Mehmet Özay 17.10.2025
Öncelikle, şunu tespit etmekte yarar var...
Söz konusu barış sürecinin, son iki yıldır süren
çatışmaların son vermeyi hedefleyen düşüncenin ne kadarını gerçekleştirdiği
konusu önemlidir.
Muamma
barışa taraf olan yani, İsrail ve Hamas’ın, -maalesef
Filistin diyemiyoruz bu noktada-, Mısır’da yapılan görüşmelere katılmamış
olmaları, sürecin ne yönde ilerleyeceğine dair kuşkuları artıran ilgi olgu
olarak dikkat çekiyor.
Geçtiğimiz Pazartesi günü yapılan görüşmelerin ardından,
ortaya konulan söz konusu anlaşmada -diğerleri bir yana- kritik olan iki husus bulunuyor.
İlki, Hamas’ın silahsızlandırılması ve varlığına son
verilmesi; ikincisi, Gazze toprakları üzerinde “yeni bir dünyanın” inşası!
Geçtiğimiz Pazartesi günü varılan anlaşmanın ardından,
idareyi ele aldığı gözlemlenen Hamas’ın varlığı, daha ilk günden ilgili
taraflar için bir şok olsa gerek.
Bu sürecin nasıl yönetileceği ise, -en azından şu anki
görünümde- bir muamma...
Hamas-Filistin!
Filistin ve İsrail dışında, halkının çoğunluğu Müslüman
olan ülkeler ile diğer bazı ulus-devletlerin oluşturduğu uluslararası
kamuoyunun, Filistin’in bağımsız devlet olarak tanınması konusundaki
yaklaşımlarını bu süreçte hesaba katmakta yarar var.
Konu Gazze olduğuna göre, Hamas başta olmak üzere
Filistinlilerin, oluşan bu küresel ortamı bir kazanım olarak değerlendirip,
önlerine getirilen veya getirilecek olan anlaşma maddelerine pasif değil, aktif
yaklaşım sergileyecekleri ihtimal dahilindedir.
İsrail’in iki yılı bulan saldırı süreçlerinde hedefin,
Hamas’a yönelik olduğu ve bu kurumu ve yapıyı ortadan kaldırmaya matuf bir yönü
bulunduğu gizli değil.
Hamas’a kurum ve yapı diyorum çünkü, Filistinlilerin
kendi aralarında yaşanan ayrışma ve bölüşmenin ardından, Gazze bölgesinin
yönetimini üstlenen ve sürdüren bir unsur.
Örneğin, yirmi maddeli barış plânının ana hedeflerinden
biri, Gazze bölgesinin ‘Filistin’li teknokratlarca yönetimi, silahlardan
arındırılması, bir başka ifadeyle, Hamas’ın silahsızlandırılmasını hedefliyor.
Hamas’ın, bu maddenin ilk bölümünü kabul etmesine
karşılık, ikinci bölümüne -bugüne kadar-dair açıklama yapmamış olması gözlerden
kaçmayan bir husus.
‘Altın Çağ’
Öte yandan, aktörleri ister, ABD isterse, Körfez’deki
Arap ülkeleri olsun, Gazze’nin yeniden inşası ve Gazzeli Filistinlilere, ‘Altın
Çağı’nı yaşatmaya yönelik çabanın icrası, yukarıda dikkat çekilen silahsızlandırma
sürecinin önemli bir adımı olacaktır.
Söz konusu bu her iki gelişmeden herhangi birinin icraata
geçirilmesi karşısında, Hamas’ın vereceği tepki ise kanımca, sürecin en önemli
belirleyicilerinden biri anlamına gelecektir.
Altın Çağı’na ulaştırılmaya çalışılan bölgenin, bağımsız
bir devlete evrilip evrilmeyeceği konusu ise herhalde, -en azından bugünkü
şartlarda- bizzat İsrail basınının gündeme getirdiği üzere, İsrail başbakanı
Netanyahu’nun iktidarda olduğu dönem boyunca mümkün olmayacaktır.
İsrail basınının, Netanyahu’nun “kırmızı çizgisi” olarak
değerlendirdiği bu gelişmenin, ABD tarafından da, yine en azından, Trump iktidarda
olduğu sürece ortaya konul/a/mayacağı anlaşılıyor.
Filistinliler ve de Filistin’i tanıyan ulus devletler ve
uluslararası kurumların varlığının gizli/açık İsrail ve ABD’nin siyasal
yaklaşımlarıyla önemli ölçüde çeliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu çerçevede, barış ilânına doğru giden süreçte, Hamas’ı
tanıyanlarla tanımayanların, ya da genel itibarıyla, Filistin’i bağımsız bir
devlet olarak tanıyanlarla tanımayanların İsrail ve ABD’nin barış konusundaki politikalarıyla
çelişip çelişmediği sorgulanmaya değer bir hususdur.
Bu durumda, ‘Altın Çağ’ metaforunun Filistinliler için
bölgenin fiziki imarından ziyade, bir devlet olarak tanınmalarıyla
gerçekleşeceğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır.
Barış ötesi plân
İsrail’in, küresel kamuoyunun gözleri önünde soykırıma
varan saldırılarını meşrulaştırma çabasında, Hamas’a yönelik tanımlamasının belirleyiciliğine
kuşku yoktu.
Şayet Hamas, hâlâ Gazze
bölgesinde var ve etkin ve Filistin toprakları dışında ise, yönetici kadrosunun
bazı ulus-devletlerde yaşam sürerken, İsrail’in bu barış öncesi ve barış
sürecindeki tavrında, ciddi tezatlar olduğu ortada.
Benzer bir siyasal gayrete, İsrail’in askeri
saldırılarına sözlü ve fiili destek veren ABD’nin ve de ABD başkanı Donald
Trump’ın da eşlik etmesine tanık olduğumuzu hatırlayalım.
İsrail başbakanının yaptığı çeşitli açıklamalarda savaştaki
hedefin, “bu kurumu ve yapıyı yani, Hamas’ı ortadan kaldırıncaya kadar...”
olacağı yönündeki ifadelerin, bugün gelinen noktada gerçekleşmemesinin ne
anlama geldiği, üzerinde düşünülmeye değer bir husus.
Filistin topraklarında, kanın durmasına yönelik olarak
atılan barış adımının mimarı olarak öne çıkan Trump’ın, bu gerçeği göz ardı
ederek barış sürecini yürüttüğü söylenebilir mi?
Bu açıdan bakmaya devam ettiğimizde, İsrail’in ve de
dolayısıyla, Trump liderliğindeki ABD’nin ortaya koydukları barış’la, -belki
biraz naifçe gelebilir- önemli bir stratejik hâtâ yaptığını söylemek mümkün.
Ya da, -biraz daha gerçekçi olarak bakarsak, bölgede ve
Filistin topraklarındaki farklı siyasal hesaplarını gözönünde tutarak, bu
hatayı bile isteye yaptıklarını söylemek, gerçeklikten pek de uzak bir yaklaşım
olmayacaktır.
Pazartesi’nden bu yana Gazze topraklarında, fiili olarak
bölgede yeniden nizamı kurma sürecinde aktörün Hamas olmasını, İsrail ve ABD
yönetimlerinin nasıl değerlendirdiği sorusu da önemli, hiç kuşku yok ki.
Yoksa, barış söz konusu olsa da, Hamas’ın fiziki ve fiili
varlığından hareketle, İsrail ve ABD’nin yaklaşık bir hafta öncesine kadar eden
saldırılara yeniden başlamayacakları, mevcut barış maddelerince garanti altına
alınmış mıdır?
Bugün gelinen noktada, Trump’ın dünya barışına katkı
yapma adına önüne çıkan fırsatları değerlendirme konusundaki iştiyakı kadar,
İsrail’in 7 Ekim 2023’den, 13 Ekim 2025’e değin süreni saldırılarında, sözde ve
fiiliyatta yalnız bırakmaması ile çelişen bir durumla karşı karşıyayız.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder