26 Ekim 2025 Pazar

Mustafa Kemal, Hindistan Müslümanları ve Filistin meselesi / Mustafa Kemal, Indian Muslims and Palestine Issue

Mehmet Özay                                                                                                                             25.10.2025

Filistin konusunda yaşananlar sadece, bugünü değil, belki de bundan daha çok dünün anlaşılmasını gerektiriyor.

Dünü hatırlamaya ve hatırlatmaya çalışanlar ise, 2. Abdülhamit Han’la sınırlı bir yaklaşım sergilemekle sınırlandırıyorlar meseleyi.

Osmanlı dışında ve dönemin hükümdarı 2. Abdülhamit’in dışında konunun tedrici olarak küresel Müslüman toplumun gündemine girdiğini unutmamak gerekiyor.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın yarısı boyunca yüksek sömürgeciliğe maruz kalan Müslüman toplumların, Filistin, Hicaz, Halifelik konusuna bigane kalmadıklarını biliyoruz.

Filistin konusunda 2. Abdülhamit’in dönemin özellikleri gereği kendi başına aldığı kararlara rağmen, sorunun Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne aktarılan boyutunda karşımıza önemli sayılabilecek bazı aktörlerin çıktığı anlaşılıyor.

Bu çerçevede, 1930 yılında gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Konferansı’nda Filistin’le ilgili olarak alınan kararanın Mustafa Kemal’e iletilmesi oldukça önemlidir.

Bu hususa dair birkaç noktayı aşağıda paylaşacağım.

Ancak öncelikle, geçen iki, üç yazıda kaleme aldığım hususları hatırlatmanın, bugünkü yazıyı anlamaya zemin hazırlayacağını düşünüyorum.

Salt ‘göç’ değil

Hatırlanacağı üzere, önceki yazılarda, Filistin’de yaşanan gelişmeleri, tarihi bir perspektiften ele almıştır.

Bu çerçevede, konuya Rusya başta olmak üzere Doğu Avrupa’da Yahudi toplumunun karşı karşıya kaldığı dışlamacılıkla başlamıştım.

Ve bu süreçte olan biten gelişmenin, Osmanlı Devleti’ne 1881’den itibaren sirayet eden yönüne değinmiştim.

Özet şuydu: “Avrupa’lı Yahudilerin finanse ettiği kurumların ekonomi ve siyasal desteğiyle Yahudi yerleşimciler, 1881’den itibaren tedrici olarak Osmanlı toprakları olan Filistin bölgesine yerleşmeye başladılar.”

Ancak, bugün olan biteni açıklama noktasında referans noktası yapılan Siyonist kurumlaşmanın 1897’de ortaya çıkması, ile sadece yerleşim meselesi değil, bir devlet kurma idealinin ortaya konulmaya başladı.

Malum süreç...  

Bu bağlamda, söz konusu bu gelişmeleri sadece, İslam tarihi yönünden değil, aynı zamanda başında bulunduğu devletin siyasi kaderi üzerinden de değerlendirdiği anlaşılan 2. Abdülhamit’in politikası bağlamında ele almıştım.

Öncesi ve sonrası

Bazı yazarların dikkat çektiği üzere, 2. Abdülhamit -girişte değindiğim üzere- dönemin bir özelliği olarak, “1897’deki Siyonist gelişmeye karşı tepkinin merkezinde yer alıyordu”.[1]

Ancak unutulan husus, 1897’ye gelinceye değin, zaten Filistin topraklarında azımsanmayacak Yahudi yerleşimci yerini almıştı bile...

Örneğin, 1882 yılında Filistin topraklarında toplam Yahudi nüfusu 24.000 civarındayken, bu sayı 1890’da 47.000’e , 1897’de 50.000’e çıkmıştı.[2]

1908’e, yani, 2. Abdülhamit’in tahtan indirilmesinden bir yıl öncesine kadar ki öneme gelindiğinde ise Filistin topraklarındaki sayısı, 80.000’i bulmuştu.[3]

Ekonomi-politiği unutmak

Bu gelişmeden kimin sorumlu olduğunu konusu ‘bireylerin’ yargılanmasından ziyade, sistemik bir olgu olarak ele alınmalıdır.

Bazı yazarlar, konuyu salt, “Siyonist koloniciler adına hareket eden Büyük Güçlerin müdahalesine” bağlarken,[4] Osmanlı bürokrasisindeki gelişmeleri gözardı etme eğilimi ya da olan biteni “istisnai sayıdaki ” uygunsuz yollara meyl eden memurlarla ilgili argümanları, “istisnasi sayı” demek suretiyle göz ardı ediyorlar.

Ancak, bu yaklaşımın kendi içerisindeki tutarsızlığı yukarıda kronolojik olarak verilen ve süreklilik arz eden gelişmeyi açıklamadığı gibi, yine daha önceki yazıda dile getirdiğim Osmanlı ekonomi-politiğini de, ne denli göz ardı ettiklerini ortaya koyuyor.

Yahudi yerleşimcilerin tedrici olarak artan kolonilerinin varlığını, salt Batılı güçlerin siyasal denilebilecek yaklaşımlarıyla açıklamanın yetersizliği ortadadır...

Temelde olan biten, daha önceki yazıda vurguladığım üzere, bu kronolojik gelişmelere rağmen, Filistin topraklarına Yahudi toplumunun yerleşimi konusunu bunun dışında, önce Yahudi toplumunun Avrupa ihdas ettiği ekonomi-politiğin ve de bu ekonomi-politiğin -en azından, 1836’dan itibaren Osmanlı Devleti’ni etkilemeye başlayan yeni ekonomi-politik süreçle doğrudan bir yansıması olaraka ele almak gerekiyor.

Ve, hiç kuşku yok ki, Osmanlı’nın Yahudi yerleşimciler olgusu karşısında, tüm yasa ve yaptırım süreçlerine rağmen, gelişmelere mani olamayışını da, Osmanlı ekonomi-politikası ile açıklamak, olan biteni uzun dönemli bağlamıyla değerlendirmeyle anlaşılabilir.

2. Abdülhamit, önemli bir devlet adamı olduğunu kanıtlayacak şekilde, tahttan indirilmesinin ardından, Siyonistlerin Filistin topraklarındaki varlıkları ve girişimlerine atıfla, 1911 yılında yaptığı belirtilen bir açıklamada, “Böyle giderse, Filistin’de kendi devletlerini kuracaklar” ifadesi,[5] gayet manidardır.

Hindistan Müslümanları ne diyor?

Hindistan Müslümanları’nın özellikle ‘Halifelik’ meselesindeki tutumları genelde bilinen birhusustur.

Bu noktada, Halife Hareketi (The Khilafat Movement) olarak da bilinen, dini-siyasal yapılaşma, belki de, İslam coğrafyasının farklı bölgelerinden ayrı olarak süreklilik arz etmiştir.

1930 yılında, Tüm Hindistan Müslümanları konferansı’nda ise Filistin konusuna dair alınan karar, Hindistan Müslümanlarının yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne bakışına ve değerlendirişine dair de bir ışık tutuyor. Adı ‘Hindistan Müslümanları Konferansı’ olsa da, delegeler arasında Sri Lanka, İran, Afganistan’dan da temsilcilerin olması açıkçası, ‘Hint Alt Kıtası’ bağlamına gönderme yapıyor. Elli bin (50.000) katılımcının olması, dini-siyasi elitlerin dışında kollektif bir siyasal eylemi akla getiriyor.

İlgili konferans yetkililerince 15 Nisan 1930 tarihinde Bombay’dan gönderilen belgede yer alan bazı ifadeler, bölge Müslümanlarının Filistin konusunda sergilediği yaklaşım kadar, muhatap aldıkları Mustafa Kemal’den ve de Türkiye’den beklentileri açısından da incelenmeyi ve anlaşılmayı gerektirmektedir.

İlgili metinde, Hindistan Müslümanları’nın “Balfour Deklarasyonu”na atıf yaptıkları görülüyor. Deklarasyonun 1917’de ilan edildiği hatırlanacak olursa, aradan geçen 13 yıllık süre zarfında Filistin topraklarında sürecin bitmediği aksine daha da derinleştiği anlaşılıyor.

“... Her mezhepten ve her kesimden Müslüman, Filistin'deki Arap kardeşlerine taziyelerini iletmek üzere davet edildi ve hepsi Kutsal Topraklar halklarının hakları ve özgürlükleri için kararlılıkla durma sözü verdi.” denilerek ilgili bölgede Müslümanlararası daynışmayı ortaya koyuyor.

Bu mesajın Mustafa Kemal’e yönelik yanı ise, “... Bu asil davada nüfuzunuzu kullanmanızı ve Ceziret-ül Arap'ın kutsal bölgesinde Filistin'in özgür yönetimini kurmamıza yardımcı olmanızı rica ediyoruz” olmuştur.

Hindistan Müslümanlarının bu konferansı, Filistin Kutsal Topraklarının Ceziret-ül-Arab'a dahil edilmesinin yalnızca Filistin Müslümanlarının değil, tüm Müslüman dünyasının emaneti olduğunu ve bu nedenle

“... Hindistan Müslümanlarının, Filistin'deki mevcut durum ve gelecekteki yönetimi konusunda derin endişe duyduklarını ve Müslümanların yüzyıllardır hem Hıristiyanların hem de Yahudilerin kendi inançlarının ilkelerine göre Filistin'e hac ziyareti gerçekleştirmelerine izin vermiş olmasına rağmen, bu aşamada Filistin'in, çoğunluğu Müslüman olan ve Balfour Deklarasyonu yapılmadan önce Hıristiyanlar ve Yahudi sakinleriyle mükemmel bir barış ve uyum içinde yaşayan Filistin'in asıl sakinlerinin dışlanması ve zararına olacak şekilde tüm dünya Yahudileri için bir ‘yerleşim’ olarak (dumping ground) kullanılmasına izin veremeyeceklerini ve Hindistan Müslümanlarının yoksul Filistinli Müslümanların göçmenler tarafından ata topraklarından zorla alınmasına tahammül edemeyeceğini ve yönetim politikasında bir değişiklik yapılması ve Toprak Yabancılaştırma Yasası'nın yürürlüğe konulması konusunda ısrarcı olmaları gerektiğini beyan eder...”[6]

Mustafa Kemal’in ve Ankara hükümetinin bu gelişme karşısında, ne tür bir açıklama yaptığını -şimdilik araştırma sürecine bırakıyorum.

Ancak, burada ortaya koymak istediğim husus, bugün karşı karşıya olunan Filistin sorununun uzun dönemli bir yaklaşımla, farklı aktör ve kurumların tutum ve eğilimleriyle anlaşılabileceğini hatırlatmaktır.

1880’li yılların başından yüzyılın sonuna değin Filistin topraklarında valilik yapan Osmanlı yetkililerinin tutumundan başlayarak tekil açıklamaların bize herhangi kapsamlı veri sağlamayacağı ve bugün olan biteni anlamlandırmamıza olanak tanımayacağı ortadadır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/mustafa-kemal-hindistan-muslumanlari-ve-filistin-meselesi-mustafa-kemal-indian-muslims-and-palestine-issue/



[1] Öke, Mim Kemal. (1982). “The Ottoman Empire, Zionism and the Question of Palestine (1880-1908)”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 14, No. 3, s. 333. (329-341).

[2] Mandel, Neville J. (1975). “Ottoman Practice as Regards Jewish Settlement in Palestine: 1881-1908”, Middle Eastern Studies, Vol. 11, No. 1, (January), s. 35, 36. (33-46).

[3] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 336.

[4] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 336, 338.

[5] Öke, Mim Kemal. (1982). A.g.e., s. 338.

[6] BOA, 2763.47976.229221-2.1930.4.25.

21 Ekim 2025 Salı

Japonya’da istikrara doğru: Sanae Takaichi yeni başbakan / Towards stability in Japan: Sanae Takaichi is the new prime minister

Mehmet Özay                                                                                                                             21.10.2025

Ve Japonya’da, ilk kadın başbakan iş başında...

4 Ekim’de iktidardaki Liberal Demokrat Parti’de (Liberal Democrat Party-LPD), başkanlığına seçilen Sanae Takaichi, alt kamara’a bugün yapılan oylama sonrasında, ülkenin yeni başbakanı olarak ilân edildi.

LPD’de yaşanan başkanlık değişimin ardından, Sanae Takachi yeni bir koalisyonla hükümeti başarıyla kurdu.

İktidar söylem ve değişim

‘Demir lady’ lakaplı Takaichi’nin, ‘ultra milliyetçilik söylem ve sembolik eylemlerinden’ ziyade özellikle, ekonomi alanında önemli adımlar atması bekleniyor.

Bu noktada, Sanae Takachi, 4 Ekim’den bu yana başbakanlığa hazırlanırken, iktidar olmanın gerekliliğini anlayarak söylem ve eylem geliştirdiğine tanık olunuyor.

Örneğin, Çin’le ilişkiler konusunda rasyonel yaklaşımda bulunurken, geçen hafta milliyetçi ruhun sembolizmi olan Yasukuni Tapınağı’nda geçen hafta yapılan törene katılmamasıyla, ülke siyaset dünyasına ve kamuoyuna önemli bir mesaj vermiş gözüküyor.

Ve bu gelişmelerin ardından bugün, Sanae’nin başbakan olarak atanmasına, Tokyo borsası zirve yaparak oldukça önemli bir tepki vermesi, iş çevrelerinde beklentinin olumlu ve yüksek olduğunun ifadesi olduğuna kuşku yok.

Kadın başbakan ve birlik

Japonya’da, son beş yıldır devam eden siyasi türbülasyon nihayet, bir kadın başbakan’la yeni bir evreye girme yolunda.

Özellikle, iktidar partisi LPD’de, yaşanan yolsuzluklar, seçmenlerde ve ardından, parlamentoda güven kaybına yol açarken, son beş yılda üç parti başkanı ve dolayısıyla, başbakanın değişmesine neden oldu.

64 yaşındaki Sanae Takachi, alt kamarada yapılan ilk oylamada, başbakan olmasını sağlayacak oyu almayı başardı.

Üst kamaranın da yeter oy vermesinin ardından, Sanae Takaichi, İmparator’un huzurunda ülkenin yeni başbakanı olarak atanarak resmen göreveine başlayacak.

Sanae Takaichi, parlamentoda başbakan seçilmesinin ardından, sabık başbakanlar Shigeru Ishiba ve Fumio Kishida’ ile yan yana fotoğrafı, parti içi disiplin ve birliğe işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Bu gelişmenin, önümüzdeki süreçte Parlamento’da da yansımasını sunacağını ileri sürebiliriz.

Yeni ittifak

İktidardaki LPD ve küçük ortağı Koemi, son bir yıldır yapılan iki seçimin ardından, parlamentoda üçte ikilik çoğunluğu kaybetmişti.

Bugün alt kamarada yapılan başbakanlık seçimi, bu nedenle önemli bir başarı olarak kabul ediliyor.

4 Ekim’de LPD bünyesinde yapılan parti başkanlığı yarışını diğer dört erkek adaya karşı başarıyla önde tamamlayan Sanae’nin ikinci sınavı, onun bir anlamda başbakanlık yolunu da açacak olan yeni bir ittifak arayışına girmesi oldu.

10 Ekim’de LPD’nin uzun dönemdir iktidar ortağı okan Koemi yönetimi, Sanae Takachi’nin “ultra” olarak değerlendirilen siyasal bakış vizyonu nedeniyle ittifaktan ayrılma kararı aldı.

Bu gelişmeyi, LPD içerisinde yaşanan başkanlık değişimi sonrasında, parlamentoda iktidar yapısının da, önemli bir değişime konu olmasını getirecek bir süreç olarak değerlendirmek gerekir.

Azınlık hükümetine konu olan LPD+Koemi iktidarının, Sanae’nin başbakanlığını tehlikeye atacağını göz ardı etmek mümkün değildi.

Bu nedenle, Sanae, LPD kurmaylarıyla parlamentoda yeni bir ittifak ortağı arayışında kararı, yıldızı parlayan ve aynı zamanda reformcu söylemin sözcüsü olarak da adlandırılan Japonya Yenilenme Partisi (Japan Innovation Party-JIP) buldu.

Kabineye yeni isimler

Japonya’da yeni kabinenin en önemli özelliğini, birilk kabul edilen başbakan’ın kendisi yani, Sanae Takaichi oluşturduğuna kuşku yok.

Batılı anlamda bir feminist ya da katı/radikal bir feminist olarak kabul edilemeyecek olan Sanae Takaichi, diğer politik görüşlerinin aksine, daha orta yolcu bireğilim izleme yanlısı olduğunu söylemek mümkün.

Öyle ki, hem, partisi LPD’de ve hem de, iktidar yapılaşmasında toplumsal cinyiset olgusunu anlamlı bir şekilde gözetme yanlısı bir politika izliyor.

Bu çerçevede, siyasal gözlemciler Japon siyasetinde temsiliyet noktasında, Kuzey Avrupa ülkelerine benzer bir gelişmeyi öngördükleri anlaşılıyor.

Sanae Takaichi parlamentoda başbakan seçilmesinin ardından, açıkladığı kabinede iki bayan bakan yer alıyor.

Bunlar, Maliye Bakanı Satsuki Katayam ve Ekonomik güvenlikten sorumlu bakan Kimi Onoda. Bu iki kadın siyasetçiye ilâve olarak, kabine sekreterliğini de bir Minoru Kihara üstlendi.

Umutvar gelecek

Japonya bir anlamda, karizmatik lider Şinzo Abe’nin sağlık sorunları nedeniyle siyasetten çekilmesi ve ardından, suikaste kurban gitmesiyle önemli bir psikolojik gerileme uğradı.

Bu durum, iktidar partisinde belki de bir anlamda var olan dengeleri sarsarken, iktiar olmanın getirdiği doğal bir sonuç olarak, yapılan seçimlerde parlamentoda da güvenoyunu ve de çoğunluğu kaybetti.

Bugün ise, Japonya siyasetinde Sanae Takachi ile yeni bir evrenin başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Sanai Takaichi’nin önce iktidar partisi LPD’de başkan ve ardından başbakan olarak seçilmesi Japonya’da siyasi istikrarsızlık yerini dengeye bırakma yolunda olduğunun işaretidir.

Her ne kadar gözler öncelikle iç iyaset, ekonomi, toplumsal sorunlara odaklanmış gözükse de, Sanai Takaichi başbakanlığında Doğu Asya, Asya-Pasifik ve küresel gelişmeler yeni hükümetin ne tür tepkiler ve katkılar sağlayacağı izlenmeye değer olacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/japonyada-istiktara-dogru-sanae-takaichi-yeni-basbakan-towards-stability-in-japan-sanae-takaichi-is-the-new-prime-minister/

20 Ekim 2025 Pazartesi

Filistin meselesi ve Yahudi ekonomi-politiği / The Palestinian issue and Jewish economics and politics

Mehmet Özay                                                                                                                             20.10.2025

Filistin konusunun, Osmanlı Devleti’nin son birkaç on yılına damgasını vuran önemli bir gelişme olması kadar, Osmanlı’nın siyasi ve teritoryal varlığının/egemenliğinin sona ermesi ve bu sona erişin ‘niçin ve nedenleri’ arasında ekonomi-politiğin önemine kısaca değinmekte yarar var.

Bu kısa yazıda, Filistin-Yahudi yerleşimciler ve Osmanlı, ile -belki de pek çok kişi tarafından ilgiyle ele alınacağını umduğum- ‘Açe’ arasında, bir ekonomi politik ilişkisini gündeme getireceğim.

Nabka ve Açe

Yaklaşık on yıl önce bir yüksek öğretim kurumunda görev yaparken, Açe’den gelen birkaç genç misafir ve İstanbul’daki öğrencilerle, “Açe’de gazetecilik ve entellektüalism” başlıklı küçük bir konuşma tertip etmiştik.

15 Mayıs’a denk gelen o gün, bulunduğumuz salonun bitişiğine ise, Filistin’de “Nabka” günü dolayısıyla bir başka etkinlik vardı.

Konuşmaya başlarken, öteki salondaki etkinliğe atıfta bulunarak, “Şayet, Osmanlı Açe’deki gelişmeleri anlamış olsaydı, bugün Filistin sorunu ile karşılaşmazdık” demiştim.

Elbette, salonda bulunan az sayıdaki izleyiciden, cevap gelmesini beklemiyordum, gelmedi de.

Kastım, tabii ki, öteki salonda tertip edilen konuşmanın anlamsızlığını ortaya koyma değildi...

Ancak, o tür konuşmaların bitmek tükenmek bilmeyen hamasetle dolu yönelimlerinin ne bize, ne Filistinlilere bir katkısı olduğu konusunda beslediğim şüpheyi bir şekilde ortaya koymaktı.

Bunun ötesinde, sergilediğim bu yaklaşımla, aynı zaman diliminde/aynı mekânda, yan yana bulunan iki salondaki etkinliklerin irtibatını kurmaktı.

Biz, Filistin konusu da biliyorduk, ancak, ötekiler Açe’yi ve Malay dünyasını bilmiyorlardı... Kanımca, temel ayrım bu ve hatta, bunun ötesindeydi.

Malum olduğu üzere, Nabka günü, Filistinlilerin kendi topraklarından sürgün edildikleri 15 Mayıs 1948 tarihine referans yapıyor.

Oysa, Filistin olgusu ve içinde bulunduğu durum, Nabka’dan ötedir...

Benim, Açe-Osmanlı bağlamındaki sorgulamam ve argümanım ise, tarihin erken dönemlerinden başlayarak 19. yüzyılın son çeyreğine değin uzanan ve uzun aralıklarla ve de Açelilerin öncülüğüyle gerçekleşen iletişim kurma çabasına yönelik ciddi bir hatırlatmaydı...

Son günlerde kaleme aldığım yazıların devamı olarak, aşağıda dikkat çekeceğim Yahudi ekonomi-politiğinin Osmanlı üzerinde oluşturduğu ekonomik ve siyasal baskının ‘Tanzimat’ın bir devamı olduğuna kuşku yok.

Doğu Avrupa ve Pogrom

Geçen gün kaleme aldığım yazıda, 1881 yılından başlayarak 1897’de Zionist Teşkilat’ın kurulduğu 1897 yılına kadar Osmanlı’ya bağlı bir eyalet bünyesindeki özellikle de, Küdus Mutasarrıflığı’ndaki Yahudi yerleşimcilere dair gelişmeleri, birkaç önemli yayın üzerinden ortaya koymaya çalıştım.

Dört temel madde üzerinden açıklamaya çalıştığım hususla, bugün Filistin’de olan biteni, acaba dün, yani Yahudi yerleşimcilerin bağlamı dikkate alındığında, görece erken denilebilecek dönemde ne tür gelişmeler olduğunu kısaca ortaya koyarak açıklık getirmekti.

Öyle ki, Osmanlı devleti’nce, Rusya’da ‘pogrom üzerinden ve Doğu Avrupa bölgesinden başlayarak, çeşitli Avrupa ülkelerinde maruz kaldıkları ‘dışlamacılık’ üzerine göç süreçleri başladı.[1]

Yahudi toplumunun Filistin topraklarında toprak satın almaları yasaklanmış olmakla birlikte, mevcut açıklardan, yönetici karakteristiğinin yolsuzlukla ilgili yönelimlerinden, ilgili Batılı devletlerin elçi ve konsoloslarının siyasal baskılarından hareketle, Küdus ve çevresinde giderek artan sayıda yerleşmeleri söz konusu oldu.

İlginçtir, Rusya’dan Yahudi akınının Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında da, örneğin 1927, Anadolu üzerinden devam ettiği görülüyor.[2]

Yahudilerin uyguladıkları yöntemlerden biri hac maksadıyla en azından üç aylığına Küdus’e giriş yapmaları; karşılaşılan zorlukları Batılı ülkelerin bölgedeki konsolosları ve İstanbul’daki elçileri vasıtasıyla çözüme kavuşturmaları; bölgede yerleşik olan Yahudiler üzerinden toprak satın almaları; vatandaşlık talebinde bulunmaları gibi gelişmeler dikkat çekicidir.

Bu gelişmelerde, iç ve dış olmaka üzere iki temel husus olduğu aşikâr. Bu husus, önceki yazılarda olduğu gibi burada da, kısaca dikkat çekiyorum.

Osmanlı idaresi ve Tanzimat’ın yetersizliği

İç faktör ise Osmanlı idari sistemi, memur kadrolarının yolsuzlukları, ki, örneğin Küdus mutassarrıflarından Reşid Bey’in, “yasadışı yollardan Yahudilere toprak satışıyla ilgili suçlamalara maruz kalması ve ardından, Manastır’a atanması”,[3] taşra eyaletlerinin temel sorumluluğunun merkeze vergi taşıma yükü ile belirlenmişliği gibi olguları yok saymak mümkün gözükmüyor.

Yahudi yerleşimciler belki de, dönemin küresel sermayesinin bir bölümünü oluşturan veya bu kurumların desteğin ialan yapılaşmalarıyla Küdus ve çevresinde ekonomik faaliyetlere de girişmiş olmaları sorunun, salt yerleşimci sorunu olmaktan öte bir boyuta evrildiğini ortaya koyuyor.

Kaynaklara dikkatle bakıldığında mutassarrıf Ali Ekrem Bey’in Yahudi yerleşimcilerin, salt dini saiklerle sınırlı olmayan bunun dışında ve ötesinde ekonomik nedenleri de içeren boyutlarıyla bölgede nüfus ve teritoryal hakimiyet hedeflerini gördüğü anlaşılıyor.[4]

Mutasarrıfların, merkeze yani, İstanbul’a vergi sağlama gibi birincil ve öncelikle sorunla yüzleşmeleri, “hem davet ve hem icab” koşullarıyla Yahudi kurumlarından edinilen borçların[5] ekonomik bir borç olmaktan çıkıp, siyasal sorun ve -kimileri için- siyasal çözüme evrilme eğilimi güç kazandığına kuşku yok.

Bu durum, Osmanlı idaresinin ve siyasetinin gündemine ister istemez, Yahudi ekonomi-politiğinin girdiğine işarettir.

Örneğin, adını önceki yazıda zikrettiğim, Filistin Keşif Fon’u (Palestine Exploration Fund) Yahudi Koloni Birliği (Jewish Colonization Association-JCA) gibi kurumsal yapıların ilerleyen süreçte yatırımcı rolü üstlenmesi Yahudi yerleşimciler konusunda gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyor.

Bu noktada, Osmanlı arşivlerinde yer aldığı üzere, örneğin “Yafa-Küdus Hattı üzerinde Bi’ru-Abad bölgesinde hafriyat çalışmaları için ilgili kurumlardan ruhsat alarak faaliyete geçmesi” gibi gelişmeler özellikle ele alınmayı ve dikkatle incelenmeyi hak ediyor.[6]

Tanzimat ve sonrası

Bu gelişme, Osmanlı’da, ‘Tanzimat’la başlayan ve Avrupa ülkelerine giderek artan ekonomik bağımlılığın, Küdus ve Yahudi yerleşimciler gelişmesinde bir başka vecheden yaklaşık yarım yüzyıl sonra benzer ve de paralel bir süreç olarak içine sürüklendiği durumu göstermesi açısından gayet önemlidir.

Bu durum, temelde Osmanlı sisteminde var olan hem, ekonomik ve hem de, bürokratik yolsuzlaşmanın varlığına gönderme yapıyor.

Herhalde, burada durup bir kez daha, Cevdet Paşa’dan Mithat Paşa’ya değin dönemin siyasi fotoğrafını çeken isimlere ve görüşlerini dikkatlice incelemek gerekiyor...

Nihayetinde, adına ‘Tanzimat’ denilen sürecin var olan bu iki temel problemli alanı kontrole, yeniden inşaya ve hatta baştan başa değiştirmeye matuf olduğu hatırlandığında ve aynı sürecin, çeşitli vesilelerle akamete uğramasının Küdus ve Yahudi yerleşimciler meselesi kadar belki de, yeni yüzyılla, yani 20. yüzyılın başıyla birlikte, diğer bazı yeni gelişmelerde de, Osmanlı’nın gayet önemli baş ağrısı haline gelmiştir.

Açe’yle ilgisi!

Gerek, Tanzimat ve gerekse, onun doğrudan uzantısı olduğunu ileri sürdüğüm Yahudi yerleşimciler meselesinde temel etken ekonomi-politik bağlamda karşımıza çıkıyor.

Bazılarının, “Osmanlı maliyesi” olarak ele alıp değerlendirmeyi tercih ettikleri meselenin, ekonomi-politik olarak ana bir başlık altında değerlendirilmesi, ilgili dönemleri ve gelişmeleri anlama açısından gayet önemlidir.

Osmanlı maliyesi yani, gelir ve giderler hususu malum uzmanlarınca ele alındığını biliyoruz.

Ancak, ele alınmayan husus, Osmanlı’nın ekonomi-politiğinin nasıl ve ne şekilde geliştiği, hangi koşullarda durakladığı ve gerilediği ve kasıtlı ve bilinçli olarak ekonomi politik alana niçin ilgi gösterilmediği gibi bir dizi soruya kayda değer, tatminkar cevaplar üretilip üretilmediğiyle alakalıdır.

Osmanlı maliyesi konusu önce ekonomi-politik erçevede ele alıp ardından küresel gelişmeler üzerinden değerlendirdiğimizde, karşımıza Hint Okyanusu gelişmeleri ve Sumatra’da Açe faktörünü küresel gelişmelere paralel olarak ele almak gerektiğini bir akademik öneri olarak öne sürüyorum.

Sorunu diğer bazı yazılarımda kısmen ele aldığım için burada bu olgunun detaylarını ortaya gerek olmadığı kanaatindeyim.

Ancak, kısaca söylemek istediğim Osmanlı’nın son yüz elli yılında karşı karşıya kaldığı ekonomi-politik dar boğazların ortaya çıkışı ve gelişimini, Osmanlı idaresinin ondan birkaç yüzyıl önce, diyelim ki, 16. yüzyıl ilk yarısında- Hint Okyanusu merkezli gelişme gösteren küresel ekonomi-politik gelişmelere tutum ve refleksinden bağımsız ele almak mümkün değildir.

Ve söz konusu küresel ekonomi-politiğin, kimi yazarlara emperyal dönem olarak da anılan, bizim ise ‘yüksek sömürgecilik’ olarak adlandırdığımız, 19. yüzyıl ilk yarısından itibaren görülmesine karşın, Osmanlı’nın yine, genelde Hint Okyanusu ve özelde Sumatra’da Açe odaklı gelişmelere yönelik politik yaklaşımlar hiç kuşku yok ki, Osmanlı ekonomi-politiğinin 19. yüzyılın sonunda düştüğü duruma neden olmuş gözükmektedir.

Bugün Filistin topraklarında karşı karşıya kalınan gelişmelerin salt dini (fundamentalist evanjelist), Yahudi milliyetçiliği (siyonizm), küresel güçlerin oyun alanı vb. tanımlamalarla anlamlandırmak mümkün değildir.

En azından, Osmanlı devleti söz konusu olduğunda, Yahudi yerleşimciler meselesi ile toprak kayıplarının sürgit devam etmesinin başta Osmanlı devleti olmak üzele Müslüman toplumların ekonomi-politik süreçlerde ne yapıp ettikleriyle ya da ne yapıp etmedikleriyle de bağlantısı bulunmaktadır.

Belki, tüm yaşananları Nabka’nın dışında ve ötesinde, yeniden ve farklı bir bakış açısıyla ele almakta yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/filistin-meselesi-ve-yahudi-ekonomi-politigi-the-palestinian-issue-and-jewish-economics-and-politics/



[1] Kushner, David. (1996). “Ali Ekrem Bey, Governor of Jerusalem, 1906-1908”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 28, No. 3, (August), s. 351. (349-362); Mandel, Neville J. (1974). “Ottoman Policy and Restrictions on Jewish Settlement in Palestine: 1881-1908-Part I”, Middle Eastern Studies, Vol. 10, No. 3, (October), s. 312. (312-332).

[2] BOA, 571.35995.141854.89.1927.9.22.

[3] Mandel, Neville J. (1975). “Ottoman Practice as Regards Jewish Settlement in Palestine: 1881-1908”, Middle Eastern Studies, Vol. 11, No. 1, (January), s. 39. (33-46).

[4] Kushner, David. (1996). A.g.e., s. 354.

[5] Mandel, Neville J. (1975). A.g.e., s. 39.

[6] Mandel, Neville J. (1975). A.g.e., s. 37; BOA, BEO.3744.280775.24.04.1328.(5 Mayıs 1910).

18 Ekim 2025 Cumartesi

Filistin’inde sorunun kökenine dair: 2. Abdülhamit toprak vermedi, ama Yahudiler aldı / On the roots of the problem in Palestine: Abdülhamid II did not give land, but the Jews took it

Mehmet Özay                                                                                                                             18.10.2025

Yaşadığımız dönemde ortaya çıkan sorunları ve gelişmeleri salt bugünün verileriyle anlamak ve hâl yoluna koyma çabasında bulunmak mümkün değil.

Dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmeleri izleyenlerce yakından tanık olunan bu husus, Ortadoğu’da, Filistin topraklarını ve Filistinlileri ilgilendiren gelişmeler için de geçerlilik taşıyor.

Günün hızla akan gündeminde, destekçilere ve karşı tarafa mesaj yetiştirme ile sınırlı her türünden haber ağlarının bu anlamda, gördüğü işler kadar, göremediği işlevler de var.

Bu görülemeyen işlevlerin bir bölümü, kasıtlı olarak görülememekten kaynaklanırken, bir bölümü de zamansızlık, ilgisizlik ve bilgisizlikten neşet ediyor.

Bu noktada, Filistin’de olan bitenleri tarihsel-politik açıdan ele alarak, var olan sorunun anlaşılmasına çalışmakta yarar var.

Soruna analitik yaklaşım

Filistin topraklarında 1948’den bu yana gelişme gösteren ve Birleşmiş Milletler yıllık toplantılarına kadar yansıyan, fiziki ve teritoryal dağılım ortada kendini tabiri caizse, hiç’den var eden bir ulusun yani, İsrail’in varlığı olduğu sonucunu getiriyor.

Bu yaklaşım, İsrail halkının yaşam hakkı vs. gibi tartışmaların dışında olduğunu hatırlatayım.

Sorunu ele alış tarzım, kendini küresel Müslüman toplumun hamisi olarak kabul eden ve/ya küresel Müslüman toplumun en azından belirli bölümlerince kendilerinin hamisi olduğu inancına sahip oldukları bir devlette yani, Osmanlı’nın son dönemdeki gelişmelerin yeniden gözden geçirilmesini gerektirecek önemdedir.

Osmanlı’nın son dönemindeki gelişmeler ile sadece Osmanlı iç siyasetinin, saray ve çevresinin, saray ve çevresine muhalif olanların tekelinde ve güdümünde olan gelişmeleri kastetmiyorum.

Bunun dışında, bu adına ‘iç sorunlar ve gelişmeler’ denilen süreçler üzerinde de etkisi olduğunu güçlü verilerle ortaya koyabileceğimizi ve bu anlamda, 19. yüzyıl başlarına doğru gitmemiz gereken görece uzun bir dönemi dikkate almak gerekiyor.

Tabii, bu kısa yazıda bütün bu olan bitenleri ele alacak değilim.

Bu cümlelerle, yaşadığımız ve tanık olduğumuz bu günlerdeki bir meselenin çıkış ve gelişimi ile yönelimine konu olabilecek bazı hususların, tarihin bir bölümünde yer aldığını hatırlatmak için...

Dört temel alan

Bu yazıya temel olan hususu dört temel tarihi veri veya çıkış noktası ile ortaya koymakta yarar var.

Bunlardan ilki, Avrupa’daki gelişmeler; ikincisi, bu gelişmeler neticesinde Yahudi toplumunun göç süreci; üçüncüsü; Avrupa ülkeleri ile Osmanlı Devleti arasında yapılan ve özellikle, yine Avrupa ülkelerinin dayatması ve kısmen, Osmanlı siyasi elitinin kabulü ve onayıyla gerçekleştirilmeye çalışılan Osmanlı reform sürecinde uygulanan kapitülasyonlar; dördüncüsü, Osmanlı idare sisteminin ve çalışanlarının zaafiyetleri.

Bu dört alan, bize bugün Filistin’de yaşananların, bir başka ifadeyle, Filistin topraklarında soykırıma varacak ölçüde şiddeti normalleştiren İsrail devletinin, hangi temeller ve nedenler üzerinden ortaya çıktığına ışık tuttuğunu ileri sürüyorum.

Bununla birlikte bu alanların tümünü ele almak yerine, öne çıkarmak istediğim birkaç alanı özetle ortaya koymak istiyorum.

Çarlık Rusyası

Yahudi toplumunun Avrupa’da, özellikle de, Çarlık Rusyası sınırlarında ‘pogrom’ sürecinde doğan siyasal gelişmeler neticesinde karşı karşıya kaldığı baskılar neticesinde göç süreci ortaya çıktı.[1]

Avrupada yaşanan gelişmeler çerçevesinde, Yahudi toplumunun göç sürecinde niçin Filistin’i bir toprak parçası yani, yeni bir vatan seçmiş olduğunu anlamak için, Yahudi teolojisine dönüp bakmak gerekiyor...

Burada aklıma, örneğin, İber Yarımadası’nda 15. yüzyıl sonlarında yani, 1498 sürecinde başlayan ve 16. yüzyıl boyunca etkisini sürdüren Katolik baskısı sonrası Osmanlı topraklarına getirilen Yahudilerin o dönem Osmanlı yönetiminden, Filistin topraklarına yerleştirilme talebinde bulunup bulunmadıkları, ilginç bir araştırma konusu olabilir.

Ancak, genel itibarıyla söylemek gerekirse, aynı Yahudi toplumumun, 19. yüzyıl son birkaç on yılında Çarlık Rusya’sında tabi oldukları ayrımcılık karşısındaki göç talepleri ve isteklerinin Avrupa’nın farklı bölgelerine göç olarak yönelim sergilemesi kadar, belirli bir bölümünün kasıtlı ve istençli olarak kadim Filistin topraklarını belirlemeleri gayet önemlidir.

Bu sürece dair bir diğer önemli husus, bugün İsrail’in resmi ideolojisi olarak dikkat çekilen Siyonizmin kurucu babalarının Çarlık Rusya’sı göçünün erken evrelerinde ki, tarihçiler tarafından Siyonist-öncesi dönem olarak dikkat çekilen 1881-1897 yıllarında, henüz ortalıkla gözükmemeleridir.[2]

İlginçtir, bu dönem yani, 1880’den itibaren başlayan süreç, 2. Abdülhamid’in özellikle, Osmanlı topraklarının kayıplardan korunması amacına matuf olarak gündeme getirdiği Pan-İslamcı politikaların başlamasına denk gelmesidir.

Abdülhamit’in kendisine atfedildiği haliyle, “Yahudilere bir karış toprak vermediği” şeklinde özetlenen politikasıyla, bu sürecin tetiklemesiyle Pan-İslamcı politikaya başladığını söylemek istemiyorum.

Bu ifadeyi bir tez olarak sunabilmek için epeyce bir araştırma yapmaya gerek var. Ancak kısaca, söylemek istediğim, iki önemli tarihsel sürecin aynı anda ortaya çıkmış olmasıdır...

Göç

Rusya topraklarından çıkan Yahudi göçmenlerin, en azından bir bölümünün, muhtemelen Osmanlı coğrafyasını geçerek, Filistin’e ulaştıklarını söylemek mümkün.

Burada dikkat çekmek istediğim husus, ‘henüz’ siyasal güçleri gelişmediğini düşündüğüm Yahudi toplumunun tekil ve gruplar halinde Filistin topraklarına yerleşme çabalarının, başta 2. Abdülhamit’in politikalarına rağmen, nasıl olup da yerleşimci hale geldikleri, bir başka ifadeyle, Filistin’in farklı bölgelerinde toprak satın alıp yerleşebildikleridir.

Bu sorunun cevabı yukarıda zikrettiğim maddelerden ikincisi ile açıklanabilir bir durumdur. Yani, dönemin Avrupa devletlerinin, Kudüs’te var olan konsoloslukları vasıtasıyla Yahudi toplumunun toprak alımları ve yerleşim süreçlerinde katalizör işlevi görmeleridir.

Bu durum, bize yine ilgili maddeler içerisinde yer alan ‘kapitülasyonlar’ bağlamında Osmanlı devleti ile yapılan anlaşmalarda “bizim vatandaşlarımız... “ diye başlayan cümlelerle ilgili Avrupa devletlerinin vatandaşlarının haklarını korumalarıyla ilgili yaşanan gelişmelerdir.

Bu olguyla karşılaştımda, aklıma hemen şu soru geldi: “Filistin topraklarına göç edenler sadece, Çarlık Rusyası Yahudileri miydi?”

Herhalde değil...

Ve bu soruya verilebilecek cevap, Filistin topraklarına göçe yönelenler sadece, Çarlık Rusyası altında yaşayan Yahudi toplumu değil, aynı zamanda örneğin Avusturya-Macaristan gibi,[3] Avrupa’nın farklı ülkelerinde ‘vatandaş’ statüsü kazanmış olan Yahudiler de bulunuyordu.

Tedbirler

Osmanlı devletinde yaşanan ancak, Osmanlı toplumu ve idaresini doğrudan ilgilendiren bu dış gelişmeler üzerine Osmanlı yönetiminin, bir başka açıdan söylemek gerekirse 2. Abdülhamit’in ortaya koyduğu politikalar Kudüs Mutasarrıflığı’na atanan valilerce yönetmektir.

1881-1897 yıllarında yani, Siyonist kuruluşun kendini deklare etttiği yıla kadar, Küdus’te görev yapan valiler, Mehmet Şerif Rauf Paşa, Reşad Paşa, İbrahim Hakkı Paşa’dır...

Saraya yakınlıkları, ya da sarayın bizzat bu isimleri Mutasarrıflığa layık görmesi kasıtlı ve bilinçli olduğu ve devlet politikasının sonuna kadar uygulanması amacına matuf olduğu sonucu çıkarıyor.

İlk süreç olarak adlandırdığım bu 16 yıllık süreçte, Yahudi toplumunun Filistin topraklarına girişi, toprak satın alması ve koloni kurması yani, yerleşmesi yasaklanmakla birlikte, peyderpey Yahudilerin yerleşim bölgeli oluşturabildikleri görülüyor.

Burada birkaç faktörü göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yahudilerin bölgeye ‘seyahat’ etmelerinin yolunu açan ilk neden, dini bir sevk ve heyecan yani, “hac”.[4] Yahudiler, kendilerince kutsal addedilen topraklara hac amacıyla girebiliyorlar.

Bu noktada, herhalde İngilizler hakimiyetindeki Mısır’dan[5] aktarmalı olarak Filistin topraklarına geçtiklerini düşünmek oldukça mantıklı.

Burada bir parantez açıp, belki tıpkı bugün olduğu gibi, dün de Filistin’le ilgili gelişmelerin başlaması, sorunsal hale gelmesi ve kangrenleşmesinde Mısır’ın hem, bir coğrafya olarak ve hem de, Mısır’ı yöneten siyasiler açısından kaçınılmaz bir ilişkinin var olduğunu ileri sürüyorum.

Hac sürecini de yönettiği anlaşılan bazı kurumsal yapıların örneğin, Filistin Keşif Fon’u (Palestine Exploration Fund) gibi kurumsal yapıların ortaya çıkması,[6] bu yapıların bir yandan, Avrupa ülkelerinin Kudüs’teki konsoloslarıyla yakın işbirlikleri, öte yandan Osmanlı başkentinde örneğin, yine Avrupa elçilikleri gibi nüfuzlu alanlarla işbirlikleri dikkat çekici özellikleri oluşturuyor.

İlerleyen yıllarda özellikle yüzyılın dönümüyle birlikte Siyonist oluşumlar olarak dikkat çeken kurumların varlığı eklenecektir.

Bunlardan, İngiliz-Filistin Şirketi (Anglo-Palestine Company-APC), 1903 yılından itibaren bölgede önemli faaliyetleriyle dikkat çekmeye başladı.[7]

Bugün yakından tanık olduğumuz gibi, dün de kendine göçmen denilen kitlelerin yerleşim hakkı edinebilmelerinin bazı gizli/açık, resmi/gayrı-resmi süreçleri bulunuyor.

Bunların birisi, hiç kuşku yok ki, ‘rüşvet’...

Bugünlerde, konuyla ilgili metinleri okurken, ‘rüşvet’ olgusuyla karşılaştığımda aklıma, Suriye’ye vali olarak atanan Mithat Paşa’nın idarede öncelikli olarak uygulamaya koyduğu reformlarından biri aklıma geldi ister istemez.

Paşa, idarede yaygın olan yolsuzluk-rüşvet süreçlerinin halledilemesi halinde bölgenin yönetiminin zorluğunu fark etmesiyle merkeze yani, İstanbul’a memur maaşlarının artırılması önerisinde bulunur ve bu süreçte istediği reformu gerçekleştirir.

Mithat Paşa’nın aynı-benzeri bir coğrafya’da, Yahudi toplumunun göç süreçlerinden sadece, kısa bir süre önce görev yaptığı dikkate alınacak olursa, Suriye’deki bu reformun Kudüs’e taşınamadığı anlaşılıyor...

Yahudi toplumu adına hareket eden yapıların farklı yöntemleri de uygulamaya koydu. Örneğin, valilerin devlet toprağı yani, miri toprağın statüsünü ‘mülk’e dönüştürmesi, toprak satışının önünü açan gelişmelerden biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.[8]

Yukarıda dikkat çektiğim Yahudilerin kurdukları kurumlar süreçte, çeşitli yol ve imkânlarla sadece, toprak alımında bulunmadılar.

Belki de, bu sürece girmelerini sağlayacak şekilde, Kudüs Mutasarrıflığı’nın ihtiyaç duyduğu mali desteğe katkıda bulundular.

Mutasarrıf Kazım Bey döneminde 1.000 TL ile başlayan “borç” verme süreci 1940 yılında 56.000 TL’ye ulaşması, ilgili Yahudi kurumların ekonomi-politialarının neye tekabül ettiğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Söz konusu borcun Mutasarrıfların bölgeden vergi toplayamamaları üzerine İstanbul’a göndermek üzere mali yapıları da olan ilgili kurumlardan borç almalarıdır.[9]

Yahudi yerleşimcilerin şu veya bu şekilde toprak alımlarının her aşamasında İstanbul’daki Osmanlı yönetiminden, “toprak satışının yasaklanması” emri gelse de, sürecin İstanbul’dan bağımsız işleyen mekanizmalarının devam ettiği anlaşılıyor.

Kısa olmasına gayret ettiğim bu yazıda, bugün Filistin’de karşı karşıya kalınan sorunun temellerinde hangi faktörlerin rol aldığına değinmeye çalıştım. Tarihsel gelişmelerin bugüne etkisi kadar, tarihte olan bitenlerin tek faktörlü değil, çok faktörlü nedenlerin sonucu olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var.

Bu tarihsel bilinç ve algının bugünkü sorunu çözmeye elbette bir katkısı olacaktır. Bunu hep birlikte düşünmekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/filistininde-sorunun-kokenine-dair-2-abdulhamit-toprak-vermedi-ama-yahudiler-aldi-on-the-roots-of-the-problem-in-palestine-abdulhamid-ii-did-not-give-land-but-the-jews-took-it/


[1] Mandel, Neville J. (1975). “Ottoman Practice as Regards Jewish Settlement in Palestine: 1881-1908”, Middle Eastern Studies,Vol. 11, No. 1, (January), s. 39. (33-46).

[2] A.g.e., s. 33.

[3] A.g.e., s. 40.

[4] A.g.e., s. 35.

[5] Kushner, David. (1996). “Ali Ekrem Bey, Governor of Jerusalem, 1906-1908”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 28, No. 3, (August), s. 350, 351. (349-362).

[6] Mandel, (1975). s. 34.

[7] A.g.e., s. 38.

[8] A.g.e., s. 34.

[9] A.g.e., s. 38, 39.