31 Ağustos 2015 Pazartesi

Malezya: Bir yanda Bağımsızlık Günü, Diğer Yanda Protestolar / Malaysia: While Celebrates Independence Day, Demonstrations Go On

Mehmet Özay                                                                                                               31 Ağustos 2015

 

Modern dönemde Malay toplumlarını temsil makamındaki ülkeler arasında önemli bir yeri olduğuna kuşku olmayan Malezya Monarşisi, 58 yaşında. Bununla birlikte, son dönemde skandal üstüne skandalla sarsılan Malezya’da, son dönemde yaşanan siyasi ve buna eklemlenen ekonomik -veya hangisinin diğerinin önünde yer aldığı pek de belli olmayan- kriz(ler), 30 Ağustos’daki bağımsızlık günü kutlamalarının buruk geçmesine neden oldu. Gelişmelerin ekonomik boyutuna bakılacak olursa, Malezya ulusal ekonomisiyle sınırlı olmayan bölgesel gelişmeler dikkat çekiyor. Çin’de başlayan ve neredeyse tüm Doğu ve Güneydoğu Asya borsalarını etkileyen düşüş, en çok Kuala Lumpur Borsası’nda tesirini gösteriyor. Zaten bir yılı aşkın bir süredir Dolar karşısında sürekli değer yitiren Ringgit de %24’lük kayıpla son on yedi yılın en düşük seviyesinde. Özellikle Merkez Bankası başkanı Zeti Akhtar’ın 1997-98 Güneydoğu Asya mali krizi sonrasında kayda değer yapıcı rolüne güvenenler, şu ana kadar umduklarını bulabilmiş değiller. Bu dış etkenli gelişme kadar, neredeyse bir yılı aşkın süredir ülke siyasetinde başat konu olmayı sürdüren ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’yla (1MDB) ilgili gelişmeler de işin cabası.

Bu bağlamda, Zeti Akhtar’ın da içinde yer aldığı belirtilen fonla ilgili icraatlar, sadece ekonomi alanıyla kalmayıp, hükümete olan güven kaybına neden oluyor. Bu gelişmelerin tam da odağında yer alan Zeti Akhtar’ın hem Ringgit’in düşüşü hem de 1MDB fonunun şeffaf yönetime kavuşturulması noktasında bir ekonomik çözüm paketi ortaya koyup koymayacağı da şimdilik pek ümitvar gözükmüyor. Oysa Malezya 1970’lerden başlayarak ekonomik modernleşmenin öncü ülkelerinden biri olarak, hem adına İslam ülkeleri denilen coğrafyaya hem de üçüncü dünya ülkelerine örnek gösteriliyordu. Kuşkusuz ki, bu örnekliğin ele alınabilecek tarafları olabileceği de yadsınamaz. Ancak Malezya örneğinde nasıl bir kalkınma sürecine konu olduğu da, bugün 58. yılına girmiş olan Malezya Federasyonu’nun İngiliz sömürgeciliği bağlamından da yoksun tutulamıyor. Bu noktada, bağımsızlığa giden sürece ve akabindeki gelişmelere kısaca göz atmakta fayda var. Çünkü bu süreç, bugün giderek ağırlığını hissettiren siyasal ve de ekonomik sorunların da anlaşılması noktasında önem taşıyor.

30 Ağustos 1957 tarihinde dönemin Malay lideri Tunku Abdul Rahman’ın ‘Bağımsızlık’ı ilânı Yarımada’da büyük bir memnuniyet vesile olmuştu. Bu bağımsızlığın öne çıkan özelliklerinden biri, İngiltere Krallığı ile yapılan görüşmelerin ardından bağımsızlığın ‘masa başında’ kazanılmasıydı. Bağımsızlık ‘tek kurşun’ atılmadan kazanılsa da, sürecin sancısız olduğunu, herhangi bir sömürge karşıtlığı mücadelesinin gündeme gelmediğini söylemek mümkün değil. Bugün ülkenin Monarşik Parlamenter sistemle idare edilmesinin elbette ki, tarihsel kökenleri var. Daha İngilizlerin 1786 yılında Penang Adası’na çıkmasından önce, Yarımada’da eyaletler şeklinde varlık süren sultanlık rejimleri, İngilizlerin gelişiyle varlığını kendilerine bahşedilen bir egemenlik alanı olarak “din ve gelenek” sınırlarında “kontrollü’ bir şekilde sürdürmeye başladı. İngiliz sömürge yönetiminin o günlerde, belki konjonktürel olarak gelişigüzel verdiği bu karar, aradan geçen sürede siyasi bir yapılaşmanın zeminini oluşturdu. Ve Bağımsızlık sonrasında da bu yapı devam etti.

Bununla birlikte, modern Malezya’da iki devlet kurulduğunu hatırlatalım. Bunlardan ilki yukarıda dile getirlien 1957 süreciyken ikincisi 1963’dür. Bir anlamda, 1957 yılı Malaya Federasyonu bitmemiş bir proje intabı uyandırmış ve bu süreç bir başka siyasi eklemlenmeye zemin hazırlamıştı. Kuşkusuz ki, bir yandan dönemin Soğuk Savaş yılları olduğu, öte yandan özellikle de, 1949’dan itibaren Güneydoğu ve Doğu Asya’da yeni bir güç merkezi olarak Japonya’nın yerine Çin’in çıkmakta oluşu, Batılı eski sömürgeci güçlerin gözünden kaçmadı. Kendi haline terk edilemeyecek kadar dünya hammadde ticaretinde ve deniz ticaret yollarında başat rol oynayan bölgeler, başta Singapur olmak üzere Borneo Adası gibi coğrafyalar dün oldukları gibi 20. yüzyıl ikinci çeyreğinde de ‘korunmaya’ muhtaçtı. Ve birer ‘üs’ olarak varlıklarını Batı ile oldukça yakın temasta sürdürmeleri gerekiyordu.
Bu minvalde, küresel siyasi yapının karar süreci, tarihsel olarak birbirinden koparılması pek de mümkün olmayan, Güney Çin Denizi’nin Batı ve Doğu yakaları nihayetinde 16 Eylül 1963 tarihinde Malezya Federasyonu adıyla yeni bir devlet haline geldi. Çinli nüfusun ağırlıkta olduğu Singapur Adası’nı ve Malay ırkı alt gruplarını oluşturan çeşitli yerli kabilelerin yaşam sürdüğü Borneo Adası’ndaki Sabah ve Saravak bölgelerinin birleşimiyle ‘Malezya ulusu’ doğmuş oldu.

Dünün “İngiliz Malaya’sı” böylece ‘Malezya Federasyonu’ adıyla, dokuzu geleneksel yönetim bölgeleri olan sultanlık, dördü özel valilerle yönetilen bölgeler olmak üzere on üç eyaletten müteşekkil bir siyasi yapıya büründü. Bu yeni devletin siyasi yapısı, Monarşik parlamenter sistem olarak belirlenirken, dünyada kendi özgü bir monarşik yapıya da ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Federal Sultan olarak adlandırılabilecek üs siyasi kurum, geleneksel dokuz sultan arasından her beş yılda bir rutin bir atamayla görev bir sultana teslim edilirken, diğer dört ‘valinin’ bu süreçte kayda değer bir rolünden bahsetmek mümkün değil.

Siyasete ve ekonomiye karışmaları anayasal olarak sınırlandırılmış olan Sultanlar tıpkı ‘dün’ olduğu gibi ‘din’ ve ‘geleneğin’ koruyucusu sıfatını sürdürüyor. Herhangi bir siyasi angajmanı olmamakla birlikte, Malay toplum yapısında ‘sultan’ın yeri var oluşsal bir öneme sahip. Bu anlamda, Malay halkı, ‘sultanla’, sultan da ‘halkla’ neredeyse kopmaz bir bağla bağlıdır. Tabii burada dokuz sultan olduğu vurgusunu bir kez daha gündeme getirmekle, aslında Yarımada’da modern anlamda ‘Malay Birliği’nin bağımsızlık sonrası bir ürün olduğu da ifade edilebilir.
Bu ağır ‘Malay’ tonuna rağmen, gerek klasik Sultanlıkların egemen olduğu eyaletlerde, gerekse Sabah ve Saravak’da yerli halklar arasında çok farklı etnik/dini yapıların varlığı da bir realite. Bu çoğul yapılaşmanın, dünden tevarüs eden bir toplum yapılaşmasının devamı mahiyetinde olduğu ve ülke yönetim tabakalarında belirleyici rol alamayacakları toplumsal sözleşme kadar, anayasada da karşılığını bulur. Bu nedenledir ki, 1963 yılında Malezya Federasyonu’na katılan Singapur, bu sisteme sadece iki yıl ‘tahammül’ edebildi ve akabinde 1965’de bağımsızlığını ilân ederek Federasyon’dan ayrıldı. Singapur’un bu sistemden kopuşunda, siyasal temsiliyet ve yönetim paylaşımı gibi hususlarda ortak bir kanaatin hasıl olmayışıdır.

Bu sosyo-siyasal oluşumun bir başka ifadesi, Malezya Federasyonu’nun yarım yüzyılı aşkın siyasi varlığında Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) adıyla 1946 yılında kurulan Malay etnik temelli siyasetine dayalı ‘partinin’ başat rol oynadığı bir hükümetler zinciri ülkeyi idare etmesinde ortaya çıkar. Bü süreçte, Müslüman Malay  halkının yukarıda kısmen değindiğim antropolojik gerçekliği ile modern dönemin çok değişkenli toplumsal ve siyasal taleplerinin çatışması dönem dönem kendini ortaya koyar. Sadece Malay Müslümanların değil, Yarımada’daki Çin ve Hint kökenliler ile Borneo Adası’ndaki çeşitli etnik azınlıkların tesis ettiği ‘siyasi partiler’ ve diğer ‘sivil oluşumlar’, bu gizli/açık toplumsal bölünmüşlüğü temsil makamındadırlar. Bu çerçevede, söz konusu bu çatışmanın bir ayağını Singapur’un ayrılışı oluştururken, bir diğerini 13 Mayıs 1969’da başlayan anarşi olaylarıdır.

İşte bu nokta, ulusal birliğin UMNO çatışı altında, güçlü bir siyasi koalisyon ile devam ettirilme niyetiyle, değişen şartların doğurduğu komplike sosyo-siyasal taleplerin siyasi alanda ne türden yansıma bulacağı arasında zaman zaman çatışma boyutuna varan bir nitelik sergiler. Enteresan bir nokta olarak 1950’lilere yaklaşıldığında, dönemin Malay lideri Dato Onn bin Cafer’in bu siyasi sorunu öngörmüş ve kurucusu olduğu UMNO’yu çok etnikli bir siyasi partiye dönüştürme düşüncesi gündeme gelmiş olsa da, süreç Dato Onn’un partiden ayrılmasına yerine, UMNO ‘kurucu idealini’ devam ettireceğine kanaat getirilen Tunku Abdul Rahman’ın atanmasıyla devam etti.

Yarım asır, bir milletin yaşamında pek de uzun bir süre sayılmaz. Malezya Federasyonu, 1970’lerden itibaren ekonomik modernleşme süreçlerindeki ‘başarısına’ rağmen, çok dinli-etnikli toplumsal kompozisyonunda ortak değerler ve hedefleri oluşturup oluşturamadığının hesabını kolaylıkla yapabilir. Bu noktada ortada kayda değer bir sorun olup olmadığı ise, dün gerçekleştirilen bağımsızlık kutlamalarından bir gün önce on binlerce Malezyalının başkent Kuala Lumpur’da ‘reform’ çağrısını içeren gösterisinden okumak mümkün. Enteresandır bu gösteriye, ülkenin kurucu babaları sınıflamasına dahil edilen Dr. Mahathir Muhammed’in katılmasıysa, geniş siyasi ve toplumsal kesimlerde nasıl bir talep olduğuna dair bir ipucu veriyor olsa gerek. Dr. Mahathir, her ne kadar UMNO’dan vazgeçmiş değilse de, uzun bir süredir muhalefetin UMNO iktidarına karşı çıktığı noktada aynı yaklaşıma ulaşmış durumda. O da, siyasi ve ekonomi yönetiminin şeffaflıktan uzak oluşu; hesap verilebilirlik, noktasında bürokrasiden hükümet organlarına kadar kaygı verici bir vurdumduymazlığın sür git devam edişidir.

Yukarıda dile getirilen ve ekonomik modernleşmesiyle modellik statüsü bahşedilen bir ülkenin bugün, önce iç piyasalar, ardından da dış piyasaların ülke ekonomisine yönelik güveni yitirmesinde kuşkusuz ki, 1MDB’de bir türlü sonuçlandırılamayan yolsuzluk iddialarının payı küçümsenmemeli. Hele hele bu fonun Başbakan Necib bin Razak’ın başında olduğu bir kurulca, genel anlamda şeffaflıktan uzak yönetimi, buna ilâve olarak para akışlarındaki gizlilik ve bu meblağın en azından bir bölümünün Başbakan’ın banka hesaplarına aktarıldığı iddiaları haberi son dönemde yaşanan ekonomik skandalların başında geliyor. Söz konusu fon çerçevesinde bunca gürültü patırtının çıkmasında, Başbakan’ın aynı zamanda Maliye Bakanı olmasının da bir rolü olsa gerek...

Başbakan’ın hesabına aktarılan meblağ konusunda açılan soruşturmalar ve kamuoyu baskısı “Para halkın parası değil, Arap ülkelerinin ‘yardımı’” veya “Halkım için kendi hesabıma aktardım” türü söylemlerin neşet etmesine neden oldu. Ancak şeffaflığın temel değerlerden biri kabul edildiği demokratik yönetimlerde böylesi demeçlerin bir karşılığı bulunmuyor. ‘Arap yardımının’ İŞİD’le mücadele için Malezya’ya aktarılması kadar, 2013 seçimlerinde ‘uygun şekilde kullanılıp kullanılmadığı iddiaları, Başbakan’ın hesabındaki meblağın bir süre sonra Singapur’da bir başka hesaba devri ile İsviçre ve Singapur bankalarının para transferindeki rolüne dair ilgili ülkelerce yapılan soruşturmalar birbirini izliyor. Bu iddiaların tam da ortasında İç İşleri Bakanı ve Başbakan yardımcılığına atanan Ahmed Zahid Hamidi’nin, bu paranın bir Arap ailenin UMNO’nun 2013 seçimlerini kazanması ve sünni inancın savunucusu olması nedeniyle verildiğine tanık olduğunu söylemesiyse, sadece hükümeti değil, devlet egemenliğiyle ilgili başlı başına problemli bir durum ortaya koyuyor.

 

Kaldı ki, bu fonla ilgili Başbakan ve Merkez Bankası başkanının da içinde olduğu yetkililer hakkında yürütülen soruşturmaların kilit isimlerinin “işlerine son verilmesi de” siyasi istikrarsızlığa ancak “körük olma” işlevi gördü ve görmeye devam ediyor. Öyle ki, tam bir ay önce Başbakan Necib bin Razak, “1 Malezya Kalkınma Fonu’yla ilgili gerçeklerin açıklanması” çağrısını yüksek sesle dile getiren yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin’i görevden aldı. Böylece 1998 yılında Enver İbrahim’den sonra görevden alınan ikinci Başbakan yardımcısı olarak tarihe geçti.

 

Sadece hükümet içinde değil, söz konusu fonu araştırmakla yükümlü kurumlardaki üst düzey bürokratların da yerlerinden olması ekonomi yönetiminden öte anlamlar ifade ediyor. Bu sürecin gelip dayandığı nokta ise, muhalefet kadar iktidar ve UMNO çevrelerinden kişi ve grupların da, parlamentoda Başbakan’a güven oyu oturumunun yapılması çağrısında birleşiyor olmasıdır. Nisan/Mayıs aylarında yapılması plânlanan UMNO genel kurulunun Sonbahar’a ertelenmesi, UMNO içerisinde hoşnutsuzların ikna seanslarına alınması olarak yorumlanıyor. Bu süreçte başı çeken ise kurt politikacı Dr. Mahathir Muhammed. Devlette işlerin nasıl yürü/tül/düğünü herkesden daha iyi bilen Dr. Mahathir, sürekli yeni iddialarla ve sorularla Başbakanı köşeye sıkıştırmaya ve dolayısıyla gündemi belirlemeye devam ederken, Başbakan’la arasında açılan ‘makas’, onu giderek daha çok muhalefet çevreleriyle ortak hareket etmeye sevkediyor. Zaten Cumartesi günkü gösterilere iştiraki de bunun en somut göstergesiydi.

 

Ekonomi ve siyasi çevrelerde bunlar olup biterken, acaba ülkenin ‘sultanları’ ne karşılık veriyor bu gelişmelere diye sorası geliyor insanın. Bunu sorarken, bu ‘liderlerin’ bugün üstlendikleri rolün, daha bağımsızlık sürecinde kendilerine biçilen rolden bağımsız olmadığı da ortada. Bu noktada da, gene Cohor Sultanı’ndan başkasının sesi gür çıkmıyor. Daha geçen gün, Sultan İbrahim, “yasalara göre bu gibi konularda sınırlarımı biliyorum, ancak halkımın (gene burada vurgunun ‘Cohor halkı’ olduğu hatırlanmalı) sıkıntılarına da çözüm bulmak vazifem” minvalinde bir açıklamayla Putrajaya’daki gelişmelerden hiç de memnun olmadığını bir kez daha dile getirdi. Sultanlar demişken... Anayasaya göre, Başbakan’ın görevine son verecek girişim, ancak “ulusal sultan”ın elinde. Ancak bugüne kadar Sultan Abdülhalim Şah’dan bir demeç sadır olmuş değil.

 

Model ülke Malezya’da son iki seçimdir muhalefetin önemli bir siyasi çıkış yapması ve bunun halk nezdinde kabul bulması, hükümet üzerinde bir baskı unsuru oldu ve olmaya devam ediyor. Bu gelişme, ülkede çatışmacı ortamı körüklerken, hükümetin tepkisi muhalefeti temsil eden sivil kesimleri etkileyecek şekilde geri döndü. Hükümet/UMNO çevrelerinin bu yöndeki siyasi stratejilerini herhalde en nazik ifadeyle ‘siyasi kıskançlık’ veya ‘siyasi böbürlenme’ olarak yorumlamak mümkünse de, geniş toplum kesimleri nezdinde kaybedilen güvenin UMNO’nun siyasi varoluş sorununa dönüştüğünü söylemek bile mümkün. Çünkü UMNO’nun salt sıradan bir siyasi hareket değil, aksine ‘Malay ırkının-sultanın ve Malay dilinin’ hamisi olmak gibi yüce bir ideal etrafında örüntülenmesi gerçeğini her an akılda tutmak gerekir.

 

Son dönemde yaşanan bu siyasal gelişmenin kaynağı ise gene UMNO içerisinde yaşanan dinamiklerin değişmesinden kaynaklanıyor. 1990’ların sonlarında, Enver İbrahim’in Başbakan yardımcılığının yanı sıra, partiden de ihracı ve hapsedilmesine konu olan kırılmalar, akabinde güçlü bir ‘reform hareketinin’ doğmasına yol açtı. Değişen siyasi iklim nedeniyle, ‘temiz yönetim-temiz toplum’ sloganı, özellikle 2000’li yılların başından bu yana siyasal ve toplumsal yaşamının odağındaki yer almaya devam ediyor.

 

58 yıl gibi görece kısa modern siyasi tarihinde önemli bir kalkınma hamlesi gerçekleştirmiş bir ülke olan Malezya, bu süreçte başat gücünü omurgasını Birleşik Malay Ulusal Birliği’nin (UMNO) oluşturduğu bir siyasi yapının hakimiyetine konu olmasıyla dikkat çekiyor. Bununla birlikte, yukarıda özetle ifade edildiği üzere kalkınma olgusunun, geniş toplum kesimlerinin siyasi ve ekonomik haklarına ne denli katkı yaptığı yaşanan tüm bu gelişmelerden anlaşılabiliyor. Michael Liefer’ın 1960’lı yıllarda Malezya Federasyonu’nun kurulması sürecinde kaleme aldığı “Anglo American Differences Over Malaysia“ başlıklı makalede dile getirdiği üzere, bölgede istikrarın başat aktörlerinden biri olması arzu edilen Malezya epeyce bir süredir istikrarsızlıkla yüz yüze.

 


http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/339434/malezya-bir-yanda-bagimsizlik-gunu-diger-yanda-protestolar

28 Ağustos 2015 Cuma

Malezya’da Kriz Derinleşiyor / Crisis in Malaysia Deepens

Mehmet Özay                                                                                                              27 Ağustos 2015

 

Malezya skandal üstüne skandalla sarsılıyor... Son dönemde yaşanan siyasi ve buna eklemlenen ekonomik -veya hangisinin diğerinin önünde yer aldığı pek de belli olmayan- kriz(ler), 30 Ağustos’daki bağımsızlık günü kutlamalarının buruk geçeceğini ortaya koyuyor. Çin’de başlayan ve neredeyse tüm Doğu ve Güneydoğu Asya borsalarını etkileyen düşüş en çok Kuala Lumpur Borsası’nda kendini gösteriyor. Zaten bir yılı aşkın bir süredir Dolar karşısında sürekli değer yitiren Ringgit de %24’lük kayıpla son on yedi yılın en düşük seviyesinde. Özellikle Merkez Bankası başkanı Zeti Akhtar’ın 1997-98 Güneydoğu Asya mali krizi sonrasında kayda değer yapıcı rolüne güvenenler, şu ana kadar umduklarını bulabilmiş değiller. Kaldı ki, Zeti Akhtar’ın adının ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’yla (1MDB) ilgili gelişmelerde geçmesi de, bir başka mucizevi ekonomik çözümü ortaya koyup koymayacağı konusunda şüphe doğuruyor.

 

Önce iç piyasalar, ardından da dış piyasaların ülke ekonomisine yönelik güveni yitirmesinde kuşkusuz ki, 1MDB’de bir türlü sonuçlandırılamayan yolsuzluk iddialarının payı küçümsenmemeli. Hele hele bu fonun Başbakan Necib bin Razak’ın başında olduğu bir kurulca, genel anlamda şeffaflıktan uzak yönetimi, buna ilâve olarak para akışlarındaki gizlilik ve bu meblağın en azından bir bölümünün Başbakan’ın banka hesaplarına aktarıldığı iddiaları haberi son dönemde yaşanan ekonomik skandalların bazılarını oluşturuyor. Söz konusu fon çerçevesinde bunca gürültü patırtının çıkmasında, Başbakan’ın aynı zamanda Maliye Bakanı olmasının da bir rolü olsa gerek...

 

Başbakan’ın hesabına aktarılan meblağ konusunda açılan soruşturmalar ve kamuoyu baskısı “Para halkın parası değil, Arap ülkelerinin ‘yardımı’” veya “Halkım için kendi hesabıma aktardım” türü söylemlerin neşet etmesine neden oldu. Ancak şeffaflığın temel değerlerden biri kabul edildiği demokratik yönetimlerde böylesi demeçlerin bir karşılığı bulunmuyor. ‘Arap yardımının’ İşid’le mücadele için Malezya’ya aktarılması kadar, 2013 seçimlerinde ‘uygun şekilde kullanılıp kullanılmadığı iddiaları, Başbakan’ın hesabındaki meblağın bir süre sonra Singapur’da bir başka hesaba devri ile İsviçre  ve Singapur bankalarının para transferindeki rolüne dair ilgili ülkelerce yapılan soruşturmalar polisiye vakaları aratmayacak bir heyecan düzeyinde seyrediyor. Bu iddiaların tam da ortasında İç İşleri Bakanı ve Başbakan yardımcılığına atanan Ahmed Zahid Hamidi’nin, bu paranın bir Arap ailenin UMNO’nun 2013 seçimlerini kazanması ve sünni inancın savunucusu olması nedeniyle verildiğine tanık olduğunu söylemesiyse, sadece hükümeti değil, devlet egemenliğiyle ilgili başlı başına problemli bir durum ortaya koyuyor.

 

Kaldı ki, bu fonla ilgili Başbakan ve Merkez Bankası başkanının da içinde olduğu yetkililer hakkında yürütülen soruşturmaların kilit isimlerinin “işlerine son verilmesi de” siyasi istikrarsızlığa ancak “körük olma” işlevi gördü ve görmeye devam ediyor. Öyle ki, tam bir ay önce Başbakan Necib bin Razak, “1 Malezya Kalkınma Fonu’yla ilgili gerçeklerin açıklanması” çağrısını yüksek sesle dile getiren yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin’i görevden aldı. Böylece 1998 yılında Enver İbrahim’den sonra görevden alınan ikinci Başbakan yardımcısı olarak tarihe geçti.

 

Sadece hükümet içinde değil, söz konusu fonu araştırmakla yükümlü kurumlardaki üst düzey bürokratların da yerlerinden olması ekonomi yönetiminden öte anlamlar ifade ediyor. Bu sürecin gelip dayandığı nokta ise, muhalefet kadar iktidar ve UMNO çevrelerinden kişi ve grupların da, parlamentoda Başbakan’a güven oyu oturumunun yapılması çağrısında birleşiyor olmasıdır. Nisan/Mayıs aylarında yapılması plânlanan UMNO genel kurulunun Sonbahar’a ertelenmesi, UMNO içerisinde hoşnutsuzların ikna seanslarına alınması olarak yorumlanıyor. Bu süreçte başı çeken ise kurt politikacı Dr. Mahathir Muhammed. Devlette işlerin nasıl yürü/tül/düğünü herkesden daha iyi bilen Dr. Mahathir, sürekli yeni iddialarla ve sorularla Başbakanı köşeye sıkıştırmaya ve dolayısıyla gündemi belirlemeye devam ederken, Başbakan’la arasında açılan ‘makas’, onu giderek daha çok muhalefet çevreleriyle ortak hareket etmeye sevkediyor.

 

Ekonomi ve siyasi çevrelerde bunlar olup biterken, acaba ülkenin ‘sultanları’ ne karşılık veriyor bu gelişmelere diye sorası geliyor insanın. Bu noktada da, gene Cohor Sultanı’ndan başkasının sesi gür çıkmıyor. Daha geçen gün, Sultan İbrahim, “yasalara göre bu gibi konularda sınırlarımı biliyorum, ancak halkımın (gene burada vurgunun ‘Cohor halkı’ olduğu hatırlanmalı) sıkıntılarına da çözüm bulmak vazifem” minvalinde bir açıklamayla Putrajaya’daki gelişmelerden hiç de memnun olmadığını bir kez daha dile getirdi. Sultanlar demişken... Anayasaya göre, Başbakan’ın görevine son verecek girişim, ancak “ulusal sultan”ın elinde. Ancak bugüne kadar Sultan Abdülhalim Şah’dan bir demeç sadır olmuş değil.

 

Bugün yaşanan siyasi ve ekonomik çalkantının kuşkusuz ki, yakın ve görece uzak geçmişle bağlantılı sebepleri var. İlki, 2013 yılında yapılan 13. Genel seçimleri sonrasında UMNO’nun parlamentoda üçte iki çoğunluk sağlayamaması oldu. 2008 seçimlerinin de UMNO için bir hezimet olduğu hatırlandığında, aslında bunun yeni bir durum olmadığı görülür. Ancak yeni olan, 2009 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan Necib bin Razak’ın dört yıllık iktidarı boyunca ülkede ‘ulusal birliği’ tesis noktasında Çinli ve Hintli azınlık grupları kadar, şehirli/orta sınıf Malay seçmeni kucaklayacak bir çaba ortaya koymasına rağmen, seçimin UMNO hanesine başarı olarak yansımamasıydı. Öte yandan, bu seçimde muhalefet bloğunun genel oyların çoğunu almasının hükümet üzerinde yarattığı baskı, çatışmacı ortamı artıracak denli muhalefeti temsil eden sivil kesimleri etkileyecek şekilde geri döndü. Hükümet/UMNO çevrelerinin bu yöndeki siyasi stratejilerini herhalde en nazik ifadeyle ‘siyasi kıskançlık’ veya ‘siyasi böbürlenme’ olarak yorumlamak mümkünse de, geniş toplum kesimleri nezdinde kaybedilen güvenin UMNO’nun siyasi varoluş sorununa dönüştüğünü söylemek bile mümkün. Çünkü UMNO’nun salt sıradan bir siyasi hareket değil, aksine ‘Malay ırkının-sultanın ve Malay dilinin’ hamisi olmak gibi yüce bir ideal etrafında örüntülenmesi gerçeğini her an akılda tutmak gerekir.

 

İkincisi ise, 1997-98 Güneydoğu Asya ekonomi krizinin katalizör işlevi gördüğü toplumsal dalgalanmanın siyasi yapıda, örneğin Endonezya’da Suharto rejiminin sona ermesi gibi, görece yumuşak bir rejim değişimine kapı aralayamamış olmasıdır. Ancak bu, ülkede hiçbir şey olmadı anlamına da gelmiyor. Bu noktada, örneğin UMNO içerisinde Enver İbrahim’in Başbakan yardımcılığının yanı sıra, partiden de ihracı ve hapsedilmesine konu olan kırılmalar, akabinde güçlü bir ‘reform hareketinin’ doğmasına yol açtı. Değişen siyasi iklim nedeniyle, ‘temiz yönetim-temiz toplum’ sloganı, özellikle 2000’li yılların başından bu yana siyasal ve toplumsal yaşamının odağındaki yer almaya devam ediyor.

 

58 yıl gibi görece kısa modern siyasi tarihinde önemli bir kalkınma hamlesi gerçekleştirmiş bir ülke olan Malezya, bu süreçte başat gücünü omurgasını Birleşik Malay Ulusal Birliği’nin (UMNO) oluşturduğu bir siyasi yapının hakimiyetine konu olmasıyla dikkat çekiyor. Bununla birlikte, kalkınma olgusunun, geniş toplum kesimlerinin siyasi ve ekonomik haklarına ne denli katkı yaptığı yaşanan tüm bu gelişmelerden anlaşılabiliyor. Michael Liefer’ın 1960’lı yıllarda Malezya Federasyonu’nun kurulması sürecinde kaleme aldığı “Anglo American Differences Over Malaysia“ başlıklı makalede dile getirdiği üzere, bölgede istikrarın başat aktörlerinden biri olması arzu edilen Malezya epeyce bir süredir istikrarsızlıkla yüz yüze.

 

Bu çerçevede, genel seçimlerin adil bir şekilde gerçekleştirilmesi talebiyle 2000’li yılların ikinci yarısında gündeme gelen BERSIH (Temiz) adı verilen dev gösterilerin dördüncüsü kapıda. Hafta sonundaki gösterilerin Kuala Lumpur ‘un yanı sıra, Borneo Adası’ndaki Sabah ve Saravak Eyalet başkentleri Kuching ve Kota Kinabalu’da da gündeme gelmesi genel bir memnuniyetsizliğin somut göstergeleri. Bakalım çok farklı siyasi kesimlerin ve geniş halkın kitlelerinin ortak bir hedefte buluştukları bu gösterilerde ortaya konacak talepler hükümette nasıl bir karşılık bulacak... 

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Myanmar’da Seçim Hareketliliği

Mehmet Özay                                                                                                  24 Ağustos 2015

Myanmar’da seçim tarihi 8 Kasım olarak belirlendi. Sadece ASEAN’ın değil, dünyanın dışa kapalı ülkelerinden biri olan Myanmar’da 30 milyona yakın seçmen ülke parlamentosunun yeni üyelerini belirlemeye hazırlanıyor. Seçimin ardından, yeni yılın başlarında parlamento ülkenin yeni devlet başkanını atayacak. Bu anlamda, genel seçimlere birkaç ay kala siyasi atmosfer kızışmaya başladı. Bunun en açık belirtilerinden biri, muhalefet lideri Suu Kyi’nin olası bir devlet başkanlığı süreci için anayasal kriz henüz aşılamamış olması. Bununla birlikte, Suu Kyi’nin geçenlerde Çin’e yaptığı ziyaret dikkat çekiciydi. Bir diğer önemli gelişme ise, Thein Sein hükümetini perde gerisinden yöneten askeri rejimin, reformcu kanadın önde gelen ismi ve Parlamento sözcüsü Shwe Mann’ı hükümeti oluşturan “Birleşik Dayanışma ve Kalkınma Partisi” (USDP)’deki görevinden alması oldu.

Yukarıda ifade ettiğim üzere Suu Kyi’nin başkan olma ihtimali henüz mevcut olmasa da, seçimlere katılma kararı alması dikkat çekiyor. Bununla birlikte, Thein Sein hükümeti, 2011’den bu yana dünyaya lanse ettiği reform sürecini ‘taçlandırma’ adına, Suu Kyi’nin başkanlık yarışına katılmasını sağlayacak bir girişimde bulunma olasılığını göz ardı etmemek lazım. Bu noktada, Çin ziyaretine değinmekte fayda var.

Suu Kyi’nin Çin’e yaptığı ziyaret, bugüne kadar Avrupa Birliği ve ABD nezdindeki yoğun girişimlerle kıyaslandığında aslında bir tezat içermiyor değil. Bu noktada, Suu Kyi’nin, ‘belirlenmiş’ demokratik değerlere mesafeli duruşuyla bilinen Çin’den ne tür bir beklentisi olabilir sorusu akla geliyor ister istemez. Bu hususa kısaca değinelim. 1990’ların ikinci yarısından itibaren gündeme gelen demokrasi hareketinin lideri sıfatıyla Suu Kyi’nin, adım adım başkanlık olasılığı güçlenen bir imajının oluştuğuna kuşku yok. Ancak Myanmar’ın uluslararası ilişkiler ve kurduğu dengeler dikkate alındığında, Suu Kyi’nin salt Batılı çevrelerle işbirliğine dayalı yaklaşımıyla ülke siyasetinde kayda değer bir rol alıp almayacağı da bir kuşku doğuruyor. İşte Suu Kyi’nin Çin ziyareti bu kuşkuyu izale etmeye yönelik bir açılım olarak okunmayı hak ediyor.

2010’da yapılan genel seçimleri boykot eden Suu Kyi’nin başında olduğu “Ulusal Demokrasi Hareketi” (NLD), şimdi seçimlerde yer alma yolunda. Parti yönetimi, ülke siyasetinde pasif bir aktör konumunda olmaktan çıkıp, aktif rol alacağının işaretini de, 2012 yılında yapılan ara seçimde vermişti. O dönem yapılan seçimde Suu Kyi’nin yanı sıra, NLD’nin 44 adayı Parlamentoya girmeyi başarmıştı.

Fakat Çin, Myanmar için yeni bir ‘imkân’ değil. Geçen on yıllar boyunca, insan hakları ihlâlleri nedeniyle Batı’nın ambargosuna maruz kalan Myanmar cuntası soluğu Çin’le işbirliğinde alıyordu. Ancak Soğuk Savaş sonrasının değişen koşullarında, özellikle de Çin’in Doğu ve Güneydoğu Asya’ya doğru genişleyen ‘siyasi hakimiyet’ projesinde Myanmar’ın jeo-stratejik konumu ‘tek yönlü’ bağımlılık ilişkisi doğurmuştu. Bu süreç, tıpkı diğer cunta rejimleri gibi, değişen küresel ilişkileri kendi egemenlikleri lehine kullanma yöneliminin bir örneğini Myanmar’da ortaya koyduğu gözlemleniyor. Öyle ki, tüm çelişkilerine rağmen, adına ‘reform süreci’ denilen değişim işareti de bunun göstergelerinden biri. Aslında söz konusu bu ‘çelişkilerin’, cuntacı rejimlerin küresel güçler arasından ‘taraf seçme’ süreçlerinin doğal bir uzantısı olduğuna kuşku yok.

Buradan ikinci hususa, yani Shwe Mann’ın görevden alınmasına geçelim. Perde arkasında ülkenin temel politikalarını yöneten cuntanın bu girişimi, 8 Kasım’da yapılması plânlanan genel seçimler öncesindeki ülke içinde olduğu kadar uluslararası çevrelerce de, yakın gelecekte Myanmar’da beklenen olası bir rejim değişikliği ümitlerinin zayıflamasına neden oluyor. Bu noktada dikkat çeken husus, Mann’ın, bir süredir muhalefet lideri Suu Kyi’nin başkan olacağı yönündeki beklentilerin gerçekleşmemesi durumunda, alternatif bir başkan olarak gündeme gelmesiydi. Bu bağlamda, Suu Kyi’ye başkan olma şansı tanınmasa da, başında bulunduğu NLD’nin başkan adaylarından örneğin Shwe Mann’ı destekleyebileceği düşünülüyordu. Bu plânın bir sonraki aşamasında ise, Parlamento marifetiyle Suu Kyi’nin başkanlığının önündeki engelin kaldırılması olacaktı.

Rejimin devamı mahiyetinde de olsa, USDP içinden reform konusunda çok daha etkin bir isim kabul edilen Shwe Mann’ın görevden alınması, cuntanın ipleri hiç de öyle kolay kolay elden bırakmayacağının bir göstergesi. İşte bu nedenle, Mann’ın 12 Ağustos’da, parti binasını saran askerlerin gözetiminde apar topar görevinden alınması kaygıların artmasına neden oldu. Bu gelişme, USDP’nin hâlâ ordunun güçlü yönlendirmesi altında olduğunu kanıtlıyor. Karamsarlığı artıran bir başka husus ise, 2011’den bu yana başkanlık görevini yürüten, ülke içi ve dışı çevrelere ‘reform’ yolunda verdiği sözlerle ve bu yönde attığı bazı ciddi icraatlarıyla gündeme gelen Thein Sein’in, parti içinde kendine yakın sayılabilecek reformcu isimleri korumaktan aciz olduğunu ortaya koyuyor.

Muhalefet ve Batılı çevreler nezdinde, Kasım ayındaki seçimler neredeyse NLD’nin ‘mutlak’ başarısına odaklanmış gözükse de, yukarıda dile getirilen hususlar çerçevesinde acaba cuntanın bir sonraki hamlesi ne olacak sorusu da akla gelmiyor değil. Çünkü, 1987-1988’de yaşanan dev gösterilere karşı cuntanın sert tepkisinin ardından, 1990’da yapılan seçimlerde açık ara önde bitiren NLD, cunta ‘duvarına’ çarpması daha dün gibi hafızalarda tazeliğini koruyor.

Bu noktada, Suu Kyi çok iyi biliyor ki, gerek komşu Çin ve gerekse başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin desteği olmadan yapılacak seçimlerde başarılı olması mümkün değil. Bu nedenle, zaten ‘çok iyi’ ilişkilere sahip olduğu ABD’li yetkililerin yanı sıra, bölgede sözü geçen Çin’in de yanına almayı hedefleyen bir çizgiye geldiği görülüyor. Aslında ortada bir çelişkiden de söz etmek mümkün. Karşımızda ‘demokrasi gülü’ Suu Kyi’nin Çin gibi demokratikleşme yönünde en azından Batılı standartları yakalama gibi bir iştiyak içinde olmayan bir güçten, yani Çin yönetiminden destek talebi, Myanmar halkına ve de dünya kamuoyuna verdiği demokratikleşme mesajlarıyla örtüşmüyor. Tabii, Çin’le ilişkilerin ‘demokrasi’ dışında ekonomik ilişkiler gibi çok güçlü bir yönü de bulunuyor. Özellikle Arakan Eyaleti’ndeki zengin yer altı kaynakları, Hint Okyanusu’na açılma projesi gibi oldukça kapsamlı jeo-ekonomik ve stratejik politikalar Çin için vazgeçilmez önemde. Bu bağlamda, Suu Kyi’nin olası bir başkanlık serüveninde ülkenin tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi ‘insan hakları ve demokratikleşme’ değerlerinin sürdürülebilirliği veya kısıtlanabilirliği kadar, ekonomik değerlerin ne şekilde bir paylaşıma konu olacağı da önde gelen konular arasında yer alıyor.

Tam da bu noktada, Myanmar’da seçimlerin bir diğer önemli alanı kuşkusuz ki, Arakanlı Müslümanların ahvali oluşturuyor. Vatandaşlık haklarından yoksun, yabancı çevreleri teskin etme anlamında kendilerine ‘bahşedilen’ bir tür tanınırlık belgesi ile seçimlerde oy kullanıp kullanmayacakları bir kez daha gündeme gelecek. Tabii burada unutulmaması gereken bir husus var. Daha işin başından beri, örneğin 2012 yılı Haziran ayından bu yana, gündemimize giren Arakan konusunda, Arakan halkını toptan bir algıya muhatap kılmak mümkün gözükmüyor. Myanmar yönetimi, Arakan halkı içerisinden de kendine ‘yakın’ bulduğu kesimlere bazı haklar verirken, köklü bir Arakan politikasını hayata geçirme yönünde adım at/a/mıyor. Arakanlılara verilen vatandaşlık, ‘yaşadıkları’ daha doğrusu yaşamaya çalıştıkları eyaletin yönetimde söz sahibi olma gibi hususlar açıkçası gelişmeler dikkate alındığında ‘lüks’ kaçıyor. Arakan halkının hakları ve mücadelesi kadar, Arakan bölgesinin yer altı zenginlikleri çerçevesinde de uluslararası politikaya konu olduğunu unutmamak gerekiyor.


18 Ağustos 2015 Salı

Endonezya 70. Yaşında / Indonesia: 70 Years of Independence

Mehmet Özay                                                                                                              18 Ağustos 2015 

Bağımsızlığın 70. yılı kutlanırken, halkın beklentisi, ülkenin kurucu temelleri olan ve karşılığını ‘Pancasila’da (Beş İlke) bulan ilkelerin gündelik yaşamın tam da ortasındaki pek çok temel soruna cevap olacak şekilde pratiğe dökülmesi yönünde.  

17 Ağustos, Endonezya Cumhuriyeti 70. Kuruluş yıldönümü. 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde bağımsızlığını ilân (1945) eden Endonezya’nın Birleşmiş Milletler tarafından tanınması 4 Aralık 1949 tarihinde gerçekleşti. Savaşın hemen akabinde sömürge topraklarında yeniden egemenlik kurmak isteyen Hollanda Krallığı, İngilizlerin desteğiyle sömürge Cava Adası’ndan başlayarak çeşitli noktalarda askeri harekata girişti. Dört yıl boyunca gerçekleşen mücadele, nihayetinde Batılı devletlerin ve de Birleşmiş Milletler’in nezdinde yapılan girişimlerle Hollanda’nın ‘razı edilmesiyle’, yeni bir ulus-devletin inşası kabul edilmiş oldu. 1945 ilâ 1949 yılları arasında ülkenin ‘bağımsızlık’ statüsüne sahip kabul edilmesinin temel nedeni, Endonezya ulusalcı hareketi liderlerinin, Hollandalıların gir/e/mediği ve bağımsız bir bölge hüviyetindeki Açe’yle kurulan organik ilişkidir.

Endonezya adı verilen bu binlerce ada ülkesi, modern uluslar listesinde yerini alırken, nasıl bir ‘ulus-devlet’ inşa edileceği sorununu da beraberinde getiriyordu. Bu sorun “A Nation in Waiting” adlı kitaba konu olacak kadar önemliydi. Bu soru, bölgedeki etnik çoğunluğa konu olan, hemen hemen diğer ülkeler için de kullanılabilecek ‘imgesel bir ulus-devlet’ olgusundan öte bir anlam taşımıyor. Bunu test edecek biricik yaklaşım ise, bağımsızlık öncesi dönemde Takımadalar’daki toplumların nasıl bir dini-kültürel ve siyasi yapı içerisinde yer aldıklarını incelemekten geçer. Batısından doğusuna tarihsel olarak İslamlaşma süreçlerinin değişik evrelerinde yer almış bu halklar, geniş anlamıyla ‘Malaylılık’ denilebilecek bir sosyo-antropojik yapının müntesibiydiler. Malaylılık -içinde Müslüman olmayan unsurları da taşısa da-, kabul edilegelen bir yaklaşımla Müslümanlıkla iç içe ve ayrışmaz bir bütün oluşturuyordu. Belki bu geçmişten ve de yeni ulus devletin nüfus yapısının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturmasından hareketle, o tarihlerde Türkiye’de bu gelişmenin nasıl yansıdığınıda dikkat çekilmeli. Bu bağlamda, ‘Sebilürreşad’ yazarı Kilisli Mehmed Kıdeyş’ın ‘Endonezya Müslüman Devleti’ başlıklı makalesinde dile getirdiği hissiyat, belki o dönem için anlaşılabilir nedenlerle pembe bir tablo çizilmesine yol açmış olabilir.

Aradan geçen yetmiş yılda, bazı dönüm noktalarına yer verelim. Sukarnolu yılların başlarında Federal yönetim taleplerinin reddedildiği, halkının çoğunluğu Müslüman olmasından mütevellit Müslüman liderlerin ülkenin İslam Cumhuriyeti olması taleplerinin “siz zaten çoğunluktasınız, seçimlerde çoğunluğu alır, istediğiniz yasayı çıkartınız” denilerek ‘yol gösterilmesi’; Bandung Konferansı gibi kayda değer bir inisiyatife ev sahipliği yapabilen bir ülkeden Soğuk Savaş’ın kutuplaşmasına kurban gidilmesi; 1950’li yıllarda, o dönem Üçüncü Dünya ülkelerinde Demokrasi söyleminden bihaber epeyce kesim varken Açeli bir diplomatın (Hasan di Tiro) kaleme aldığı ‘Demokrasi’ adlı eserin neye tekabül edeceği üzerinde kafa yormadan, Cava merkezli bir siyasi yapılanmayı öncellenmesi; önemli doğal kaynakları halkın da yararlanabileceği bir ekonomik çerçevede içinde ele almak yerine, bir yandan ulusaşırı şirketler öte yandan ülkenin ekonomik getirinin belli ellerde toplanması gibi faktörler, olası bir ulusal birliğin önündeki en önemli engellerdi ve engel olmaya devam ediyor.

Bununla birlikte, ülke modern tarihinin, diğer İslam coğrafyalarındaki hallere benzer tecrübelere sahip oluşu, bugün ortaya pek de pespembe bir tablo çıkmadığını gösteriyor. Ancak aradan geçen yıllarda, Milliyetçilik-komünizm-Müslümanlık gibi dönemin her türlü akıma mensubiyetini dile getirmekle pragmatik bir lider olduğunu kanıtlayan Sukarno, ABD güdümlü devrimle iş başına gelen ‘güler yüzlü’ ancak ‘demir yumruklu’ general Suharto, 1945-1998 yılları arasında ülkede ‘tekelci’ siyasetin adı oldular.

Bu tekelciliğin neden olduğu solunması güç bir toplumsal ortamda, sivil çevreler ,1998 yılı Mayıs ayından itibaren, bir tür insiyaki tepkiyle olsa gerek, gündeme birkaç yüz siyasi parti ve daha pek çok sivil toplum hareketlerle kendini ortaya koyuyor. Aynı zamanda reform dönemi olarak da adlandırılan bu süreç, hiç kuşku yok ki, tüm 20. yüzyılın ağırlığını üzerinde taşıyor. Bunun altından kalkabilmek için kayda değer bir çaba yerine, kestirme yoldan Batı’nın demokratik değerlerini -o da sözde- apartma teşebbüslerine tanık olunuyor.

Geniş kitlelere liderlik eden ülkenin okumuş yazmış kesimi, demokrasi olgusunun ayrışmayı değil, belki de daha çok farklılıklardan medeni bir şekilde uzaklaşarak benzerlikler üzerinde birleşmeyi başarabilmek olduğunu bir türlü ortaya koyamıyor. Tam da bu noktada, Sukarno’nun daha kuruluş yıllarında dile getirdiği ‘çoğunluk sizsiniz, seçimlerde çoğunluğu sağlayın istediğiniz yasayı çıkarın’ açıklaması, Müslüman kitlenin 1950’li yılların ilk yarısında kısa süren Masyumi hareketi dışında birliği gündeme taşıyamamasıyla nasıl bir sosyo-siyasi benzerlik (!) taşıdıklarını da bugüne kadar kanıtlıyor.

Öte yandan, merkezi yönetimi ile ülkenin çoğul etnik yapısı arasından başlayan ilişkilerden, bölgesel ve küresele doğru yayılan komplike politik ve ekonomik bağlamları ile önemli bir ülke görüntüsü veren Endonezya, bugüne değin bu potansiyelini ortaya koyabilmiş değil. Bu bağlamda, halkına karşı ‘şahin’ kesilen bir ordu/polis teşkilatı; dünya sıralamasında ilk basamaklarda yer almasını sağlayan yolsuzlukla sınavda bir türlü başarılı olamamış bir bürokrasi ve bunu ortadan kaldıracak içinde dini yapılaşmanın da doğrudan nüfuz edeceği bir denetim mekanizmasının kurulamamış olması, aynı hataların tekrarlanarak sınırlı çıkar çevreleri dışında geniş kitlelere ulaşacak bir adalet mekanizmasının yokluğu sorunlar yumağının odağını oluşturuyor.

Bugün gelinen noktada, ülkenin sosyal dinamiklerindeki zaafiyetlerin aşılmasında Cava merkezli kıpırdanmalara alternatif olarak, bir tür Müslüman hissiyatıyla hareket eden ümmetçi bir karekter olarak yorumlanabilecek siyasi hareketler arasındaki gidiş gelişler ülkede varlığını sürdürüyor. Camilerdeki vaazlardan, siyasi parti sözcülerinin demeçlerine kadar, ülkenin birliği yolunda açıklamalar sadır olsa da, bugün en büyük bunalım olarak zikredilen husus ekonomik bağımsızlık ve geri kalmışlıkla izaha gidiliyor. Ekonomik bulanımların açmazında kimileri çözüm olarak ‘kalkınmacı yıllar’ olarak hatırlanan Suharto dönemine referans yaparak ‘keşke o yıllarda olsak’ düşüncesini terennüm ediyor. Bunun pratikteki ayağında ise, Suharto’nun ‘ektiği’ kurumlar ve yapılar pratikte bu yönde çaba göstermeye devam ediyor.

Oysa temel sorunun, ortak bir yaşam alanında hak ve adalet temelli bir sosyo-ekonomik yaklaşımın nasıl sergilenebileceği konusunda çözüm üretilmesi ve bunun pratiğe geçirilmesi olması gerekirken, ancak cılız yaklaşımlara rastlanabiliyor. Bunun önündeki en büyük engel ülkeyi sahiplenme eğilimini her daim sergilemiş olan ve bu anlamda sivil siyaset üzerinde etkisini doğrudan ve dolaylı olarak sergilemeye imkan ve kabiliyetine sahip ordu/polis teşkilatlarının kaçınılmaz etkisi oluşturuyor. Tüm suçu bu ‘güç odağına’ atarak işin içinden sıyrılmak da mümkün değil. Bu odağın oluşturduğu veya oluşmasına katkı sağladığı ‘adaletsizlikler’ silsilesine karşı duracak hakiki bir sivil düşünce platformunun farklı kesimleri de içine alacak şekilde gündeme taşınamamış olması geliyor. Daha birkaç hafta önce, geniş katılımlı toplantılar yapan ülkenin iki önemli dini-sosyal yapısında ortaya konan veya konamayan söylem buna en büyük delil mahiyetinde. 

70. yıl kutlamaları çerçevesinde resmi çevreler halka umut verme adına, gerek nüfus yapısı, gerekse sahip olduğu teritoryal genişliği ve bu coğrafyada sahip olduğu potansiyel ekonomik değerleri gündeme taşımakla yetiniyor. Bunu da yıldönümü resmi sloganı olan “Haydi Çalışalım (Ayo Kerja!) ile gündeme taşıyor. Ancak bu atıl varsıllığın gerçeğe dönüşmesinin önündeki engeller üzerinde kayda değer bir çaba ve inisiyatif geliştirilemiyor. Oysa halkın beklentisi, ülkenin kurucu temelleri olan ve karşılığını ‘Pancasila’da (Beş İlke) bulan ilkelerin gündelik yaşamın tam da ortasındaki pek çok temel soruna cevap olacak şekilde pratiğe dökülmesi yönünde.   

14 Ağustos 2015 Cuma

Onuncu Yılında ‘Açe Barışı’ ve Kazanımlar (!) / 10th Year of Aceh Peace Process and Achievements (!)

Mehmet Özay                                                                                                     14 Ağustos 2015

Yapılan toplantılara, ‘Açe Barışı’nı çalışan ve halen çatışma bölgeleri veya barış sürecine adım atmaya hazırlanan Papua, Mindanao, Patani ve Myanmar’dan insan hakları savunucularının katılımı vardı.

15 Ağustos, Açe Barışı’nın onuncu yılı. Bu vesileyle, Açe’de ulusal ve uluslararası misafirlerin katılımıyla çeşitli toplantılar gerçekleştiriliyor. Toplantılar aradan geçen sürede barışın nasıl ‘korunabildiği’ kadar, aksayan yönlerine dikkat çekilerek yakın ve orta vadede bu barışın nasıl korunabileceğine dair çeşitli yaklaşımlar ortaya konuyor.

‘Açe Barış Forumu’nca “Açe’den Dünya’ya Barış’ın İnşası ve İnsan Hakları” başlığıyla düzenlenen iki günlük toplantıda, 15 Ağustos 2015 tarihinde imzalanan Helsinki Barış Anlaşması sonrasında AB ve ASEAN’a üye ülke delegelerinden oluşan ve yaklaşık bir buçuk yıl görev yapan ‘Açe İzleme Komitesi’ne başkanlık yapmış olan Pieter Feith, barış sürecinin sivil ayağında kayda değer bir rol oynayan Juha Christensen ile merhum Hasan di Tiro’dan sonra hareketin liderliğini üstlenen Malik Mahmud al-Haytar’ın katılımı önemliydi. Ayrıca, ‘Açe Barışı’nı çalışan ve halen çatışma bölgeleri veya barış sürecine adım atmaya hazırlanan Papua, Mindanao, Patani ve Myanmar’dan insan hakları savunucularının katılımı vardı.

Böylesi bir yıldönümü çoğu kişi için sıradan bir vakıa olarak algılanabilir. Ancak, Açe ve Açeliler için bu, sadece 20. yüzyılın son çeyreğinde sürdürülen bağımsızlık hareketinin ‘özerk yönetim’ elde edilmesiyle sonuçlanmasından ibaret bir gelişme değil. Şayet böylesi bir algı varsa, bu algının yanlışlığı Açe’nin sadece Endonezya Cumhuriyeti için değil, abartmadan ifade etmek gerekirse küresel öneme sahip bir coğrafya olmasına dair bilgi kıtlığının veya tastamam bir kayıtsızlığın göstergesinden başka bir şey olamaz.

15 Ağustos 2005 tarihinde Helsinki’de Açe Özgürlük Hareketi ile Endonezya merkezi hükümeti arasında bir anlaşmanın imzalanma sürecinde yapılan görüşmelerde, hareketin ‘de facto’ lideri konumundaki Malik Mahmud’un yaptığı bir konuşma dikkat çekicidir. Bu konuşmada, Açe’nin neye tekabül ettiğini ve de o güne kadar verilen mücadelenin ne anlama geldiğini gerek merkezi hükümet tarafına gerekse görüşmelere aracılık yapan uluslararası çevrelere hatırlatması kayda değerdir (Fachri Ali vd., “Kalla dan Perdamaian Aceh”, 2008: 62). Burada referans, doğrudan tarihi meşruiyete ve egemenliğe dairdir. 20. yüzyıl son çeyreğinde Açe bağlamında ortaya çıkan bağımsızlık hareketini salt ekonomik koşullara indirgemek yanıltıcı ve manipülatiftir. Bunun böyle olmadığı, hareketin önde gelen kadrosunun erken dönemden itibaren kaleme aldıkları çalışmalarla biliniyor. 

Burada detaylara girmeden önemli bir hususa dikkat çekmekte fayda var. 19. yüzyıl son çeyreğinden itibaren başlayan Hollanda sömürgeciliğinin ardından Endonezya’ya bağımsızlığın gelişinde ve Cumhuriyet’in ilanında Açe bölgesinin oynadığı yapıcı ve öncü role binaen gerçekleşmesi beklenen ‘haklar’ konusunda Açelilerin sürekli hayal kırıklığına uğratılması, önce 1950’li yılların başlarında, ardından 1970’li yılların  ikinci yarısından itibaren baş gösteren çatışmacı yapının ortaya çıkmasındaki ‘ayartıcı’ rolü unutulmamalı. Bu nedenledir ki, bugün onuncu yılına ulaşan Açe Barışı, sadece son otuz yıldaki çatışma döneminin nihayete erdirilmesi anlamı taşımıyor. Aksine, abartısız bir ifadeyle, son 130 yılını benzeri süreçlere katlanarak geçiren Açelilerin ilk kez böylesine ‘özgür’ bir ortama tanıklıkları nedeniyle olağanüstü bir gelişme olarak kabul ediliyor.

Bu derin geçmişe rağmen, Açe’ye özerk yönetim sağlayan anlaşmanın onuncu yılında ‘Açelilerin kazanımı ne olmuştur?’ sorusu da elbette cevaplandırılmayı bekliyor. Bu sorgulamayı yapabilmek için Helsinki Anlaşma Maddeleri’nin tek tek ele alınması şartı var. Elbette burada tüm bu anlaşma metnine gönderme yapmayacağım. Biraz daha kestirme bir yöntemle, geçen günkü foruma katılan Pieter Feith’in Açe barışının olmazsa olmazları diye gündeme taşıdığı beş maddeye değineceğim. Feith’in dile getirdiği ve barışın sürdürülebilirliğinde başat rol oynayacağı belirtilen maddeler, sivil toplum-alimlerin ve kadınların rolü, ekonomik kalkınma çabaları ve medyanın rolünden ibaret. Feith’, geçen sürede -tüm olumsuzluklarına rağmen- barışın tesisinin önemli olmakla birlikte, yakın ve orta vadede barışın olmazsa olmaz şartlarını bir kez daha hatırlatmasıyla, aslında mevcut bazı sorunlara da dolaylı olarak dikkat çekiyordu.

Aynı toplantıda söz alan iki kadın dinleyici, ki bunlar “Inong Balee” (Dullar Ordusu) adı verilen, çatışma döneminde aktif rol alan birimin mensuplarıydı, aradan geçen on yıla rağmen, sadece ekonomik değil, psikolojik yıpranmışlıklarının halen sürmesinden yakınıyordu. Eşlerini, çocuklarını kaybeden, savaşın en onulmaz yaralarına muhatap olan bu kitlenin halen görmezden geliniyor olması üzüntü verici. Hak ve adalet arayışının Anlaşma metninin temel maddelerden biri olduğunu hatırlayarak, başta kadınlar olmak üzere savaş döneminin tüm haksızlıklarına maruz kalanların ‘adil’ bir sürece tanık olmadıklarını zaman zaman dinliyor ve işitiyordum. Yerel parlamentoda milletvekilliği yapan bir dostumuzla, sadece birkaç hafta önce yaptığım sohbette benzer sıkıntıları işitmiştim. Bu dostumuz, hakkaniyeti elden bırakmadan, bu sürecin odağında sadece merkezi hükümetin yer almadığını, aynı zamanda merkezden-Açe’ye akan birtakım ‘kaynakların’ belli ellerde toplanarak, ayrımcılığa yol açıldığını açık yüreklilikle dile getiriyordu.

Benzer sıkıntıları eski savaşçı kitlenin bir bölümünden de dinlemek mümkün. Oysa anlaşma metnine de yansıyacak şekilde bu kitlelerin topluma yeniden kazandırılmalarının temel noktalarından birini ekonomik bağımsızlıkları oluşturuyordu. Ancak o günden bugüne zaten toplumla iç içe olan bu kitlenin ne kapsamlı bir teknik eğitim, ne de ekonomik yapılaşmalarını sağlayacak sürdürülebilir bir ekonomik model ortaya konabildi. Burada suçlu aramak yerine çatışma döneminin ardından Açe’nin liderlik yapısı, insan kaynakları kadar, nasıl bir Endonezya ile karşı karşıya kaldığının hesabının çok iyi yapılması gerekiyor. Özellikle 2010 yılında Hasan di Tiro’nun vefatının ardından baş gösteren liderlik krizi ile baş etmek yerine, ayrışma ve zaman zaman çatışma getirecek bir sürece sürüklenmeye terk edildi. Barış Anlaşması’nın ilk gününden itibaren ‘merkez güçler’ arasında yer alan ve Barış’ı hiç de kanıksamayan yapılaşmaların barış sürecinin Açe’ye kazandırabileceği kazanımların önünü alma adına çeşitli yöntemleri icraat koydukları da unutulmamalı. Aynı şekilde, Barış Anlaşması’nı sadece Açe Özgürlük Hareketi’ne atfeden ve kendilerini Açe coğrafi ve kimlik sınırlarının dışına taşırcasına garip bir perspektif geliştiren kampüs-iş çevreleri ve bürokrasinin etkisini de göz ardı etmemeli.

Burada haklı olarak, ‘Açe yönetimi özerk bir yapıya büründüyse, başta ekonomik kazanımlar olmak üzere diğer alanlardaki başarısızlıkta suçu merkeze atmanın anlamı ne?’ diye sorulabilir. Unutmayalım ki, başta asker/polis bürokrasisi olmak üzere, eğitimden-ekonomiye kadar tüm kamu kurumlarının Açe ayağındaki müdürlükleri merkezin ‘yapısal bütünlüğü’ içinde hareket ediyor. Bu bağlamda, Barış Anlaşması’nın yerel parlamento ve ardından merkezi parlamentoda kabul edilen ‘Açe Yasası’ olarak bilinen yasal bütünün, pratikte uygulanabilirliği hiç kuşku yok ki, sivil bürokrasinin etkinlik, şeffaf yönetim, sürdürülebilirlik ve yolsuzluklara bulaşmama gibi çok temel dayanaklardan hareket etmesi gerekiyordu.

Ancak, tüm bu hususların bırakın Açe, tüm ülkenin, yani Endonezya’nın temel sorunu olduğunu hatırladığımızda Açe’de sosyo-kültürel ve ekonomik kalkınmada sihirli bir değnekle olağanüstü bir gelişme beklemek hayalcilikten başka bir şey değildi. Bugün de tanık olunduğu üzere, böylesi bir yapılaşma ne kampüs çevrelerinde, ne sivil bürokrasi de ne de Açe’nin önünü açmaya matuf kayda değer bir birikime sahip Açe kökenli işadamları nezdinde ortaya konabildi. Böylesine kapsamlı bir açılım ortaya konamadı çünkü, yukarıda da ifade ettiğim üzere, Açe’nin kazanımı olan bu barışı, örneğin kampüs ve iş çevreleri “Açe Özgürlük Hareketi”nin malı görüp, ‘dokunmak’ istemediler. Buna sebep ise, bu çevrelerin merkezle ‘göbek bağı’na sahip olmaları, atacakları herhangi olumlu bir hareketin, sanki Açe halkına değil de, Açe Özgürlük Hareketi liderliğine bir kazanım kazandıracağı yönündeki negatif tutumlarıydı. Bu noktada durup, tsunamiden sonra oluşan kaynaklarla yurt dışında lisans, yüksek lisans ve doktora için öğrenime gönderilen beş bini aşkın genç ve dinamik insan nerede diye sormak gerekiyor. Hedeflerinde, öğrenimin ardından kültürel şokun tesiriyle ya halen yurt dışında kalmayı tercih edenler ile Açe’ye dönüp memurluğa kapak atıp, hiç de ‘temiz’ olmayan bir yapının içinde ‘erimeyi’ ilk tercih görünlerin önemli bir yekün tuttuğuna tanık oluyoruz. 

İş çevrelerine en iyi örnek, 2006 yılında Açe Vali Yardımcılığı yapmış ve ardından merkezi hükümette bakanlık düzeyine kadar çıkmış “Halkın Emaneti Partisi” (PAN) bir milletvekilinin ‘prototipleşmi’ yaklaşımıydı. Sanki merkezi hükümetin ülke ekonomisini rayına koymada en önemli araç kabul edillen yabancı yatırımcıların gelmemesine sebep, ‘aşırı milliyetçi/korumacı yasalar; alt yapı eksiklikleri; bürokrasideki yolsuzluk vb.’ değilmiş gibi, Açe’de son on yılda gerçekleştirilemeyen ekonomik kalkınmanın barışın sürekliliğindeki rolüne binaen bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiğini söyleyerek Açe Eyalet Yönetimi’ni köşeye sıkıştırmaya matuf açıklamasıydı. Burada durup, Açe’nin haklarını merkezde savunma sorumluluğu olan bu milletvekiline daha barışın ilk yılında ‘Sabang Limanı Serbest Bölgesi’nde’ liman genişletme çalışmalarına başlayan Dublin Port Şirketi’nin nasıl olupda bir süre sonra Açe’yi terk ettiği ve söz konusu serbest bölge genişletme ve faaliyete geçme plânının nasıl bir yılan hikayesine döndüğüne ve bunun gibi onlarca dev projenin nasıl aktif bir yapıya taşınamadığı veya atıllığa terk edildiği hakkında detaylı açıklaması yapması beklenirdi. Şayet bu milletvekili ve benzeri kişi ve gruplar cahilliklerinden değilse, kendi hemşehrilerini ‘aptal’ yerine koymaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Barış sürecinin imza törenin bitmesinden itibaren başlayan zaman diliminde nelerin hayata geçirilip nelerin geçirilemediği nin hesabının çok iyi yapılması gerekiyor. Bu hesabı sadece Açelilerin değil, Açe’ye umut verenlerin, umut bağlayanların da aynı şekilde sorumluluk üstlenerek ciddi sorulara cevaplar üretmesi şart.


10 Ağustos 2015 Pazartesi

‘NU’ ve ‘Muhammediyye’ Kongrelerinden İzlenimler / Some Impressions of the NU and Muhammadiyyah Congresses

Mehmet Özay                                                                                                               10 Ağustos 2015

Endonezya’nın iki önemli dini cemaati “Alimler Birliği” (Nahdat’ul Ulama-NU) ve “Muhammediyye”de, geçen birkaç hafta boyunca kongreler vardı. Önümüzdeki dönemde liderlik yapacak kadroları belirlemeye yönelik kongreler, ulusal düzeyde ilgi çekmesiyle takip edilmeye değer bir konuydu. NU’nun 33. kongresi, hareketin merkezi Doğu Cava’da Jombang’da meşhur geleneksel dini okullara yakın bir mekânda gerçekleştirilirken, Muhammediyye’nin 47. Kongresi Güney Sulawesi Eyaleti başkenti Makassar’da yapıldı. NU’da liderlik Said Aqil Siradj’a geçerken, manevi lider olarak Ma’ruf Amin seçildi. Muhammediyye’de ise, iki dönemdir başkanlığı yürüten Din Syamsuddin’in yerini bir sosyoloji profesörü Haedar Nashir aldı.

Milyonlarca üyeleri ile sadece Endonezya dini-toplumsal yapısında değil, küresel olarak da dikkat çeken bu iki yapılaşmanın -özellikle de Muhammediyye’nin- gerçekleştirdiği toplantılar ve yeni kadroları seçim süreçlerindeki intizam bir olgunluğun göstergesiydi. Bu iki yapının kongrelerinin önemini ortaya koyan bir diğer husus ise, Devlet Başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) ve bazı bakanların açılışlara iştiraki kadar, Başkan’ın bu iki yapı üzerinden vermeye çalıştığı mesajlardı. Bunlara aşağıda değineceğim.

Ülkenin bu iki önemli ‘sivil oluşumunun’ toplumsal yapıda neye tekabül ettiğini anlamak için varlıklarının bağımsızlık öncesi geçmişe dayandığına dikkat çekmekte fayda var. Bağımsızlık öncesinde, yani Hollanda sömürgeciliğinde din eksenli sosyo-kültürel yapının oluşmasındaki rolleri kadar, İslami anlayışın hangi yönde evrileceği noktasında kendi aralarında da bir çekişme mücadeleye tanık olunur. 1912 yılında kurulan, Batı Sumatralı ‘hocaların’ kurucusu olduğu “Muhammediyye” ekolünün modernist görüşler ekseninde şekillenen yapılaşmasını, 1926 yılında Doğu Cava’da geleneksel dini eğitim kurumlarının liderlerinin öncülüğünde hayata geçirilen “Alimler Birliği” (Nahdat’ul Ulama) izledi. Kuruluş yıllarında Endonezya Müslümanlarını biraraya getiren ve kayda değer bir yapılaşma sergileyen ‘Masyumi’ adlı siyasi partide 1950’li yılların ortalarına doğru yaşanan kırılmanın ve bir daha geri gelmeyen birliğin sancıları bugüne kadar sürüyor. Bu noktada, söz konusu kırılma dönemi ve devamında NU ve Muhammediyye’nin ne türden sorumluluklar yüklendiklerinin de kayda değer bir araştırma alanı oluşturuyor.

Hiç kuşku yok ki, bu iki cemaatin bugün içinde bulundukları konum, Sukarno ve Suharto döneminde oynadıkları/oynayamadıkları rollerin devamı mahiyetinde. Bu çerçevede, Başkan Jokowi’nin Muhammediyye kongresindeki açılış konuşmasında, bu önemli cemaatin ülkenin ‘halen’ ihtiyaç duyduğu reform sürecinde ‘katalizör’ görevi görmesi isteğini dile getirmesi önemliydi. Aslında, bir anlamda gizli/açık yinelenen bu talep bile, Suharto’nun 32 yıllık iktidarının sona erdiği 1998 yılı Mayıs ayında itibaren başlayan ve bugüne kadar devem eden reform sürecinin niteliğine gönderme yapıyordu. Reform hareketinin, böylesine görece uzun bir döneme yayılmak yerine, çoktan bitirilmiş ve ‘konsolidasyon’ sürecine başlanmış olması gerekiyordu. Ancak Başkan’ın bu ifadesinden, gelişmelerin hiç de bu eksende oluş/a/madığı ve bunda dolaylı olarak Muhammediyye’nin sorumluluğuna bir atıf olduğunu düşünebiliriz. Bu bağlamda, dile getirilmesi gereken bir diğer husus, kısa bir süre önce dile getirdiğim üzere, Jokowi’nin siyasi kariyerinde ‘reformcu’ bir politikacı olarak ulaştığı Devlet Başkanlığı görevini yürütürken, kapsamlı bir siyasi ideoloji ve liderlik edebileceği kadroların olmayışı bugün onu Muhammediyye’den açıkça destek aramaya itiyor.

NU’nın açılışına da katılan Başkan Jokowi, burada yaptığı konuşmada ‘NU’yu dünyaya İslam’ın barış dini olduğunu göstermesi çabası sergilemesini ve bu çerçevede çeşitli çevrelerle işbirliği içerisinde olması çağrısında bulundu. İslam’ın ‘Rahmet’ dini olduğuna kuşku yok. Kuşku, uzunca bir süredir nasıl olup da Müslümanları ‘canavarlaştırma’ çabasının sergilenebildiğidir. Belki bu bağlamı anlamaya ve açıklamaya matuf bir çabanın ortaya konması gerekiyordu. Öte yandan, İslam’ı ‘barış’la özdeşleştirmenin bir gerekçesi olsa gerek. O neden de, Jokowi’nin aynı konuşmada, “fakirlik ve eşitsizliğin (burada vurgu ‘adaletsizlik’e olsa gerek) terörizmin kaynağı” minvalli ifadesinde kendini açığa vuruyor. Başkan Jokowi işin ‘bam teline’ dokunma eğilimi gösterirken, tabii ortamın özelliğinden olsa gerek, konunun detaylarına gir/e/mediği de gözlerden kaçmadı. Bununla birlikte, Başkan’ın böylesi bir söylemi şu veya bu şekilde öne çıkarmasında haklılık payı yok değil. Ayrıca, bu yaklaşım, ister istemez, Endonezya’da kimi Müslüman çevrelerde Jokowi’nin ‘komünist ajanı’ olduğu yollu söylemi hatırlatsa da, aynı çevrelerin milyonlarca üyesiyle bu iki ana cemaat yapısının, yoksulluk ve adaletsizliğin ortadan kaldırılmasında -en azından geçen reform sürecinde- ne türden bir başarı skalasına sahip olup olmadıklarını sorgulamaya yanaşmıyor. Gene iş dönüp dolaşıp, Jokowi’nin Muhammediyye’den reform sürecine tam destek olması” talebine gelip dayanıyor!

Söz ‘yoksulluktan’ açılmışken, Kırsal Kalkınma’dan Sorumlu Bakan Marwan Jafar’ın, NU toplantısı bağlamında yaptığı açıklama ilgi çekiciydi. Bakan Jafar, geleneksel dini yapılanma olarak daha çok kırsalda yaygın olan NU’nun, bu toplum kesiminin kalkınma sürecinde rol alabileceğine, hatta sorumluluğu olduğuna vurgu yapıyordu. Aslında devletin kırsal kalkınmaya milyarlarca Dolarlık fonlar aktarmasına rağmen, fonların merkezden-köye ulaşıncaya kadar tabiri caizse ‘erimesi’ ve nihayetinde köylünün eline pek de işe yarayacak bir meblağın ulaş/a/mamasının temel nedeni üzerinde durmuyordu. Her halde bu noktada, NU yetkililerinin söyleyecek sözü olmalıydı diye de düşünmeden edemiyoruz.

Toplantılara bir tepki de ‘yarı bağımsız’ bir kurum olarak bilinen “Endonezya Alimler Konseyi”nden (MUI) geldi. Konsey lideri Anwar Abbas, ülkeye daha iyi hizmet amacıyla her iki cemaatin ‘stratejik’ bir yakınlaşma içine girmesine ve çok daha yapıcı roller almalarına vurgu yapıyordu. Tabii, gerek Başkan Jokowi’nin, gerekse MUI liderinin talepleri bağlamında gündeme gelen açık bir çelişkiye de dikkat çekmeliyiz. Bu noktada, NU ile Muhammediyye’nin eğitim süreçleri ve cemaat perspektifi ayrımlarından ötürü kaçınılmaz olarak farklı değerlendirilmeye ihtiyaç duyuyor.

Tüm bu ve benzeri açıklamalar çerçevesinde acaba bu iki cemaat yapısı ile siyaset ilişkisi nedir sorusu gündeme geliyor. Bu bağlamda, Muhammediyye’nin her ne kadar çeşitli kademelerinde aktif veya pasif görev alan mensuplarının mevcut siyasi partiler içerisindeki bir takım roller üstlenseler de, yeni seçilen Hadir Nashir’in ilk demecinde bir ‘cemaat’ olarak ‘siyasete tarafsız’ kaldıkları vurgusudur. NU kongresinde de, başkan seçilen Said Adil Siradj yanlıllarınca, NU’nun siyaset kurumları karşısında ‘tarafsız’ kalması yönündeki demeçler dikkat çekiyordu. Bu anlamda, örneğin Muhammediyye’den gelen söz konusu bu açıklamanın, Jokowi’nin bir türlü bitmek bilmeyen ‘reform’ sürecine ‘katalizör’ olarak davetiyle, şu veya bu şekilde, doğal bir çelişkiye işaret ediyor. Başkan Jokowi’nin Muhammediyye’den beklentisi, sadece ulusal siyaset çerçevesinde değil, Filistin’e destekten dünya başırına katkı gibi ‘üst plânda’ bir çağrıda bulundu. Bu çağrıların önemine kuşku olmamakla birlikte, Muhammediyye’nin bu ‘yükün’ altından kalkabilecek bir entellektüel yeterliliği olup olmadığı da cevabını bekleyen sorular arasında.

Bu çerçevede, iki cemaatin de ‘siyasete tarafsız kalma’ yaklaşımlarının anlaşılabilir boyutu olmakla birlikte, siyaset alanın da içinde yer aldığı geniş toplumsal yapıda yapıcı-tutarlı ve toplumu ‘iyiye’ dönüştürücü rol oynama arzuları olduğuna kuşku yok. Bu bağlamda, her iki yapının mensuplarının eğitim, bürokrasi, ordu-polis, iş çevreleri gibi toplumsal dinamiğin merkezindeki kurumlarda rol almakla birlikte, bu kurumları dönüştürebildiklerini söylemek de pek mümkün değil. Bunun en açık göstergesi de, Başkan Jokowi’nin yukarıda ifade ettiğimiz ‘reform’ yolunda talep ettiği açık destek. Zikrettiğimiz bu toplumsal kurumlar ülkenin en sorunlu, değişim önünde en direnç gösteren kesimleri olmaları hasebiyle, ortada bir başka tezata gönderme yapıyor. Ülkede neredeyse endemik bir hâl alan ‘yolsuzluğun’ aşılamamış olması, milyonlarca mensubu olan bu iki yapının siyaset alanı bir yana, dini-toplumsal unsurlarıyla nasıl bir performans sergilediğini ortaya koymaz mı? Bu noktada, sadece tekil veya gruplar arasında dönen sınırlı bir yolsuzluk olgusundan bahsetmediğimiz gibi, yolsuzluğun salt ‘maddi’ alanla sınırlığı olmadığını ve buna indirgenmemesi gerektiği de cesaretle dile getirilmelidir. Ortaya böylesi bir ‘fotoğraf’ çıkıyorsa, o zaman bu iki yapının bölgesel ve küresel sorunlar çerçevesinde gerek ümmete gerekse insanlığa sunabilecekleri neler olabilir diye bir başka soruyu gündeme taşıyabiliriz. Küresel demişken… Gerek kimi siyasiler gerekse medyada çıkan çeşitli yazılar, her iki cemaate küresel sistemin argümanlarını hatırlatacak şekilde bir görev biçtiklerine de şahit olunuyor. Bu minvalde, gelen tepkiler arasında ‘ılımlılık’ öne çıkan bir olgu oldu.

Ülkenin bu iki önemli ‘sivil oluşumunun’ bağımsızlık öncesi geçmişi dikkate alındığında sosyal yapı kadar politik yapının da şu veya bu şekilde kurucu unsuru olduğu görülür. Her ne kadar, günümüzde her iki ‘cemaat de’ siyasi alanda aktif yer almamak, tarafsız kalmak gibi söylemleri öne çıkarsalar da, yakın geçmişte bu yapılar içerisinde yer alan gerek tekil gerekse grupsal yeterlilik bağlamında mevcut siyasi oluşumların içinde hem de oldukça aktif olarak yer aldıkları gözlemleniyor. Örneğin bu noktada NU’nun önde gelen liderlerinden ve Hasyim Muzadi’nin -cemaatin liderliğini yaptığı bir dönemde- 2004 yılı başkanlık seçimlerinde Endonezya Mücadeleci Demokrat Parti lideri Megawati Sukarnoputri’nin yardımcısı ve öte yandan gene NU’nun önemli isimlerinden ve Abdurrahman Wahid’in kardeşi Salahuddin Wahid’in 2004 seçimlerinde özellikle Doğu Timor’daki insan hakları ihlallerinin bir numaralı sorumlusu olarak dikkat çekilen eski general Wiranto’nun yardımcısı olarak seçimlere katılmasını nasıl açıklayacağız? Ya da 1999-2001 yıllarında devlet başkanlığı yapan merhum Abdurrahman Wahid’in siyasi projesini nereye koyacağız? NU lider kadrosunun siyasetle ilişkisi bu minvalde seyrederken, Muhammediyye’nin eski lideri Amien Rais’in meclis başkanlığı yaptığı ve devlet başkanlığı teşebbüsü unutulamayacağı gibi, daha geçen hafta Din Syamsuddin, Muhammediyye’nin siyasi parti kurabileceği sinyali dikkat çekiciydi. Her iki cemaatin böylesi siyasi  yatırımları ortada dururken, siyaset dünyasıyla ilişkilerinde taraflılık/tarafsızlık dikotomisi nasıl açıklanacak?

Endonezya’da bir reform dönemi gerçekleştirilecek ise yukarıda zikredilen iki cemaatin buna katkısına şüphe yok. Ancak bu yapıların kendi iç dinamiklerini iyi hesap etmeleri, toplumsal yapı içerisinde uygulanagelen devasa yanlışlara açık yüreklilikle ‘hayır’ diyebilmeyi ve çözüm üretebilmeyi acilen gündeme taşımaları gerekiyor.