18 Ekim 2025 Cumartesi

Filistin’inde sorunun kökenine dair: 2. Abdülhamit toprak vermedi, ama Yahudiler aldı / On the roots of the problem in Palestine: Abdülhamid II did not give land, but the Jews took it

Mehmet Özay                                                                                                                             18.10.2025

Yaşadığımız dönemde ortaya çıkan sorunları ve gelişmeleri salt bugünün verileriyle anlamak ve hâl yoluna koyma çabasında bulunmak mümkün değil.

Dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmeleri izleyenlerce yakından tanık olunan bu husus, Ortadoğu’da, Filistin topraklarını ve Filistinlileri ilgilendiren gelişmeler için de geçerlilik taşıyor.

Günün hızla akan gündeminde, destekçilere ve karşı tarafa mesaj yetiştirme ile sınırlı her türünden haber ağlarının bu anlamda, gördüğü işler kadar, göremediği işlevler de var.

Bu görülemeyen işlevlerin bir bölümü, kasıtlı olarak görülememekten kaynaklanırken, bir bölümü de zamansızlık, ilgisizlik ve bilgisizlikten neşet ediyor.

Bu noktada, Filistin’de olan bitenleri tarihsel-politik açıdan ele alarak, var olan sorunun anlaşılmasına çalışmakta yarar var.

Soruna analitik yaklaşım

Filistin topraklarında 1948’den bu yana gelişme gösteren ve Birleşmiş Milletler yıllık toplantılarına kadar yansıyan, fiziki ve teritoryal dağılım ortada kendini tabiri caizse, hiç’den var eden bir ulusun yani, İsrail’in varlığı olduğu sonucunu getiriyor.

Bu yaklaşım, İsrail halkının yaşam hakkı vs. gibi tartışmaların dışında olduğunu hatırlatayım.

Sorunu ele alış tarzım, kendini küresel Müslüman toplumun hamisi olarak kabul eden ve/ya küresel Müslüman toplumun en azından belirli bölümlerince kendilerinin hamisi olduğu inancına sahip oldukları bir devlette yani, Osmanlı’nın son dönemdeki gelişmelerin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek önemdedir.

Osmanlı’nın son dönemindeki gelişmeler ile sadece Osmanlı iç siyasetinin, saray ve çevresinin, saray ve çevresine muhalif olanların tekelinde ve güdümünde olan gelişmeleri kastetmiyorum.

Bunun dışında, bu adına ‘iç sorunlar ve gelişmeler’ denilen süreçler üzerinde de etkisi olduğunu güçlü verilerle ortaya koyabileceğimizi ve bu anlamda, 19. yüzyıl başlarına doğru gitmemiz gereken görece uzun bir dönemi dikkate almak gerekiyor.

Tabii, bu kısa yazıda bütün bu olan bitenleri ele alacak değilim.

Bu cümlelerle, yaşadığımız ve tanık olduğumuz bu günlerdeki bir meselenin çıkış ve gelişimi ile yönelimine konu olabilecek bazı hususların, tarihin bir bölümünde yer aldığını hatırlatmak için...

Dört temel alan

Bu yazıya temel olan hususu dört temel tarihi veri veya çıkış noktası ile ortaya koymakta yarar var.

Bunlardan ilki, Avrupa’daki gelişmeler; ikincisi, bu gelişmeler neticesinde Yahudi toplumunun göç süreci; üçüncüsü; Avrupa ülkeleri ile Osmanlı Devleti arasında yapılan ve özellikle, yine Avrupa ülkelerinin dayatması ve kısmen, Osmanlı siyasi elitinin kabulü ve onayıyla gerçekleştirilmeye çalışılan Osmanlı reform sürecinde uygulanan kapitülasyonlar; dördüncüsü, Osmanlı idare sisteminin ve çalışanlarının zaafiyetleri.

Bu dört alan, bize bugün Filistin’de yaşananların, bir başka ifadeyle, Filistin topraklarında soykırıma varacak ölçüde şiddeti normalleştiren İsrail devletinin, hangi temeller ve nedenler üzerinden ortaya çıktığına ışık tuttuğunu ileri sürüyorum.

Bununla birlikte bu alanların tümünü ele almak yerine, öne çıkarmak istediğim birkaç alanı özetle ortaya koymak istiyorum.

Çarlık Rusyası

Yahudi toplumunun Avrupa’da, özellikle de, Çarlık Rusyası sınırlarında ‘pogrom’ sürecinde doğan siyasal gelişmeler neticesinde karşı karşıya kaldığı baskılar neticesinde göç süreci ortaya çıktı.[1]

Avrupada yaşanan gelişmeler çerçevesinde, Yahudi toplumunun göç sürecinde niçin Filistin’i bir toprak parçası yani, yeni bir vatan seçmiş olduğunu anlamak için, Yahudi teolojisine dönüp bakmak gerekiyor...

Burada aklıma, örneğin, İber Yarımadası’nda 15. yüzyıl sonlarında yani, 1498 sürecinde başlayan ve 16. yüzyıl boyunca etkisini sürdüren Katolik baskısı sonrası Osmanlı topraklarına getirilen Yahudilerin o dönem Osmanlı yönetiminden, Filistin topraklarına yerleştirilme talebinde bulunup bulunmadıkları, ilginç bir araştırma konusu olabilir.

Ancak, genel itibarıyla söylemek gerekirse, aynı Yahudi toplumumun, 19. yüzyıl son birkaç on yılında Çarlık Rusya’sında tabi oldukları ayrımcılık karşısındaki göç talepleri ve isteklerinin Avrupa’nın farklı bölgelerine göç olarak yönelim sergilemesi kadar, belirli bir bölümünün kasıtlı ve istençli olarak kadim Filistin topraklarını belirlemeleri gayet önemlidir.

Bu sürece dair bir diğer önemli husus, bugün İsrail’in resmi ideolojisi olarak dikkat çekilen Siyonizmin kurucu babalarının Çarlık Rusya’sı göçünün erken evrelerinde ki, tarihçiler tarafından Siyonist-öncesi dönem olarak dikkat çekilen 1881-1897 yıllarında, henüz ortalıkla gözükmemeleridir.[2]

İlginçtir, bu dönem yani, 1880’den itibaren başlayan süreç, 2. Abdülhamid’in özellikle, Osmanlı topraklarının kayıplardan korunması amacına matuf olarak gündeme getirdiği Pan-İslamcı politikaların başlamasına denk gelmesidir.

Abdülhamit’in kendisine atfedildiği haliyle, “Yahudilere bir karış toprak vermediği” şeklinde özetlenen politikasıyla, bu sürecin tetiklemesiyle Pan-İslamcı politikaya başladığını söylemek istemiyorum.

Bu ifadeyi bir tez olarak sunabilmek için epeyce bir araştırma yapmaya gerek var. Ancak kısaca, söylemek istediğim, iki önemli tarihsel sürecin aynı anda ortaya çıkmış olmasıdır...

Göç

Rusya topraklarından çıkan Yahudi göçmenlerin, en azından bir bölümünün, muhtemelen Osmanlı coğrafyasını geçerek, Filistin’e ulaştıklarını söylemek mümkün.

Burada dikkat çekmek istediğim husus, ‘henüz’ siyasal güçleri gelişmediğini düşündüğüm Yahudi toplumunun tekil ve gruplar halinde Filistin topraklarına yerleşme çabalarının, başta 2. Abdülhamit’in politikalarına rağmen, nasıl olup da yerleşimci hale geldikleri, bir başka ifadeyle, Filistin’in farklı bölgelerinde toprak satın alıp yerleşebildikleridir.

Bu sorunun cevabı yukarıda zikrettiğim maddelerden ikincisi ile açıklanabilir bir durumdur. Yani, dönemin Avrupa devletlerinin, Kudüs’te var olan konsoloslukları vasıtasıyla Yahudi toplumunun toprak alımları ve yerleşim süreçlerinde katalizör işlevi görmeleridir.

Bu durum, bize yine ilgili maddeler içerisinde yer alan ‘kapitülasyonlar’ bağlamında Osmanlı devleti ile yapılan anlaşmalarda “bizim vatandaşlarımız... “ diye başlayan cümlelerle ilgili Avrupa devletlerinin vatandaşlarının haklarını korumalarıyla ilgili yaşanan gelişmelerdir.

Bu olguyla karşılaştımda, aklıma hemen şu soru geldi: “Filistin topraklarına göç edenler sadece, Çarlık Rusyası Yahudileri miydi?”

Herhalde değil...

Ve bu soruya verilebilecek cevap, Filistin topraklarına göçe yönelenler sadece, Çarlık Rusyası altında yaşayan Yahudi toplumu değil, aynı zamanda örneğin Avusturya-Macaristan gibi,[3] Avrupa’nın farklı ülkelerinde ‘vatandaş’ statüsü kazanmış olan Yahudiler de bulunuyordu.

Tedbirler

Osmanlı devletinde yaşanan ancak, Osmanlı toplumu ve idaresini doğrudan ilgilendiren bu dış gelişmeler üzerine Osmanlı yönetiminin, bir başka açıdan söylemek gerekirse 2. Abdülhamit’in ortaya koyduğu politikalar Kudüs Mutasarrıflığı’na atanan valilerce yönetmektir.

1881-1897 yıllarında yani, Siyonist kuruluşun kendini deklare etttiği yıla kadar, Küdus’te görev yapan valiler, Mehmet Şerif Rauf Paşa, Reşad Paşa, İbrahim Hakkı Paşa’dır...

Saraya yakınlıkları, ya da sarayın bizzat bu isimleri Mutasarrıflığa layık görmesi kasıtlı ve bilinçli olduğu ve devlet politikasının sonuna kadar uygulanması amacına matuf olduğu sonucu çıkarıyor.

İlk süreç olarak adlandırdığım bu 16 yıllık süreçte, Yahudi toplumunun Filistin topraklarına girişi, toprak satın alması ve koloni kurması yani, yerleşmesi yasaklanmakla birlikte, peyderpey Yahudilerin yerleşim bölgeli oluşturabildikleri görülüyor.

Burada birkaç faktörü göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yahudilerin bölgeye ‘seyahat’ etmelerinin yolunu açan ilk neden, dini bir sevk ve heyecan yani, “hac”.[4] Yahudiler, kendilerince kutsal addedilen topraklara hac amacıyla girebiliyorlar.

Bu noktada, herhalde İngilizler hakimiyetindeki Mısır’dan[5] aktarmalı olarak Filistin topraklarına geçtiklerini düşünmek oldukça mantıklı.

Burada bir parantez açıp, belki tıpkı bugün olduğu gibi, dün de Filistin’le ilgili gelişmelerin başlaması, sorunsal hale gelmesi ve kangrenleşmesinde Mısır’ın hem, bir coğrafya olarak ve hem de, Mısır’ı yöneten siyasiler açısından kaçınılmaz bir ilişkinin var olduğunu ileri sürüyorum.

Hac sürecini de yönettiği anlaşılan bazı kurumsal yapıların örneğin, Filistin Keşif Fon’u (Palestine Exploration Fund) gibi kurumsal yapıların ortaya çıkması,[6] bu yapıların bir yandan, Avrupa ülkelerinin Kudüs’teki konsoloslarıyla yakın işbirlikleri, öte yandan Osmanlı başkentinde örneğin, yine Avrupa elçilikleri gibi nüfuzlu alanlarla işbirlikleri dikkat çekici özellikleri oluşturuyor.

İlerleyen yıllarda özellikle yüzyılın dönümüyle birlikte Siyonist oluşumlar olarak dikkat çeken kurumların varlığı eklenecektir.

Bunlardan, İngiliz-Filistin Şirketi (Anglo-Palestine Company-APC), 1903 yılından itibaren bölgede önemli faaliyetleriyle dikkat çekmeye başladı.[7]

Bugün yakından tanık olduğumuz gibi, dün de kendine göçmen denilen kitlelerin yerleşim hakkı edinebilmelerinin bazı gizli/açık, resmi/gayrı-resmi süreçleri bulunuyor.

Bunların birisi, hiç kuşku yok ki, ‘rüşvet’...

Bugünlerde, konuyla ilgili metinleri okurken, ‘rüşvet’ olgusuyla karşılaştığımda aklıma, Suriye’ye vali olarak atanan Mithat Paşa’nın idarede öncelikli olarak uygulamaya koyduğu reformlarından biri aklıma geldi ister istemez.

Paşa, idarede yaygın olan yolsuzluk-rüşvet süreçlerinin halledilemesi halinde bölgenin yönetiminin zorluğunu fark etmesiyle merkeze yani, İstanbul’a memur maaşlarının artırılması önerisinde bulunur ve bu süreçte istediği reformu gerçekleştirir.

Mithat Paşa’nın aynı-benzeri bir coğrafya’da, Yahudi toplumunun göç süreçlerinden sadece, kısa bir süre önce görev yaptığı dikkate alınacak olursa, Suriye’deki bu reformun Kudüs’e taşınamadığı anlaşılıyor...

Yahudi toplumu adına hareket eden yapıların farklı yöntemleri de uygulamaya koydu. Örneğin, valilerin devlet toprağı yani, miri toprağın statüsünü ‘mülk’e dönüştürmesi, toprak satışının önünü açan gelişmelerden biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.[8]

Yukarıda dikkat çektiğim Yahudilerin kurdukları kurumlar süreçte, çeşitli yol ve imkânlarla sadece, toprak alımında bulunmadılar.

Belki de, bu sürece girmelerini sağlayacak şekilde, Kudüs Mutasarrıflığı’nın ihtiyaç duyduğu mali desteğe katkıda bulundular.

Mutasarrıf Kazım Bey döneminde 1.000 TL ile başlayan “borç” verme süreci 1940 yılında 56.000 TL’ye ulaşması, ilgili Yahudi kurumların ekonomi-politialarının neye tekabül ettiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Söz konusu borcun Mutasarrıfların bölgeden vergi toplayamamaları üzerine İstanbul’a göndermek üzere mali yapıları da olan ilgili kurumlardan borç almalarıdır.[9]

Yahudi yerleşimcilerin şu veya bu şekilde toprak alımlarının her aşamasında İstanbul’daki Osmanlı yönetiminden, “toprak satışının yasaklanması” emri gelse de, sürecin İstanbul’dan bağımsız işleyen mekanizmalarının devam ettiği anlaşılıyor.

Kısa olmasına gayret ettiğim bu yazıda, bugün Filistin’de karşı karşıya kalınan sorunun temellerinde hangi faktörlerin rol aldığına değinmeye çalıştım. Tarihsel gelişmelerin bugüne etkisi kadar, tarihte olan bitenlerin tek faktörlü değil, çok faktörlü nedenlerin sonucu olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var.

Bu tarihsel bilinç ve algının bugünkü sorunu çözmeye elbette bir katkısı olacaktır. Bunu hep birlikte düşünmekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/filistininde-sorunun-kokenine-dair-2-abdulhamit-toprak-vermedi-ama-yahudiler-aldi-on-the-roots-of-the-problem-in-palestine-abdulhamid-ii-did-not-give-land-but-the-jews-took-it/


[1] Mandel, Neville J. (1975). “Ottoman Practice as Regards Jewish Settlement in Palestine: 1881-1908”, Middle Eastern Studies,Vol. 11, No. 1, (January), s. 39. (33-46).

[2] A.g.e., s. 33.

[3] A.g.e., s. 40.

[4] A.g.e., s. 35.

[5] Kushner, David. (1996). “Ali Ekrem Bey, Governor of Jerusalem, 1906-1908”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 28, No. 3, (August), s. 350, 351. (349-362).

[6] Mandel, (1975). s. 34.

[7] A.g.e., s. 38.

[8] A.g.e., s. 34.

[9] A.g.e., s. 38, 39.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder