Mehmet Özay 03.10.2025
Bir önceki yazıda, ABD’de yaşanan değişmeler çerçevesinde
dile getirdiğim liberalleşme sonrası (post-liberal) gelişmeleri, 1989
sürecinde liberalizmin zaferi söylemini gündeme taşıyan Francis Fukuyama’nın,
sürecin başlarında dile getirdiği görüşleri kısaca dikkat alarak irdelemeye devam
ediyorum.
Yukarıda vurguladığım barış-savaş dikotomisi...
“Bu dikotominin ortaya çıkmasının sorumlusu kim?”
sorusuna, gelişigüzel bir cevap vermekten ziyade, son dönem tarihsel
gelişmeleri hatırlayarak soruna yaklaşmakta yarar var.
Tarihin sona ermesi
Francis Fukuyama’nın, ‘Tarihin Sonu’ olgusuyla gündemi
belirlediği günlerde, pek çok olumlu-olumsuz, ya da eleştirel tepkiler gündeme
gelmişti.
Sovyetler Birliği’nin, ekonomi politik bağlamda benimsediği
ideolojik alanın çöküşünün ardından, modern Batı’nın temellerini oluşturan
liberal ideolojinin, sürgit devam edeceğine yönelik bir atıf söz konusuydu.
Aynı zamanda, söz konusu bu ideolojiye yönelik bir inanç
şeklinde de tezahür ediyordu.
Sovyetler Birliği, ekonomi-politik alanda olmasa da, esaslar
noktasında ait olduğu Batı medeniyeti çerçevesinde geri plâna düşen bir birlik
olarak tarihe geçti.
Liberalizmin, komünizmle arasında olan rekabeti kazandığı
yönündeki iddia ve bunu takiben bu ekonomi politik ideolojinin, sürgit devamını
sağlayacak olan ise sadece, Batı Avrupa ve özellikle de, Kuzey Amerika’da
gelişme kaydeden liberal sistemle sınırlı olmayacağına vurgu yapıyordu.
Aksine, bunun yanı sıra ve bundan daha da öte, bu
devamlılığı sağlayacak ve pekiştirecek gelişme, diğer toplumların veya ulus
devletlerin liberalizme yönelmeleri ile ortaya çıkacaktı. Kimilerince yanlış
anlaşılmayla irtibatlandırılan ‘Tarihin sonu’, bu anlama tekabül eden bir
boyuta sahipti...
Tekerrür edecek tarih
Fukuyama’nın bu kavramla, Batı liberalizm’in önemine ve
mevcut ekonomi-politik sistemler arasında ‘kazanan’ olarak geliştirdiği tez’in,
bizzat kendisi tarafından yeniden değerlendirilmeye alınmasından önce ortaya
konulan görüşlerden bir bölümünü, “bekleyelim-görelim” yaklaşımı oluşturuyordu.
Bu yaklaşım, Fukuyama’nın sunduğu tezi temkinli bir
şekilde karşılarken, gizli açık bir şüpheyi de içinde barındırıyordu.
Ve bu teze yönelik eleştirel yaklaşan metinler, sadece o
dönem değil, sonrasında da devam etti.
Fukuyama’nın, 20. yüzyılın sonlarına doğru, büyük bir öz
güvenle, siyaset felsefesi ve biliminin verileriyle hareket ederek ortaya
koyduğu tezinin önemli bir gerekçesini, liberalizmin ya da liberal demokrasinin,
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla ortadan kaldırılan ‘faşizm’ oluşturuyordu.
Batı Avrupa siyasal gelişmeleri bağlamında ele
alındığında, 19. yüzyıl başlarından itibaren, Kıta Avrupa’sını saran modern milliyetçilik
ve bunun giderek, Prusya’da “halk hareketi “ (völkisch movement) olarak
belirginleşmeye başlayan örneğinde olduğu gibi, bir ideolojik açılıma sahne
olmuştu.
Bu siyasal hareketin nihayetinde, 20. yüzyıl ilk birkaç
on yılında Almanya’da evrildiği siyasal ideolojinin ve de rejimin, İkinci Dünya
Savaşı sonunda ortadan kalkması liberalizmin bir başarısıydı.
Fukuyama, Batı’da yakın tarihi geçmişte ortaya çıkan bu gelişmeyi
temel alarak, bunun bir benzerinin, aynı
yüzyılın sonlarına doğru bu sefer, komünist bloğun iflası sonrasında
bekliyordu.
Ancak, 1991’den bu yana eski Sovyetler sistemine bağlı
topluluklarda ve onların ait olduğu ulus devletlerde ‘liberalleşmeye’ yönelik bir
yönelimin olmaması, Fukuyama’nın tezinde yanıldığı yönünde bir sonucu ortaya
çıkarıyordu.
Sürece eklenenler
O yıllarda, Fukuyama’nın teziyle doğrudan ilintili
kurubileceğine kuşku olmayacak şekilde, aradan geçen birkaç on yılda benzeri
bir süreç, eski Sovyet sisteminin siyasal ideolojisiyle örtüşen Çin’deki
gelişmelerle gündeme geldi.
Kimi ölçülerde, en azından teorik bir çabadan
bahsedilebilirse, Çin -ve buna Vietnam’ı da eklemek mümkün- örneğinde olduğu
gibi daha çok, -basite indirgeyerek söylemek gerekirse-, liberal ekonominin
bazı yapılarını pragmatik bir yaklaşımla içselleştirmek suretiyle, siyasi
ideolojik sistemlerini devam ettiren devletlerin varlığı ve de gelişimi gündeme
geldi.
1989 ile başlayan 1991 ile zirvesine ulaşan Sovyet
Bloğu’nun çöküşü süreci sonrasında, ortaya çıkması beklenen “liberal” toplum ve
bunun inşa edeceği varsayılan “liberal” sistem, Fukuyama ve onun temsil ettiği
siyasal ideoloji ve toplum kesimleri için bir umuda işaret ediyordu.
Ancak, bu ‘umudun’, Sovyet bloğu içerisinde ve 1989 ile
birlikte on beş ulus devlet ve toplumlarında bugüne kadar ortaya çıkmaması
kadar, dünyanın diğer köşesinde benzeri sisteme sahip örneğin, Çin ve
Vietnam’da liberal eğilimlerle sistemi belirlemeye dair bir halk hareketinin
-nüvelerine rastlanmakla birlikte-, gelişme kaydetmediğine tanık olundu ve bu
tanıklık, bugün de devam ediyor.
Sovyetler’in ardından, Çin’i ve Vietnam’ı örnek vermem
sadece, siyasal ideoloji olarak eski Sovyet sistemine benzerliklerinden
kaynaklanmıyor.
Bunun dışında, Sovyetler’in aksine, bu iki devlet, Soğuk
Savaş döneminin ideolojisini sürdürülebilir bir şekilde bugünlere taşırken,
aynı zamanda ‘liberal ekonomi’nin kurumsal unsurlarını belirli ölçülerde
içselleştirmeleriyle dikkat çekiyorlar.
Fukuyama’nın tezi bağlamında, Doğu ve Batı ekseninde
yaşanan bu gelişmeleri ele alırken, bugün gelinen noktada, umudun yerini kaygı
ve endişenin almış olduğu görülüyor.
Bu noktada durup, “Batı liberalizminin Doğu ekonomi
politiği karşısında kazanma konumunda olmaktan epeyce uzaklaşmasını, aradan
geçen ve bugüne kadar gelen süre zarfında, ABD’de sergileyen siyasal
yaklaşımlardan bağımsız ele almanın mümkün olup olmadığını” sorgulamak
gerekiyor.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder