Mehmet Özay 01.10.2025
9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 25 Aralık
1991’de Sovyet Rusya’sının on beş yeni ulus-devletin kurulmasıyla sonuçlanan
çöküşü ile başlayan değişim -ve bir anlamda gelişme-, Doğu-Batı dikotomisinde, ABD-Sovyetler
arasındaki çatışmacı bölünmüşlüğünün yerini barışın almakta olduğuna dair
emareler olarak beliriyordu.
Çözüme yönelik politikalar
Sovyet sisteminin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni
ulus-devlet Rusya Cumhuriyeti ile ABD arasında nükleer silahların son verilmese
bile, azaltılması konusundaki girişimler küresel toplumun geleceğine dair umut
verici gelişmeler olarak dikkat çekiyordu.
Batı açısından ele alındığında, Sovyetler Birliği’nin
çöküşüyle, ortada kendisiyle mücadele edilecek bir ‘güç’ olmadığına göre,
küresel sistemi ABD yapılaşmasına devredecek her hamlenin ortaya konulmasına
elverir bir durum çıkarıyordu.
İki ülke ve/ya blok arasındaki çatışmacılığın
ulaşabileceği nükleer çatışma riskinin azaltılmasına paralel olarak iklim
değişikliği ile mücadele bir diğer önemli alan olarak gündeme geliyordu.
Bu noktada, ortak ve paylaşılan dünyanın geleceğinde,
iklim değişikliğinin belirleyici olacağına dair kaygı verici veriler, bu alanda
önemli adımların atılması konusunda yakın işbirliklerine ve girişmelerin ortaya
çıkmasında bir anlamda katalizör rolü oynuyordu.
Temelde, ikinci sürecin birincisinden geri kalmayacak
denli insan eliyle üretilen ‘bozguncu’ bir yönelimin olduğuna kuşku yoktu.
AB yapılaşması umudu
Doğu-Batı güç bölüşmüşlüğü veya dikotomisinin sona ermesi
anlamına gelen ve kendini, Soğuk Savaş Sonrası dönem olarak adlandırılan süreç,
Avrupa kıtası için yeni bir imkânın oluşmasına da el verir boyutları
içeriyordu.
Bu durum, bir yandan, bizatihi Avrupa kıtasının tarihsel
ve medeniyet geçmişinin belirleyiciliği ile olduğu kadar öte yandan, yukarıda
kısaca dikkat çekilen jeo-politik değişimin de etkisiyle gündeme geliyordu.
Bu çerçevede, adına Avrupa Birliği denilen bölgesel yapı,
doğal sınırlarını aşacak ölçüde bünyesine kattığı yeni ulus-devletlerle
kültürel ve medeniyet boyutunu gelişletmeye yönelik hamleleriyle dikkat
çekiyordu.
Dönemin koşulları içerisinde, AB’ye yönelik,
“yayılmacılık” olarak adlandırılmayan bu süreç, bölgesel birliğe yeni
katılmakta olan ülkeler açısından da, hemen her açıdan, gayet cazip olduğuna
kuşku yoktu.
Avrupa’yla tarihsel ve kültürel ilişkileri olduğu ileri
sürülen bazı ülkelerin ise, Birlik bünyesine alınmaması karşısında yaşanan
hayal kırıklıkları belki de, Birlik’e kabul edilen katılımcı ülkelerin
yaşadıkları memnuniyetin bir sağlaması şeklindeydi.
Fukuyama yanıldı mı?
Francis Fukuyama’nın dünyaya ilân etme sorumluluğunu
üstlendiği ve kazananın ABD olduğu yönündeki ‘siyaset teori’sinin bir süre
sonra yanlışlığını yine, Fukuyama’nın bizatihi kendisi tarafından gündeme
getirilmek zorunda kalıyordu.
ABD’nin veya Batı’nın, teorik anlamda geri çekilmesi
anlamına gelen bu yaklaşım nasıl yorumlanmalıdır?
Batı’da, özellikle son on yıldaki gelişmelere
bakıldığında, Batı’nın ekonomi politik olarak ilişkisini de etkileyecek ölçüde,
-ki birini ötekinden ayrıştırmada haklılık payı bulunmadığını söylenebilir-
siyasal tutumlarındaki değişim, bize 1990’larda gizli olarak başlayan sürecin
tedrici evrilmesiyle birlikte, 2015’den bu yana ortaya çıkan görünüm bir kanıt
olarak önümüzde duruyor.
Bu çerçevede, Fukuyama’nın teorisini ve sonrasındaki
gelişmelerle bir kez daha okumakta yarar var.
Öyle ki, aradan geçen süre zarfında Batı, küresel
gelişmeleri kontrol edebilir olduğu -en azından görünürde- bir ortamda rasyonel
tutumlar geliştirmek yerine, bugün Trump örneğinde gayet aşikâr olduğu üzere,
irrasyonel tutumlarla küresel ekonomi-politik üzerinde güç temerküzüyle adeta,
yeni bir çatışmacı evrenin gelişmesine ön ayak oluyor.
Bu noktada, 25-30 yıllık süreçte olan bitene detaylı bir
şekilde baktığımızda bugün, aynı ABD’nin nükleer silahlar, küresel iklim değişikliği
gibi -yine Batı’nın ürettiği sorunları rasyonel politikalarla ve küresel
toplumu ikna ederek ve de onların en azından, manevi desteğini yanına alarak
değişimi yönetebilme kabiliyetinden epeyce anlam kaybettiği anlaşılıyor.
Bugünün ABD’sinin dünün Sovyetler Birliği’nin
yapılaştırmak istediği siyasal sistem ve bunun temelleri bağlamında olmasa da,
en azından, yöntem olarak aynı yerde durmadığını söylenebilir mi?

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder