26 Ekim 2025 Pazar

Mustafa Kemal, Hindistan Müslümanları ve Filistin meselesi / Mustafa Kemal, Indian Muslims and Palestine Issue

Mehmet Özay                                                                                                                             25.10.2025

Filistin konusunda yaşananlar sadece, bugünü değil, belki de bundan daha çok dünün anlaşılmasını gerektiriyor.

Dünü hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışanlar ise, 2. Abdülhamit Han’la sınırlı bir yaklaşım sergilemekle sınırlandırıyorlar meseleyi.

Osmanlı dışında ve dönemin hükümdarı 2. Abdülhamit’in dışında konunun tedrici olarak küresel Müslüman toplumun gündemine girdiğini unutmamak gerekiyor.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın yarısı boyunca yüksek sömürgeciliğe maruz kalan Müslüman toplumların, Filistin, Hicaz, Halifelik konusuna bigane kalmadıklarını biliyoruz.

Filistin konusunda 2. Abdülhamit’in dönemin özellikleri gereği kendi başına aldığı kararlara rağmen, sorunun Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne aktarılan boyutunda karşımıza önemli sayılabilecek bazı aktörlerin çıktığı anlaşılıyor.

Bu çerçevede, 1930 yılında gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Konferansı’nda Filistin’le ilgili olarak alınan kararanın Mustafa Kemal’e iletilmesi oldukça önemlidir.

Bu hususa dair birkaç noktayı aşağıda paylaşacağım.

Ancak öncelikle, geçen iki, üç yazıda kaleme aldığım hususları hatırlatmanın, bugünkü yazıyı anlamaya zemin hazırlayacağını düşünüyorum.

Salt ‘göç’ değil

Hatırlanacağı üzere, önceki yazılarda, Filistin’de yaşanan gelişmeleri, tarihi bir perspektiften ele almıştır.

Bu çerçevede, konuya Rusya başta olmak üzere Doğu Avrupa’da Yahudi toplumunun karşı karşıya kaldığı dışlamacılıkla başlamıştım.

Ve bu süreçte olan biten gelişmenin, Osmanlı Devleti’ne 1881’den itibaren sirayet eden yönüne değinmiştim.

Özet şuydu: “Avrupa’lı Yahudilerin finanse ettiği kurumların ekonomi ve siyasal desteğiyle Yahudi yerleşimciler, 1881’den itibaren tedrici olarak Osmanlı toprakları olan Filistin bölgesine yerleşmeye başladılar.”

Ancak, bugün olan biteni açıklama noktasında referans noktası yapılan Siyonist kurumlaşmanın 1897’de ortaya çıkması, ile sadece yerleşim meselesi değil, bir devlet kurma idealinin ortaya konulmaya başladı.

Malum süreç...  

Bu bağlamda, söz konusu bu gelişmeleri sadece, İslam tarihi yönünden değil, aynı zamanda başında bulunduğu devletin siyasi kaderi üzerinden de değerlendirdiği anlaşılan 2. Abdülhamit’in politikası bağlamında ele almıştım.

Öncesi ve sonrası

Bazı yazarların dikkat çektiği üzere, 2. Abdülhamit -girişte değindiğim üzere- dönemin bir özelliği olarak, “1897’deki Siyonist gelişmeye karşı tepkinin merkezinde yer alıyordu”.[1]

Ancak unutulan husus, 1897’ye gelinceye değin, zaten Filistin topraklarında azımsanmayacak Yahudi yerleşimci yerini almıştı bile...

Örneğin, 1882 yılında Filistin topraklarında toplam Yahudi nüfusu 24.000 civarındayken, bu sayı 1890’da 47.000’e , 1897’de 50.000’e çıkmıştı.[2]

1908’e, yani, 2. Abdülhamit’in tahtan indirilmesinden bir yıl öncesine kadar ki öneme gelindiğinde ise Filistin topraklarındaki sayısı, 80.000’i bulmuştu.[3]

Ekonomi-politiği unutmak

Bu gelişmeden kimin sorumlu olduğunu konusu ‘bireylerin’ yargılanmasından ziyade, sistemik bir olgu olarak ele alınmalıdır.

Bazı yazarlar, konuyu salt, “Siyonist koloniciler adına hareket eden Büyük Güçlerin müdahalesine” bağlarken,[4] Osmanlı bürokrasisindeki gelişmeleri gözardı etme eğilimi ya da olan biteni “istisnai sayıdaki ” uygunsuz yollara meyl eden memurlarla ilgili argümanları, “istisnasi sayı” demek suretiyle göz ardı ediyorlar.

Ancak, bu yaklaşımın kendi içerisindeki tutarsızlığı yukarıda kronolojik olarak verilen ve süreklilik arz eden gelişmeyi açıklamadığı gibi, yine daha önceki yazıda dile getirdiğim Osmanlı ekonomi-politiğini de, ne denli göz ardı ettiklerini ortaya koyuyor.

Yahudi yerleşimcilerin tedrici olarak artan kolonilerinin varlığını, salt Batılı güçlerin siyasal denilebilecek yaklaşımlarıyla açıklamanın yetersizliği ortadadır...

Temelde olan biten, daha önceki yazıda vurguladığım üzere, bu kronolojik gelişmelere rağmen, Filistin topraklarına Yahudi toplumunun yerleşimi konusunu bunun dışında, önce Yahudi toplumunun Avrupa ihdas ettiği ekonomi-politiğin ve de bu ekonomi-politiğin -en azından, 1836’dan itibaren Osmanlı Devleti’ni etkilemeye başlayan yeni ekonomi-politik süreçle doğrudan bir yansıması olaraka ele almak gerekiyor.

Ve, hiç kuşku yok ki, Osmanlı’nın Yahudi yerleşimciler olgusu karşısında, tüm yasa ve yaptırım süreçlerine rağmen, gelişmelere mani olamayışını da, Osmanlı ekonomi-politikası ile açıklamak, olan biteni uzun dönemli bağlamıyla değerlendirmeyle anlaşılabilir.

2. Abdülhamit, önemli bir devlet adamı olduğunu kanıtlayacak şekilde, tahttan indirilmesinin ardından, Siyonistlerin Filistin topraklarındaki varlıkları ve girişimlerine atıfla, 1911 yılında yaptığı belirtilen bir açıklamada, “Böyle giderse, Filistin’de kendi devletlerini kuracaklar” ifadesi,[5] gayet manidardır.

Hindistan Müslümanları ne diyor?

Hindistan Müslümanları’nın özellikle ‘Halifelik’ meselesindeki tutumları genelde bilinen birhusustur.

Bu noktada, Halife Hareketi (The Khilafat Movement) olarak da bilinen, dini-siyasal yapılaşma, belki de, İslam coğrafyasının farklı bölgelerinden ayrı olarak süreklilik arz etmiştir.

1930 yılında, Tüm Hindistan Müslümanları konferansı’nda ise Filistin konusuna dair alınan karar, Hindistan Müslümanlarının yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne bakışına ve değerlendirişine dair de bir ışık tutuyor. Adı ‘Hindistan Müslümanları Konferansı’ olsa da, delegeler arasında Sri Lanka, İran, Afganistan’dan da temsilcilerin olması açıkçası, ‘Hint Alt Kıtası’ bağlamına gönderme yapıyor. Elli bin (50.000) katılımcının olması, dini-siyasi elitlerin dışında kollektif bir siyasal eylemi akla getiriyor.

İlgili konferans yetkililerince 15 Nisan 1930 tarihinde Bombay’dan gönderilen belgede yer alan bazı ifadeler, bölge Müslümanlarının Filistin konusunda sergilediği yaklaşım kadar, muhatap aldıkları Mustafa Kemal’den ve de Türkiye’den beklentileri açısından da incelenmeyi ve anlaşılmayı gerektirmektedir.

İlgili metinde, Hindistan Müslümanları’nın “Balfour Deklarasyonu”na atıf yaptıkları görülüyor. Deklarasyonun 1917’de ilan edildiği hatırlanacak olursa, aradan geçen 13 yıllık süre zarfında Filistin topraklarında sürecin bitmediği aksine daha da derinleştiği anlaşılıyor.

“... Her mezhepten ve her kesimden Müslüman, Filistin'deki Arap kardeşlerine taziyelerini iletmek üzere davet edildi ve hepsi Kutsal Topraklar halklarının hakları ve özgürlükleri için kararlılıkla durma sözü verdi.” denilerek ilgili bölgede Müslümanlararası daynışmayı ortaya koyuyor.

Bu mesajın Mustafa Kemal’e yönelik yanı ise, “... Bu asil davada nüfuzunuzu kullanmanızı ve Ceziret-ül Arap'ın kutsal bölgesinde Filistin'in özgür yönetimini kurmamıza yardımcı olmanızı rica ediyoruz” olmuştur.

Hindistan Müslümanlarının bu konferansı, Filistin Kutsal Topraklarının Ceziret-ül-Arab'a dahil edilmesinin yalnızca Filistin Müslümanlarının değil, tüm Müslüman dünyasının emaneti olduğunu ve bu nedenle

“... Hindistan Müslümanlarının, Filistin'deki mevcut durum ve gelecekteki yönetimi konusunda derin endişe duyduklarını ve Müslümanların yüzyıllardır hem Hıristiyanların hem de Yahudilerin kendi inançlarının ilkelerine göre Filistin'e hac ziyareti gerçekleştirmelerine izin vermiş olmasına rağmen, bu aşamada Filistin'in, çoğunluğu Müslüman olan ve Balfour Deklarasyonu yapılmadan önce Hıristiyanlar ve Yahudi sakinleriyle mükemmel bir barış ve uyum içinde yaşayan Filistin'in asıl sakinlerinin dışlanması ve zararına olacak şekilde tüm dünya Yahudileri için bir ‘yerleşim’ olarak (dumping ground) kullanılmasına izin veremeyeceklerini ve Hindistan Müslümanlarının yoksul Filistinli Müslümanların göçmenler tarafından ata topraklarından zorla alınmasına tahammül edemeyeceğini ve yönetim politikasında bir değişiklik yapılması ve Toprak Yabancılaştırma Yasası'nın yürürlüğe konulması konusunda ısrarcı olmaları gerektiğini beyan eder...”[6]

Mustafa Kemal’in ve Ankara hükümetinin bu gelişme karşısında, ne tür bir açıklama yaptığını -şimdilik araştırma sürecine bırakıyorum.

Ancak, burada ortaya koymak istediğim husus, bugün karşı karşıya olunan Filistin sorununun uzun dönemli bir yaklaşımla, farklı aktör ve kurumların tutum ve eğilimleriyle anlaşılabileceğini hatırlatmaktır.

1880’li yılların başından yüzyılın sonuna değin Filistin topraklarında valilik yapan Osmanlı yetkililerinin tutumundan başlayarak tekil açıklamaların bize herhangi kapsamlı veri sağlamayacağı ve bugün olan biteni anlamlandırmamıza olanak tanımayacağı ortadadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/mustafa-kemal-hindistan-muslumanlari-ve-filistin-meselesi-mustafa-kemal-indian-muslims-and-palestine-issue/



[1] Öke, Mim Kemal. (1982). “The Ottoman Empire, Zionism and the Question of Palestine (1880-1908)”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 14, No. 3, s. 333. (329-341).

[2] Mandel, Neville J. (1975). “Ottoman Practice as Regards Jewish Settlement in Palestine: 1881-1908”, Middle Eastern Studies, Vol. 11, No. 1, (January), s. 35, 36. (33-46).

[3] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 336.

[4] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 336, 338.

[5] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 338.

[6] BOA, 2763.47976.229221-2.1930.4.25.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder