Mehmet Özay 25.10.2025
Dünü hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışanlar ise, 2.
Abdülhamit Han’la sınırlı bir yaklaşım sergilemekle sınırlandırıyorlar
meseleyi.
Osmanlı dışında ve dönemin hükümdarı 2. Abdülhamit’in
dışında konunun tedrici olarak küresel Müslüman toplumun gündemine girdiğini
unutmamak gerekiyor.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın yarısı boyunca yüksek
sömürgeciliğe maruz kalan Müslüman toplumların, Filistin, Hicaz, Halifelik
konusuna bigane kalmadıklarını biliyoruz.
Filistin konusunda 2. Abdülhamit’in dönemin özellikleri
gereği kendi başına aldığı kararlara rağmen, sorunun Yeni Türkiye
Cumhuriyeti’ne aktarılan boyutunda karşımıza önemli sayılabilecek bazı
aktörlerin çıktığı anlaşılıyor.
Bu çerçevede, 1930 yılında gerçekleştirilen Hindistan
Müslümanları Konferansı’nda Filistin’le ilgili olarak alınan kararanın Mustafa
Kemal’e iletilmesi oldukça önemlidir.
Bu hususa dair birkaç noktayı aşağıda paylaşacağım.
Ancak öncelikle, geçen iki, üç yazıda kaleme aldığım hususları
hatırlatmanın, bugünkü yazıyı anlamaya zemin hazırlayacağını düşünüyorum.
Salt ‘göç’ değil
Hatırlanacağı üzere, önceki yazılarda, Filistin’de
yaşanan gelişmeleri, tarihi bir perspektiften ele almıştır.
Bu çerçevede, konuya Rusya başta olmak üzere Doğu
Avrupa’da Yahudi toplumunun karşı karşıya kaldığı dışlamacılıkla başlamıştım.
Ve bu süreçte olan biten gelişmenin, Osmanlı Devleti’ne
1881’den itibaren sirayet eden yönüne değinmiştim.
Özet şuydu: “Avrupa’lı Yahudilerin finanse ettiği
kurumların ekonomi ve siyasal desteğiyle Yahudi yerleşimciler, 1881’den
itibaren tedrici olarak Osmanlı toprakları olan Filistin bölgesine yerleşmeye
başladılar.”
Ancak, bugün olan biteni açıklama noktasında referans
noktası yapılan Siyonist kurumlaşmanın 1897’de ortaya çıkması, ile sadece
yerleşim meselesi değil, bir devlet kurma idealinin ortaya konulmaya başladı.
Malum süreç...
Bu bağlamda, söz konusu bu gelişmeleri sadece, İslam
tarihi yönünden değil, aynı zamanda başında bulunduğu devletin siyasi kaderi
üzerinden de değerlendirdiği anlaşılan 2. Abdülhamit’in politikası bağlamında
ele almıştım.
Öncesi ve sonrası
Bazı yazarların dikkat çektiği üzere, 2. Abdülhamit
-girişte değindiğim üzere- dönemin bir özelliği olarak, “1897’deki Siyonist
gelişmeye karşı tepkinin merkezinde yer alıyordu”.[1]
Ancak unutulan husus, 1897’ye gelinceye değin, zaten
Filistin topraklarında azımsanmayacak Yahudi yerleşimci yerini almıştı bile...
Örneğin, 1882 yılında Filistin topraklarında toplam
Yahudi nüfusu 24.000 civarındayken, bu sayı 1890’da 47.000’e , 1897’de 50.000’e
çıkmıştı.[2]
1908’e, yani, 2. Abdülhamit’in tahtan indirilmesinden bir
yıl öncesine kadar ki öneme gelindiğinde ise Filistin topraklarındaki sayısı,
80.000’i bulmuştu.[3]
Ekonomi-politiği unutmak
Bu gelişmeden kimin sorumlu olduğunu konusu ‘bireylerin’
yargılanmasından ziyade, sistemik bir olgu olarak ele alınmalıdır.
Bazı yazarlar, konuyu salt, “Siyonist koloniciler adına
hareket eden Büyük Güçlerin müdahalesine” bağlarken,[4]
Osmanlı bürokrasisindeki gelişmeleri gözardı etme eğilimi ya da olan biteni
“istisnai sayıdaki ” uygunsuz yollara meyl eden memurlarla ilgili argümanları,
“istisnasi sayı” demek suretiyle göz ardı ediyorlar.
Ancak, bu yaklaşımın kendi içerisindeki tutarsızlığı
yukarıda kronolojik olarak verilen ve süreklilik arz eden gelişmeyi
açıklamadığı gibi, yine daha önceki yazıda dile getirdiğim Osmanlı
ekonomi-politiğini de, ne denli göz ardı ettiklerini ortaya koyuyor.
Yahudi yerleşimcilerin tedrici olarak artan kolonilerinin
varlığını, salt Batılı güçlerin siyasal denilebilecek yaklaşımlarıyla
açıklamanın yetersizliği ortadadır...
Temelde olan biten, daha önceki yazıda vurguladığım
üzere, bu kronolojik gelişmelere rağmen, Filistin topraklarına Yahudi
toplumunun yerleşimi konusunu bunun dışında, önce Yahudi toplumunun Avrupa
ihdas ettiği ekonomi-politiğin ve de bu ekonomi-politiğin -en azından, 1836’dan
itibaren Osmanlı Devleti’ni etkilemeye başlayan yeni ekonomi-politik süreçle doğrudan
bir yansıması olaraka ele almak gerekiyor.
Ve, hiç kuşku yok ki, Osmanlı’nın Yahudi yerleşimciler
olgusu karşısında, tüm yasa ve yaptırım süreçlerine rağmen, gelişmelere mani
olamayışını da, Osmanlı ekonomi-politikası ile açıklamak, olan biteni uzun
dönemli bağlamıyla değerlendirmeyle anlaşılabilir.
2. Abdülhamit, önemli bir devlet adamı olduğunu
kanıtlayacak şekilde, tahttan indirilmesinin ardından, Siyonistlerin Filistin
topraklarındaki varlıkları ve girişimlerine atıfla, 1911 yılında yaptığı
belirtilen bir açıklamada, “Böyle giderse, Filistin’de kendi devletlerini
kuracaklar” ifadesi,[5]
gayet manidardır.
Hindistan Müslümanları ne diyor?
Hindistan Müslümanları’nın özellikle ‘Halifelik’
meselesindeki tutumları genelde bilinen birhusustur.
Bu noktada, Halife Hareketi (The Khilafat Movement)
olarak da bilinen, dini-siyasal yapılaşma, belki de, İslam coğrafyasının farklı
bölgelerinden ayrı olarak süreklilik arz etmiştir.
1930 yılında, Tüm Hindistan Müslümanları konferansı’nda
ise Filistin konusuna dair alınan karar, Hindistan Müslümanlarının yeni Türkiye
Cumhuriyeti’ne bakışına ve değerlendirişine dair de bir ışık tutuyor. Adı
‘Hindistan Müslümanları Konferansı’ olsa da, delegeler arasında Sri Lanka,
İran, Afganistan’dan da temsilcilerin olması açıkçası, ‘Hint Alt Kıtası’
bağlamına gönderme yapıyor. Elli bin (50.000) katılımcının olması, dini-siyasi
elitlerin dışında kollektif bir siyasal eylemi akla getiriyor.
İlgili konferans yetkililerince 15 Nisan 1930 tarihinde
Bombay’dan gönderilen belgede yer alan bazı ifadeler, bölge Müslümanlarının
Filistin konusunda sergilediği yaklaşım kadar, muhatap aldıkları Mustafa
Kemal’den ve de Türkiye’den beklentileri açısından da incelenmeyi ve
anlaşılmayı gerektirmektedir.
İlgili metinde, Hindistan Müslümanları’nın “Balfour
Deklarasyonu”na atıf yaptıkları görülüyor. Deklarasyonun 1917’de ilan edildiği
hatırlanacak olursa, aradan geçen 13 yıllık süre zarfında Filistin
topraklarında sürecin bitmediği aksine daha da derinleştiği anlaşılıyor.
“... Her mezhepten ve her kesimden Müslüman,
Filistin'deki Arap kardeşlerine taziyelerini iletmek üzere davet edildi ve
hepsi Kutsal Topraklar halklarının hakları ve özgürlükleri için kararlılıkla
durma sözü verdi.” denilerek ilgili bölgede Müslümanlararası daynışmayı ortaya
koyuyor.
Bu mesajın Mustafa Kemal’e yönelik yanı ise, “... Bu asil
davada nüfuzunuzu kullanmanızı ve Ceziret-ül Arap'ın kutsal bölgesinde
Filistin'in özgür yönetimini kurmamıza yardımcı olmanızı rica ediyoruz”
olmuştur.
Hindistan Müslümanlarının bu konferansı, Filistin Kutsal
Topraklarının Ceziret-ül-Arab'a dahil edilmesinin yalnızca Filistin
Müslümanlarının değil, tüm Müslüman dünyasının emaneti olduğunu ve bu nedenle
“... Hindistan Müslümanlarının, Filistin'deki mevcut
durum ve gelecekteki yönetimi konusunda derin endişe duyduklarını ve
Müslümanların yüzyıllardır hem Hıristiyanların hem de Yahudilerin kendi
inançlarının ilkelerine göre Filistin'e hac ziyareti gerçekleştirmelerine izin
vermiş olmasına rağmen, bu aşamada Filistin'in, çoğunluğu Müslüman olan ve
Balfour Deklarasyonu yapılmadan önce Hıristiyanlar ve Yahudi sakinleriyle
mükemmel bir barış ve uyum içinde yaşayan Filistin'in asıl sakinlerinin
dışlanması ve zararına olacak şekilde tüm dünya Yahudileri için bir ‘yerleşim’
olarak (dumping ground) kullanılmasına izin veremeyeceklerini ve
Hindistan Müslümanlarının yoksul Filistinli Müslümanların göçmenler tarafından
ata topraklarından zorla alınmasına tahammül edemeyeceğini ve yönetim
politikasında bir değişiklik yapılması ve Toprak Yabancılaştırma Yasası'nın
yürürlüğe konulması konusunda ısrarcı olmaları gerektiğini beyan eder...”[6]
Mustafa Kemal’in ve Ankara hükümetinin bu gelişme
karşısında, ne tür bir açıklama yaptığını -şimdilik araştırma sürecine
bırakıyorum.
Ancak, burada ortaya koymak istediğim husus, bugün karşı
karşıya olunan Filistin sorununun uzun dönemli bir yaklaşımla, farklı aktör ve
kurumların tutum ve eğilimleriyle anlaşılabileceğini hatırlatmaktır.
1880’li yılların başından yüzyılın sonuna değin Filistin
topraklarında valilik yapan Osmanlı yetkililerinin tutumundan başlayarak tekil
açıklamaların bize herhangi kapsamlı veri sağlamayacağı ve bugün olan biteni
anlamlandırmamıza olanak tanımayacağı ortadadır.
[1]
Öke, Mim Kemal. (1982). “The Ottoman Empire, Zionism and
the Question of Palestine (1880-1908)”, International Journal of Middle East
Studies, Vol. 14, No. 3, s. 333. (329-341).
[2] Mandel, Neville J. (1975). “Ottoman Practice as Regards Jewish
Settlement in Palestine: 1881-1908”, Middle Eastern Studies, Vol. 11,
No. 1, (January), s. 35, 36. (33-46).
[3] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 336.
[4] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 336, 338.
[5] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 338.
[6] BOA,
2763.47976.229221-2.1930.4.25.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder