopardıkları’yla ilgili. Ortada uçuş izni kaosu yok. Olsa olsa bugüne kadar ne ulusal ne de uluslararası kamuoyuna yansımış ülkedeki yolsuzluğun havacılık sektörünü de nasıl sardığıyla ilgili bir durum söz konusu. Herhalde Başkan Jokowi reform sürecinde Ulaştırma Sektörü’nde uluslararası boyuta varan yolsuzlukları da ortadan kaldıracak bir yeniden yapılanma gerçekleştirecektir.