30 Eylül 2025 Salı

Japonya’da LPD’nin kaderi / The fate of LPD in Japan

Mehmet Özay                                                                                                                             29.09.2025

Japonya’da, iktidardaki Liberal Demokrat Parti’de (Liberal Democrat Party-LPD), bir kez daha başkanlık seçimi yapılıyor.

Geçen yıl parti başkanlığı yarışını önde bitiren ve başbakanlık koltuğuna oturan Ishiba Shigeru’nun 7 Eylül’de istifasının ardından, parti içinde beş aday başkanlık için yarışacak.

2024 yılı Ekim ayında başbakanlık koltuğuna oturan Shigeru’nun görev süresinin daha bir yıl dolmadan istifasının gündeme gelmesinde, aradan geçen süre zarfında yapılan iki ara seçimde yaşanan kayıplar olduğu ortada.

Özellikle, 20 Temmuz’da yapılan seçimlerde, iktidar önemli bir güven kaybına uğrarken, “Önce Japonya” sloganıyla dikkatleri üzerine çeken, ultra muhafazakâr Sanseito Partisi önemli bir çıkış sergilemişti.

Söz konusu seçimlerde LPD ve koalisyon ortağı Koemito önemli yara alsa da, azınlık hükümeti olarak ülkeyi yönetiyorlar.

Başbakan’ın istifası, LPD’de bir kez daha başkan seçiminin gündeme gelmesine neden olurken, mevcut krizin sadece, parti sorunu olarak nüksetmediğini, aynı zamanda iktidar sorunu olarak da öne çıktığını gösteriyor.

Beş aday

22 Eylül’de açıklanan beş adayın, LPD başkanlığı için yarışacağı parti içi seçim, 4 Ekim’de yapılacak.

295’ini parti milletvekillerinin oluşturduğu, toplam 590 parti genel meclis üyesinin oylarıyla yapılacak olan seçimde başarılı olabilmek için, herhangi bir adayın oyların yarısını alması gerekiyor.

Adaylar, Tarım Bakanı Koizumu Shinjiro, kabine sekreteri Hayashi Yoshimasa, LPD eski genel sekreteri Motegi Toshimitsu.

Diğer iki aday ekonomi güvenliği bakanlığı yapmış olan Kobayashi Takayuki ile tek kadın aday olan Takaichi Sanae.

Takaichi, 2021 ve 2024 parti başkanlığı adaylığının ardından, bu defa üçüncü kez adaylık yarışında yer alıyor...

Kadın başbakan mı?

Ekonomi Güvenliği eski bakanı Sanae Takaichi’nin tek kadın aday olması, parti içi istikrarsızlığın da etkisiyle, parti genel başkanı ve muhtemelen, yeni başbakan olma ihtimali bulunduğunu söyleyebiliriz.

Muhafazakâr görüşleriyle tanınan Takaichi, yapılan bazı kamuoyu araştırmalarında önde gözüken aday olarak dikkat çekiyor.

Takaichi’ye şans tanıyanlar, onun Shinzo Abe iktidarı döneminde başbakana yakın bir isim olmasına vurgu yapıyor.

44 yaşındaki genç aday Shinjiro Koizumi’nın da, diğer adaylarla karşılaştırıldığında, şansının yüksek olduğu bazı araştırmalardaki sonuçlardan anlaşılıyor.

Geçen yılki parti başkanlığı yarışını sabık başkan Ishiba Shigeru’ya az bir oy farkıyla kaybeden Takaichi’nin şansının gayet yüksek olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ülkede yaşanan temel ekonomik bunalımın aşılmasında Takaichi’nin önerdiği politika ‘büyüme’. Finans disiplininin farkında olduğunu söyleyen Takaichi, buna rağmen, Japonya ekonomisini gelecek on yılda iki katına çıkarmayı hedef olarak gösteriyor.

Takaichi, “Japonya’yı yeniden yükselen güneşin güçlü ülkesi” yapması vaad ediyor...

Ülke ekonomi politikası kadar, özellikle komşularıyla ilişkilerde de Takaichi isminin ne yapacağı gündeme geliyor.

Bunun temel nedeni, ‘aşırı muhafazakar’ Takaichi’nin yakın tarihsel gelişmelere yönelik yaklaşımı oluşturuyor.

Öyle ki, 2022 yılında bakanlık yaptığı dönemde, Yasukuni Tapınağı’na yaptığı ziyaretle Pasifik Savaşı’nda hayatını kaybeden Japon ordusu askerlerine saygısını ortaya koymuştu.

Olası başbakanlığı sürecinde, benzer bir gelişmenin komşu ülkeler Çin ve Güney Kore tarafından olumlu karşılanmayacağı biliniyor.

Bununla birlikte, Takaichi, 19 Eylül’de yaptığı basın toplantısında, Çin’e atfen “önemli komşusuz” ifadesini kullanması, başbakanlık sürecinde dış ilişkilerdeki konumunu göstermesi bakımından önemli.

Bunalım

Japonya siyasetinde bunalımın Shinoz Abe’nin ardından, süreklilik arz ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Güçlü ve karizmatik liderlik profili ile öne çıkan Abe’nin ardından, parti içi birliğin sağlanamamış olması, yaşanan siyasal krizin LPD ile sınırlı olmadığını aksine, ulusal siyaseti de etkileyen boyutu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Shigeru’nun istifası, tıpkı selefi Fumio Kishida gibi hem, parti içinde ve hem de, kamuoyu nezdinde güvenoyunu yitirmesine bağlanıyor.

Shigeru’nun böylesi bir süreçle karşı karşıya kalmasında, alt ve üst kamaralarda yapılan iki seçimi kaybetmesi kadar, bunun 70 yıllık demokrasi tarihinde bir ilk olmasının da önemli bir rol oynadığını ifade etmek gerekir.

Öyle ki, 20 Temmuz’daki seçimde LDP yanlısı seçmeni yukarıda dikkat çektiğim Sanseito Partisi ‘ni desteklemek suretiyle LPD yönetimine protestolarını göstermişlerdi.

Bununla birlikte, başbakan kadar partinin de, ülke sorunlarına çözüm bulmada zorlandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

LDP’de son beş yılda dördüncü kez parti başkanlığı seçimine gitmesi, ortada ciddi bir siyasal sorunun olduğunu ortaya koyuyor.

LPD’de yaşanan bu soruna rağmen, örneğin son iki genel seçimde LPD ve koalisyon ortağı Komeito, parlamentoda üçte ikilik çoğunluğu kaybetse de, diğer partilerin iktidar olamamaları da ülkede siyasal yaşamda bir tür tıkanıklığın olduğuna işaret ediyor.

Umut ışığı

Ülkede yaşanan bu siyasal tıkanıklığın aşılmasını sağlayacak alternatiflerden biri, uzun yıllardır iktidarı bir anlamda tekelinde bulunduran LPD ile ana muhalefet partisi arasında, gizli-açık bir anlaşmanın oluşmasına zemin hazırladığı yönünde görüşler bulunuyor.

Ana muhalefet partisi Anayasal Demokrat Parti (Constitutional Democrat Party-CDP) lideri Noda Yoshihiko, vergi indirimi ve para yardımı gibi ekonomik tedbirleri gündeme getirerek iktidar partisinin muhalefetin bazı politikalarına sıcak baktığı yönündeki açıklaması dikkat çekicidir.

LDP başkanlığı için yarışacak adayların bu süreçte sadece, kendi partilileri arasında kampanya yapmadıkları, aynı zamanda özellikle, ana muhalefet partisiyle ne denli birlikte çalışabilecekleri konusunda da ikna edici görüşmeler gerçekleştiriyorlar.

Daha önceki parti başkanlığı seçimlerinin ardından, ‘otomatik’ olarak başbakanlık koltuğuna oturan LPD başkanının, bu sefer işi o kadar kolay olmayacak.

Parlamentoda üçte ikilik çoğunluğa sahip olmayan iktidarın yeni başbakan atanmasında muhalefet oylarına muhtaç olması belki de, bugüne kadar Japonya siyasetinde görülmeyen yeni bir politik tavrın ortaya çıkmasını sağlayacak

Bu durum, iktidar ortaklarının sayısının artacağı yönünde bir ima anlamı taşısa da, belki de daha çok özellikle, ekonomi politikalarında muhalefet partisinin desteğinin alınmasına yönelik işbirliği çabaları yeterli olacaktır.

  https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/japonyada-lpdnin-kaderi-the-fate-of-lpd-in-japan/

27 Eylül 2025 Cumartesi

Başkan Prabawo’nun BM konuşması / President Prabowo’s speech at the U.N. General Assembly

Mehmet Özay                                                                                                                             09.26.2025

New York’da devam eden, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 80. yıl oturumu bazı ilk olma özellikleriyle dikkat çekiyor.

Gözlerin kuşkusuz ki, Filistin konusunda neler olup biteceğine odaklandığı oturumlara Endonezya, son on yıl zarfında, ilk defa başkan düzeyinde fiziki katılımıyla dikkat çekti.

Devlet başkanı Prabowo Subianto, 23 Eylül günü, BM genel kurulu’nda yaptığı konuşmayla, küresel gündeme dahil olmaya çalıştı. On yıl sonra Endonezya başkanı’nın BM güvenlik kurulunda kürsüde yer alması ülke adına önemliydi.

Jokowi ve çekingenlik

Jokowi BM genel kurul toplantılarına katılmadı...

2014-2024 yıllarında iki dönem başkanlık yapmış olan Joko Widodo’nun (Jokowi), kovid 19 sürecinde sanal olarak toplantıya katılmıştı.

Aşağıda değineceğim ancak, yeri gelmişken, Jokowi’nin o dönem şartların normal olması halinde, New York’a adım atmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Sanal ortamın rahatlığının, Jokowi tarafından makul görülmüş olduğunu söyleyebilirim.

Dış ilişkiler, uluslararası ortam ve toplantılara yönelik çekingen ve hatta, ürkek tavrıyla tanınan Jokowi’nin sanal konuşma yapmayı kabul etmesi ortamın doğurduğu bir tür rahatlık sonucuydu açıkcası.

Yeni bir açılım

Endonezya medyasında haklı bir şekilde vurgulandığı üzere, başkan Prabowo’nun konuşması, “Endonezya diplomasisinin önemli bir açılımı, yeni bir safhası olarak” anılmayı hak ediyor.

Prabowo’nun neredeyse, bundan tam bir yıl önce yapılan seçimlerin arefesinde, kampanya döneminden itibaren, dış ilişkilere ve politikaya önem vereceği sinyali başkanlık koltuğunu teslim almadan önce Çin, ABD, Fransa, Avustralya gibi ülkelere yaptığı ziyaretlerle somut bir şekilde ortaya koyuyordu.

Aradan geçen süre zarfında, ilgili ülkelerin başkanları ve başbakanlarıyla ısrarlı görüşme yönelimi, yine Endonezya basınında sıklıklı vurgulandığı üzere, Prabowo’nun bizzat küresel siyasetin içinde olma arzusunun bir sonucudur.

Bugüne kadar Prababowo ilgili ülkeler ziyareti ve ilgili uluslararası toplantılarda varlığı ile en azından somut olarak küresel siyasette olduğunu gösterdiğine kuşku yok.

Bu çerçevede, Prabowo’nun BM genel kurulu toplantısını bir anlamda, iple çektiğini söylemek bile mümkün.

Prabowo’nun on beş dakikalık söyleminde nelere dikkat çektiği önemlidir.

Aşağıda bu hususu kısaca ele alacağım.

Ancak öncesinde, Endonezya ile BM arasındaki ilişkiye tarihsel olarak bakmakta yarar var.

Endonezya ve BM

1945’de bağımsızlığını ilân eden Endonezya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, uluslararası çevrelere ve de eski sömürgesine kabul ettirmesi için dört yıl savaşması gerekiyordu...

Eski sömürgeci ulus Hollanda’nın yanında müttefikleri yani, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin Endonezya’ya yönelik yeniden işgalde yer almalarıyla başlayan ve yaklaşık dört yıl boyunca devam eden bağımsızlık savaşı, sonunda Endonezya’nın bağımsızlığı yapılan bir dizi görüşmelerin ardından, dönemin küresel güçleri ve de BM tarafından, 1949 Aralık ayında kabul edildi.

Endonezya’nın üzerinde yükseldiği topraklar, bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Takımadalar ve tüm bölge denizleri üzerindeki hakimiyeti gibi jeo-politik ve jeo-ekonomik önemi dikkate alındığında, BM gibi uluslararası temsili yüksek bir kurumda bugüne değin, bu ülkenin hak ettiği şekilde temsil edilmemiş olması üzerinde durulmaya değer bir konudur.

1945-1965 yılları yani Sukarno’lu yıllar dikkate alındığında gayet anlaşılabilir bir yönü olan bu tutumun, Endonezya’yı 1965 yılında BM’den çekmeye kadar varması, küresel siyaset adına başlı başına bir meseleydi.

Ardından, 1966-1998 yıllarını kapsayan Suharto ve 1999-2025 yılları arasındaki reform dönemi boyunca ülkede başkanlık yapmış isimlerin BM güvenlik konseyinde konuşma yapmamış olmasını ise, daha çok iç gelişmeler çerçevesinde kabul etmek gerekir.

Bir anlamda, adı üstünde yani, reform döneminin sancılarını kendi toplumu, siyaseti, ekonomisi bağlamında yoğun bir şekilde tecrübe eden Endonezya siyasi elitinin ve hükümetlerinin, başkanlarını uluslararası yönetişimin en üst mercii olan BM’ye gönderememiş olmaları temelde büyük bir eksikliği ortaya koyuyordu.

Küresele taahhüt

Bugün başkan Prabowo Subianto New York’da...

Uluslararası platformlarda görünme arzusu kadar, bu tür platformlarda hangi siyasal söylemlere dikkat çektiği, vurgu yaptığı da bir o kadar önemli olmalıdır.

Yukarıda dikkat çektiğim ilgili ülkelerle görüşmelerde kayda değer, yenilikçi, var olan sistemik bozuklukarı giderici bir söylem geliştirdiğini hatırlamıyorum.

Bu nedenle, “Acaba, başkan BM genel kurulunda neler söyledi?” sorusunu kendime yöneltirken ümitvar olmak isterdim.

Öncelikle, Endonezya basınında var olan “küresel sisteme taahhüt” yaklaşımının ne denli doğru olduğu tartışılmalıydı.

Ortada, bir küresel sistemin olması halinde ancak, ilgili ülkelerin ve de Endonezya’nın bir taahhüdünden söz edileebilir(di).

Oysa, azımsanmayacak süre boyunca, bir küresel sistem ve yönetişim sorunuyla yüzleşmekte olduğumuz hemen hemen herkesin malumudur.

Bu ortamda, Prabowo konuşmasının girişinde “küresel aile” olgusunu hatırlatması yuşumak bir giriş ihtiyacından doğsa gerek...

Bunun ardından, BM’nin kuruluş değerleri olarak da algılanabilecek BM küresel barış plânına bağlılığı noktasında Endonezya’nın katkı yapmaktan çekinmeyeceğini söyledi, Prabowo.

Ve ülkesinin bugüne kadar BM barış gücü sorumluluğunu yerine getirmesi gibi, bundan sonra da bu alanda ısrarla yardımcı olmayı istediklerini söylerken, BM barış gücüne ihtiyaç duyulacağı varsayılan Filistin, Ukrayna, Libya, Sudan’ı sıraladı...

Barış gücünün yanı sıra, maddi olarak da BM öncülüğünde yapılacak barışçıl süreçlere hazır olduklarına vurgu yaptı.

Prabowo, özellikle yukarıda dikkat çekilen savaş bölgelerini gündeme getirirken, günümüz küresel sisteminin ne denli ayrışık olduğuna işaret ediyordu: “Günümüz dünyası çatışmalarla, adaletsizlikle ve derinleşen belirsizlikle...”.

Aynı görüşte miyiz?

Kanımca, yukarıda söylemeye çalıştığım ortada küresel sistemin değil, küresel sistemsizliğin varlığı Prabowo tarafından dolaylı olarak ortaya konuyordu.

“Her ne kadar, kayda değer bir mücadele içerisinde olmak gerekiyorsa, dünyanın güçlü bir BM’ye ihtiyacı olduğu”nu alçak gönüllüce belirtiyordu.  

Çatışma ve insani krizler kadar, Prabowo’nun konuşmasında, “toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler” de yer alıyordu. Ve “zayıfların eziyet çekmeyecekleri bir dünyanın inşa edilmesi”ne dikkat çekiyordu...

Acaba, sıradan Endonezya vatandaşları başkanlarının konuşmasını nasıl değerlendirmiştir?

Yukarıda ana parametreleri olarak yer verdiğim konuşmanın, herhangi bir etkileyiciliğinden bahsedebilirler mi?

Ya da, bundan sadece bir ay önce, başta başkent Cakarta olmak üzere Endonezya’nın belli başlı şehirlerinde gündeme gelen toplumsal gösterilerin nedenleri ile başkan Prabowo’nun, New Work’da BM genel kurulunda yaptığı konuşmada dikkat çektiği hususlar arasında, bir benzerlik bulmuş olabilirler mi?

Meselâ, BM barış gücüne asker göndermekten bahsederken, asken kökenli olması ve Endonezya ordusunu ve emekli ordu mensuplarını sivil siyasetin ve bürokrasinin tepelerine taşımasının bir etkisi var mıdır?

Ya da, küresel adaletsizlikten bahsederken, ülkenin dört bir yanında gösteriler yapan insanların içinde bulundukları sosyal adaletsizlikleri hatırlamış olabilir mi?

Tek tek ulus-devletlerin küresel sistem ve de BM gibi küresel organizasyonlara katkılarının kendi ülkelerindeki yönetim biçimlerinden geçtiğini hatırlamak gerekir.

Bu durumda, Prabowo, 23 Eylül BM genel kurulunda yaptığı konuşmada, gayet haklı bir şekilde ortaya koyduğuna kuşku olmayan görüşlerle kendi ülkesinin gerçeklikleri arasında ne türden bir benzeşiklik ya da ayrışma görüyordur.

Uluslararası sisteme katkıdan önce yapılması gerekenler varsa, bunlara yoğunlaşmakta yarar var.

Belki de sıradan Endonezya vatandaşlarının istediği de budur...

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/baskan-prabawonun-bm-konusmasi-president-prabowos-speech-at-the-u-n-general-assembly/

22 Eylül 2025 Pazartesi

Amerika’nın üçüncü dünyalaşması / The U.S. ... becoming a third world country

Mehmet Özay                                                                                                                             22.09.2025

Amerika Birleşik Devletleri’nde değerler noktasında yaşanan gerilemenin sadece, ABD toplumu açısından değil, küresel toplum açısından önemli olduğuna bir önceki yazıda vurgu yapmıştım.

Bunu söylerken, ayrıştırmacı dikotomiye başvurmadan, modern dönemin bir başka ifadeyle 1800’den itibaren, öne çıkan bir siyasal ve toplumsal sistemi ve bunun bağlı olduğu değerlen sisteminin küreselleşmeci yönünden bahsetmiştim.

Başta, Batı Avrupa olmak üzere, ABD’nin ne şekilde algılandığına kısaca değinirken, gizli/açık Müslüman toplumların da özellikle, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte yörüngelerini tayinde, başvuru ve referans merkezi olarak ABD’yi almalarını hatırlatmıştım.

Bir süredir yaşanan gelişmeler dikkatle ele alındığında, ABD’de yaşanan ve ABD siyasetiyle sınırlı olmayan değerler noktasındaki gerilimin ve gerilemenin, bu ülkeyi ‘üçüncü dünyalaştırmakta’ olduğunu ileri sürüyorum.

Bunun, bazı toplumlar ve ülkeler için, memnuniyetle karşılanabilir bir yönü olmasını -siyasal hınç ve intikam politikaları sınırları çerçevesinde- doğal karşılamak gerekir. Bu hususa, bir önceki yazıda olduğu gibi, bu yazıda da ele almayacağım.

İçerden eleştiri

Sadece Amerikan siyasetinin değil, toplumunun da kayda değer ölçüde maruz kaldığı değerler kaybı ülke içerisinde öne çıkan siyasetçi, entellektüel kesimlerce kaygıyla izleniyor ve gündeme getiriliyor.

Bunlar arasında, Barack Obama’nın diğer sabık devlet başkanlarının aksine, bu süreçte aktif bir rol aldığı görülüyor.

Obama, çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalarla, ABD değerlerinin kaybının vahametine dikkat çekiyor.

Bu konuda, iç-eleştirel tutum takınmada Obama’yı diğerleri takip ediyor.

Örneğin, Connecticut senatörü Chris Murphy yaptığı benzeri bir açıklamada, “Bu gelişme, Amerika’nın karşı karşıya kaldığı en önemli tehlikelidir” diyerek, yaşanmakta olan vehamete dikkat çekiyor.

Benim, ABD’nin üçüncü dünyalaşmasından kastım tam da bu...

Ulus-devlet ve beceriksizlik

Üçüncü dünyalaşmanın, ABD için önemli bir tehlike ve bir tehdit olmasının ne anlama geldiğini hakkıyla değerlendirmek için, ‘Üçüncü Dünya’ kavramının ne olduğunu hatırlamak gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve adına, ulus-devletler denilen yapıların azımsanmayacak bölümünün sosyo-ekonomik ve siyasal yapılaşmasındaki düzensizliklere, yanlışlıklara, bozukluklara, geriliklere vb. referansla bu ad veriliyordu.

Sömürgecilik vs. süreçlerin üstesinden gelme mücadelesi verdikleri söylenen bu ülkeler, ulus-devletleşme sürecinde -tüm imkânlarına rağmen-, neredeyse her alanda toplumsal refahı tesisde başarısızlıkları ve yoksunlukları ile anılır oldular.

Ülkelerin, tıpkı bireyler gibi ‘onur ve haysiyetleri’ olduğu fikrinin gelişmesiyle, ‘Üçüncü Dünya’ kullanımı yerine, ‘ellerinden tutan, ön ayak olan birinci ve ikinci dünyanın katkılarıyla kendilerine, ‘gelişmekte olan ülkeler’ kavramı uygun görüldü...

Ancak, bir sosyal evrimden söz ediliyormuş intibaı verilse de, temelde içerikde pek büyük değişikliklerin olduğunu söylemek de güç.

O dönemden bugüne yaşanmakta olanlar, bu alanda ortaya konulan akademik çalışmalar ve araştırma raporları vb.  güncel tanıklıkları destekleyecek mahiyette önümüzde duruyor. 

Oysa, bu ulus-devletlerin, ya da güneyli, kuzeyli, doğulu toplumların, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, toplumsal ve siyasal yapılaşmalarını oluşturma noktasında gizli/ya da açık, referans noktalarından kayda değer bölümünü ABD’nin oluşturduğunu unutmamak gerekir.

Bu yönelimde, ‘ikinci dünyayı’ temsil eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) konumunu, -ki bu siyasi yapı bile, bir anlamda ABD’nin temsil ettiği değerler sisteminin anti-tezi olmakla birlikte, şu veya bu şekilde temelleri ve de nihayetinde, yönelimleriyle aynı kulüpte yer alabilecek mahiyette olduğunu -sınırlı da olsa- kanıtlamıştır.

Burada, kısmen siyasal ve özellikle de, toplumsal sistemi baz olarak bu görüşümü söylüyorum. Bunun dışında ve ötesinde, SSCB’nin varlığını bir an için paranteze aldığımızda, geride kalan ulus-devletlerin ya da dünyanın güneyinde ve doğusunda yer alan toplumların, siyasal ve toplumsal yapılaşmalarında sahip oldukları mevcut kaynaklar, imkânlar kadar algılar ve anlayışlar çerçevesinde merkeze ABD’yi aldıkları aşikârdır.

Üçüncü Dünya

Üçüncü dünyayılık tabirini, Batı siyasal aklı ve felsefesi geliştirdi... Tıpkı, ulus-devlet ve diğerleri gibi...

Bu doğru...

Ancak, bu ulus-devletler dışarının ve ötekinin etkisi ve baskısı dışında maruz kaldıkları geri kalmışlıklarında kayda değer etkenin bizatihi, kendileri olduğu yadsınabilir mi?

Ve sorumluluğun bizatihi söz konusu bu üçüncü dünya ülkelerinide olduğu inkâr edebilir mi?

Bu gruba mensup ülkeler ne, Batı ve ne de, dönemin ‘ikinci dünyası’ olarak adlandırılan Sovyet Bloğu yapılaşması sergilebildi.

Gelinen noktada, küresel yapılaşmada bir değişim gözlemlenirken, bu değişimin hem, ABD adına ve hem de, kürenin diğer geri kalan bölgeleri için yakın dönemde neler getireceğinin hesabını yapmakta fayda var. 

ABD’de yaşanmakta olan değişim veya daha doğrusu vehamet ortamı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşmakta olan küresel yapılaşmada, ulaşılması ya da sahip olduğu değerlerin en azından bir bölümüne pragmatik olarak ulaşılması hedeflenen ABD’den gayet uzaklaşıldığını ortaya koyuyor.

Bu noktada, ABD’deki yaşanmak olan ve hiç de olumluya gitmeyen değişim süreci hakkında senatör Murphy’nin “ABD, hızla bir muz cumhuriyeti’ne dönüşmektedir” yönündeki tespitini yabana atmamak gerekir.

Bu tespitin içeriden ve bir siyasi temsilci tarafından gelişigüzel sarf edilmiş bir cümle değildir. Aksine, benzeri bir durumu ABD’yi dışardan gözlemleyen bizler de tanık oluyoruz.

‘Muz Cumhuriyeti’ tabiri, 1970’ler, 1980’lerin gündemde sıklıkla yer alan ve tüm yolsuzlukları ve geri kalmışlıkları ile ‘Üçüncü Dünya’ya mensup ulus-devletleri tanımlamak için kullanılırdı.

Bugün,  bu tanımın ABD için gündeme geliyor oluşu sevinilecek bir durum değil, aksine üzerinde dikkatle durulup incelenmesi gereken bir gelişmedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/amerikanin-ucuncu-dunyalasmasi-the-u-s-becoming-a-third-world-country/

Amerikan’ın krizi, dünyanın krizi / America's crisis, the world's crisis

Mehmet Özay                                                                                                                             21.09.2025

‘Amerika’ ve ‘kriz’ kavramlarının yan yana gelişine, bir süredir giderek artan bir şekilde tanık oluyoruz.

Bunun canlı, görünür, hissedilebilir, anlaşılabilir boyutlarına gün be gün yaşananlar ile tanıklık ediyoruz.

Ancak, Amerika’da var olduğu ileri sürülen krizin salt kendinde ve kendi coğrafyasında, kendi toplumunda olan bitenlerle sınırlı değil. En azından, algı ve anlayış bağlamında krizin yayılmacı bir nitelik arz ettiğini ileri sürmek istiyorum.

Bu çerçevede, Amerika’da değerler kayması ve erozonu olarak zikredilen gerçekliğin, küresel boyutta etkisinden ve yaygınlaşmacı yönüne vurgu yapmak istiyorum...

Küresellik ve benzerlik

“Amerikan değerleri” olarak atıfta bulunulan olgular bütününe, dünyanın farklı bölge, ülke ve kültürlerinden eleştiriler getirilmeyecek olanlar yok değil.

Bununla birlikte, yine dünyanın benzeri farklı bölge, ülke ve kültürlerine ev sahipliği yapan toplumların, Amerikan’ın tarihsel olarak açtığı yolda gizli/açık yol alma arzusunda olmalarının da, gerçekliğin bir diğer yarısını oluşturduğuna kuşku yok.

Yukarıda dikkat çekilen ilk durum, Amerikan değerlerini yadsıyıcı bir bağlama otururken, ikincisi Amerikan’ın, modern dönemde takip edilmesinin gizli/açık arzu edilir ve bunun ulusal yarar olduğuna dair bir inancın geliştirilmiş olduğu, değerler kümesine ev sahipliği yaptığına gönderme yapıyor.

Bir süredir, Amerikan değerlerinde yaşanan erozyon sadece, Amerika’da tartışma konusu yapılmıyor.

Aksine, dünyanın diğer toplumlarında formel olarak söylemek gerekirse, yüksek eğitimlisinden az eğitimlisine kadar, Amerika’yı değişik mecralardan takip edenler açısından da, kayda değer bir sorunun olduğunu ileri sürebiliriz.

Bir süredir yaşanmakta olan ve giderek artma eğilimi gösteren Amerikan krizinin sadece, Amerikan toplumuyla ilgili bir sorun olmaktan çıktığını ve bunun ötesinde, bir küresel sorun olarak nüksettiği iddiasını yabana atmamak gerekir.

Bunun iletişim araçlarının yaygınlaşması vb. bağlamda gündeme gelen ve bir tür ‘obezik’ boyuta taşınan küreselleşme ile açıklanabilirliğinin dışında bir şey söylemeye çalışıyorum.

Ve bunun yanı sıra, sorunun “biz Batıcı değiliz”, ‘Batılı değerlerle ilgilenmiyoruz”, Batılı değerler zaten bize yabancı ve düşman” gibi dışlayıcı ve ötekileştirici basit temellendirmelerin dışına çıkmak gerekiyor.

Modernlik

Bu durum, bize eğitim’den teknoloji’ye, toplumsal adalet duygusundan formelleştirmiş bir kamusel etik bağlamına değin Amerikan’ın, 1830’larda Alex Tocquivelle’in çalışmasıyla önce Fransa ve Avrupa’ya ardından, diğer dünya toplumlarına tanıştırılmasından bu yana, doğrudan veya dolaylı olarak, Amerikan’ın önce kendi dünyasını şekillendiren ve bunu başarılı bir şekilde ortaya koyan modern bir devlet olmasıyla ilintilidir.

Bir ölçüde, yirminci yüzyılın hemen başında bu sefer Max Weber, kısa ancak dolu dolu geçen Amerikan seyahatinde, -farklı bağlamlarına vurguyla birlikte- bir ölçüde Amerikan toplumunda olan biteni ortaya koyuyordu...

 Amerikan’ın, 1800’lü yılların başlarından itibaren kendini küresel topluma tanıştırmasıyla başlayan ve inişli çıkışlı bağlamlarıyla devam eden, gayet önemli bir süreç bulunuyor karşımızda.

Ve bu varlık kendini, ‘ilerleme’ (progressive) kavramıyla tanımlıyor.

Burada kast edilen ‘ilerleme’, Amerikan siyasal gerçekliğinde, ‘Cumhuriyetçi muhafazakâr’ ve ‘Demokrat liberal’ ayrışmasının dışında bir olguya tekabül ediyor.

İlerlemenin, sosyolojik algı ve bilgideki yerinin, ‘modern’, ‘modernite’, ‘modernleşme’  ile ilişkili olduğunu hatırladığımızda, anlatmak istediğim husus belki, biraz daha netleşecektir diye düşünüyorum. 

Dünya coğrafyasının -abartı payı da içinde olmak kaydıyla- her bir köşesindeki toplumların ‘modernleşme’ konusundaki talepleri, istekleri, belki de zorlamalara maruz kalarak bu yönde gitme süreçlerinde temel aldıkları ‘değerler’ yüklü olgular nedir sorusunun karşılığını, hiç kuşku yok ki, ‘Batı modernleşmesi’ ve de Batı içerisinde, hiç kuşku yok ki, Amerika’nın payı azımsanacak gibi değildir.

Bir kez daha hatırlatmakta yarar var ki, burada kastım, ‘Batılılaşmacılık’ olgusuna teslim olmak veya ‘Batılılaşma’ olgusuna temsil olunduğunu söylemek değil...

Aksine, kastım, dünyanın bir köşesinde bir ulusun oluşturduğu toplumsal nizamın, o toplumu oluşturan bireyler üzerinde tesis ettiği tatmin düzeyidir.

Yine burada, bunun niçin böyle olduğu, neye rağmen böyle olduğu gibi soruları sormak ve cevabını aramak değil...

Modellik

Dikkatinizi çekmiştir, şu ana kadar ‘Müslümanlar açısından’ diyerek, Amerikan değerlerine bakışı dini bir bağlama ve küresel toplumun belli bir kesimine atıfla sınırlandırmış değilim.

Bunu, bilinçli olarak yapıyorum. Bunun, aksini de yapmak mümkün elbette.

Ancak, burada söylemek istediğim güneyinden kuzeyine, doğusundan batısına küresel toplumun siyasal, toplumsal, ekonomik, teknolojik ve hatta, kimi ölçülerde kültürel yapılaşmasında kendine bir model olarak ve de süreklilik arz edecek şekilde, yöneliminde Amerikan’ın bulunmasıdır.

İlgili toplumlar bunu, elbette kendilerini ait hissettikleri dini, kültürel, ananevi bağlamlardan tümüyle koparak ortaya koymuyorlar.

Aksine, farklılaşan boyutlarıyla, bunu, bir tür eklektizm arayışında ya da zorunluluğunda olarak kasıtlı ve bilinçli olarak yapıyorlar.

Amerika’da yaşanan krizin boyutları farklılaşmakla birlikte kendini, küresel boyuta yansıttığını göz ardı etmemek gerekiyor.

Bu durum, Amerikan’ın bir siyasal, ekonomik, kültürel güç olarak bağlayıcılığı kadar, öteki toplumların bu güce bir model olarak besledikleri kaçınılmaz bağdır...

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/amerikanin-krizi-dunyanin-krizi-americas-crisis-the-worlds-crisis/

20 Eylül 2025 Cumartesi

Çin’in askeri gücü ve hedefleri / The military might of China and its targets

Mehmet Özay                                                                                                                             20.09.2025

Çin’de. 80. yıl kutlamalarının yankıları üzerinde durmaya devam ediyorum...

Pasifik Savaşı’nda, Çin kuvvetlerinin Japonları sınır dışı etmesi anısına, 3 Eylül’de Tianenman Meydanı’nda gerçekleştirilen 80 yıl kutlamalarında dikkat çeken, başkan Şi Chinping’in konuşmasında da yer alan ve görsel olarak küresel toplumunda tanık olduğu, çok boyutlu askeri araç gereçlerdi.

İlgili ülkelerce, 80. yıl kutlamalarının şatafatından ziyade, özellikle 3 Eylül’de sergilenen Çin askeri varlığına yönelik yaklaşımlar üzerinde konuşulmaya devam edecektir.

Bunun temel nedenlerinden biri, 3 Eylül günü Tianenman Meydanı’nda geçiş töreninde sergilenen askeri varlığa, bugüne kadar hem nicelik ve hem de nitelik olarak ilk defa karşılaşılıyor olmasıdır.

“Çoklu cephe”

Özellikle, meydanda yer alan, değişik boyutlardaki nükleer füzelere yapılan vurgu akıllara, Çin’in “çoklu cephe” hazırlığı yaptığını getiriyor.

Bunlar arasında, “kıtalararası balistik füzeler”e sahip olduğu anlaşılan Çin’in, bu ve benzeri uzun menzilli füzelerle hedefe aldığ ülke veya ülkeler olmalı...

Söylemler ve tepkiler ilk hedefin, ABD olduğunu gösteriyor. Bu birinci cephe..

Bir diğer cephe Tayvan...

Tayvan, elbette coğrafi konumu itibarıyla bir kıta ötesi bölge değil.

Aksine, Çin’in yanı başında yer alan Ada olmasına rağmen, Tayvan’a yönelik veya Tayvan’da olası bir bağımsızlık girişimi karşısında yanında olması yüksek bir ihtimal olarak gözüken ABD’nin varlığı bize, “kıtalararası balistik füzeler”den kastın Tayvan’dan ziyade, yine ana hedefin ABD olduğuna işaret ediyor.

Üçüncü cephe, Japonya diyebiliriz.

ABD’nin bölgedeki müttefiklerinin olası bir gelişmeden pay almayan tabiri caizze yakayı sıyırabileceklerini düşünmek ise, Çin başkenti Pekin’den zaman zaman yapılan açıklamalar dikkate alındığında, mümkün gözükmüyor.

Bu durum, başta Japonya olmak üzere, ABD’nin bölgedeki irili ufaklı müttefiklerinin de Çin tarafından askeri anlamda hesap edilebilir bir anlamı bulunuyor...

Çin’in askeri varlığı

Japonya Savunma Bakanlığı’na bağlı düşünce kuruluşundan yetkililer yaptıkları açıklamalarda, 3 Eylül’de sergilenen askeri techizatın bir bölümünün ABD Savunma Bakanlığı raporlarında yer almadığına vurgu yaparken, Çin’in özellikle, nükleer başlıklı füzeler konusunda önemli bir aşama kaydettiğini açıklaması gayet dikkat çekicidir.

Bu ve benzeri açıklamalar, Çin’in küresel kamuoyu veya küresel güçlerin ve de kurumların gözlemi ve kontrolü dışında nükleer silahlanmaya, önemli bir pay ayırdığı ve gelişme kaydettiği anlaşılıyor.

Ve bu durum, bugün başta, ABD ve ABD’nin müttefikleri olmak üzere, tüm dünya tarafından bilinir konuma gelmiş durumda.

Öte yandan, geçen yazıda dile getirdiğim üzere, ABD devlet başkanı Donald Trump’ın, Çin’deki “gösteriyi” doğru bir şekilde anladığını ortaya koyan, “... Bize saldırmaya cesaret edemezler” sözünü bir kez daha ancak, yukarıda dikkat çekilen Japon uzmanın yaklaşımıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor.

Ticaret savaşlarının arka plânı

Çin-ABD arasında yaşanan ve görünürde, “ticaret savaşları” şeklinde zuhur eden gelişmelerin arka plânında Çin’in her boyutuyla askeri teknolojik gelişiminin varlığı yadsınamaz.

Son on yılda, hızı giderek artan şekilde gündeme gelen “ticaret savaşları” söylemini ortaya çıkaran Çin’in ekonomik kalkınmasıdır.

Ve Çin’in, söz konusu bu kalkınma hamlesini, salt ekonomi alanıyla sınırlandırdığını düşünmek ise yanıltıcıdır.

Bunun böyle olmayacağı, işin doğası gereğiydi. Ve tüm dünya şu an tam da bununla yüzleşmektedir.

Çin ve ABD arasındaki rekabet ve gizli/açık ortaya konulan potansiyel savaş söyleminin dışında, Çin’in, özellikle son kırk yıla yayılan ekonomik kalkınmasının gelişim aşamalarının teorik ve pratik bağlamları dikkate alındığında aslında olan biteni, başta ABD olmak üzere Batı ekonomi-politiğini çerçeveleyen kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak kabul etmek gerekir.

Evet bu yaklaşımın, Çin gibi siyasal rejiminde ‘komünizmi’ öncelleyen ve bundan taviz vermediğini, en azından bugüne kadar ortaya koyan bir devletin, nasıl olup da bu duruma gelebilmiş olmasıdır.

Bu gelişmeyi bir anlamda, “Çin mucizesi” olarak adlandırmak mümkün.

Kapitalizmin açmazı

Nihayetinde, Çin’in tamamına yayılmamış da olsa ve de daha çok geleneksel ve tarihsel deniz ve kara yolları üzerindeki eyaletler ve şehirleri içine alan ekonomik kalkınma süreçlerinde, Çin halkının maddi anlamda ‘refah’la buluşmasını sağlayan ABD’nin açtığı, diğer Batılı ülkelerin ve Batı’ya endeksli Asya-Pasifik’deki Japonya, Güney Kore ve Singapur gibi ülkelerin desteklediği gelişmelerin bir ürünüdür.

Batı ekonomi-politiğinin doğurduğu bir durumla karşı karşıyayız.

Ve ortaya çıkan bu durum, Çin’in tarihi referanslarından bağımsız olmaması dolayısıyla bugün Batı’ya ve Batı’nın temsilcisi konumundaki ABD ile içerisinde sıcak çatışmayı da barındıran bir rekabet ortamında hızla yer alıyor.

3 Eylül’de Çin’de gerçekleştirilen 80. yıl kutmalarından amaç, başkan Şi Chinping’in Çin’in nereden nereye geldiğini sadece, dostlara sergilemek ve paylaşmak değildi.

Bunun ötesinde, Çin bugüne kadar elde ettiği ekonomik başarına ilâve olarak ve de, bu gelişmenin askeri alana yansımasının verdiği güçle küresel sistemde söz sahibi olmak arzusunda.

Çin’in bunu kendinde bir hak olarak görmesinin, ABD’nin Çin’in kapısını çaldığı 1976’dan itibaren beklentilerinin dışında ve ötesinde bir duruma işaret ettiğine kuşku yok.

Yukarıda ifade ettiğim üzere Çin yönetimi, tarihi referansları güncelleyerek toplumuna sahip olduğu ‘onuru’ yeniden kazandırma peşinde.

Ancak, tarihsel boyutuyla düşünüldüğünde Çin’in bu siyasal ve de askeri yöneliminin doğru bir hedefte ilerleyip ilerlemediği sorgulanmaya değerdir. Bunu bir başka yazının konusu olarak burada zikrediyorum.

Bu çerçevede, Batı’da kafaların bir anlamda karışık olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

Çin, ekonomik ve askeri kalkınmasıyla yeni bir fenomen olarak kendini ortaya koyarken -ki, bunda başarılı olduğuna kuşku yok, Batı’dan farklılaşacak ve de Batı’yı karşısına alacak şekilde kendine yeni bir alan açma uğraşında.

Bu alanın paylaşılıp paylaşılmaması, küresel güçler arasında günün en önemli sorunu olarak ortada duruyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/cinin-askeri-gucu-ve-hedefleri-the-military-might-of-china-and-its-targets/