Mehmet Özay 30.08.2025
Bu noktada, belirsizliğin ortadan kaldırılmasında, hangi
ulus-devlet ya da hangi sistem aktör olmaya aday veya bu adaylığını gösterme
konusunda, son dönemde bazı icraatlar ortaya koymakta olduğuna karar vermek önemli
bir analizi gerektiriyor.
Bu çerçevede, “sistemi yeniden kurmaya aday bir ABD mi,
yoksa ABD öncülüğünde zaten var olan sistemin bugünkü belirsizliğin temeli
olduğunu ileri sürerek, Çin eksenli yeni bir küresel yapılaşma mı?” sorusunu yöneltmek
mümkün.
Üçüncü bir alternatif
Üçüncü bir alternatif söz konusu mu? Pek de, öyle bir
alternatif söylem, iddia, eylem ortada gözükmüyor...
Meseleyi, belki Müslüman dünya üzerinden ele almak mümkün
olabilir.
Ancak, yaşanan neredeyse, tüm iç ve dış gelişmeler, bu dünyanın
kendi iç problemleriyle boğuşmakta olduğunu göstermesi, adına küresel denilen
sistemik alana ulaşabilmelerinin önündeki en büyük engel olduğunun kanıtıdır.
Bu konuyu başka bir yazıya havale ederek, kaldığımız
yerden devam edelim...
ABD faktörü
Konu ABD olduğunda, son dönemde -diyelim ki son on
yıldır-, bu ülkeden gelen yaklaşımların, kayda değer yapısallaştırıcı güce
sahip olup olmadığı üzerinde durmaya değerdir.
Bu çerçevede, “Batı siyasal sisteminde temsil gücünü 2. Dünya
Savaşı’ndan bu yana elinde bulunduran ABD’nin yanında, Batı’nın tarihsel olarak
öne çıkan hangi ülkesi veya ülkeleri var?” sorusuna, bugün olumlu cevap
verebilmek mümkün değil.
Bir başka ifadeyle, bugünkü uluslararası siyasal kargaşayı
hal yoluna koyma çabası sergilediği ya da buna niyetli olduğu söylenebilse de,
ABD’nin yanında örneğin, bir Avrupa Birliği bloğunu ya da blok içerisinde İngiltere’nin
(Birleşik Krallık) güçlü bir müttefik olduğu izlenimi veren politikalarına
karşın, sağlam bir partner bulunduğunu söylemek mümkün gözükmüyor.
Buna rağmen, ABD’nin siyasal gücünün varlığını kanıtlamak
istercesine, başkan Donald Trump’ın ikinci başkanlık sürecine başladığı 20 Ocak’tan
bu yana, uyguladığı küresel ekonomi politikaların, yeni bir sistem kurucusu
olma iddiasını mümkün kıldığı söylemi, hiç kimse tarafından makul, mantıklı,
sürdürülebilir olarak algılanmıyor.
Ayrıca, bu ekonomi politikaların küresel toplumu ikna
edici bir yönünün bulunduğunu söylemek ise, hiç mümkün gözükmüyor.
Başkan Trump liderliğinde ortaya konulan son sekiz aylık
gelişmeler sonucu, ABD açısından başarı olarak adlandırabilecek bir yapılanma ortaya
çıkmadığı ve bu gelişmeler, önümüzdeki dönemde başarı olarak değerlendirilebilecek
bir sonuca evrilse bile bunun, küresel toplum nezdinde ne denli kabul
edilebilir olduğu gayet problemlidir.
Bunun yanı sıra, küresel sistemin yeniden inşasında, bir
çözüm olarak ortaya konulan tek aktörlü yani, bir ulus-devlet olarak ABD’nin ya
da ABD’nin başkanı Trump’ın yaklaşımlarının ne denli sağlıklı bir sonuç
doğuracağı konusunda ise güçlü endişeler yok değil.
Bu durumda, en başta, -hem, ekonomi-politik hem de,
tarihsel olarak- ABD’nin doğal ortağı kabul edilebilecek, Kanada’dan Avustralya’ya
kadar Anglo-Sakson dünya ile, mevcut politikalar noktasında, hiç de barışık
olmayan bir ABD’nin ya da ABD başkanı Trump’ın, nasıl bir küresel sistem inşa
edebileceği ve böyle bir sistem kurulabilse bile, ne denli sürdürülebilir
olduğu da ayrı bir sorunsal olarak önümüzde duruyor.
Küresel belirsizliği gidermeye yönelik iddialı çıkışların,
olsa olsa, küresel belirsizliği ikmal etmeye yaradığını söylemek şu anki koşulda
mümkün gözüküyor.
Sistemsizliğin başlangıcı
Bu noktada, içinde bulunduğumuz, küresel belirsizlik
ortamını anlamlandırabilmek için, yakın geçmişe kısaca bakmak gerekiyor.
Bir başka ifadeyle, bugünkü noktaya nasıl gelindiğini
hatırlamak şart.
Bu durum, bizi iki temel tarihi evreye götürüyor: 1945
yılı yani, 2. Dünya Savaşı sonu ve 1989 yılı yani, ‘Sosyalist Blok’un yıkılışı.
Bu iki temel evre arasına ve de sonrasına yerleştirilebilecek,
bazı ara dönemlerin önemini göz ardı etmemek gerekiyor.
Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne giden süreçte 1951 yılı ‘kömür-çelik
birliği’; Çin’in, kapılarını dünyaya açma kararının verildiği 1976; ABD’nin,
küresel sistemde jandarma rolünü güçlü bir şekilde yapılandırmaya başladığı
2001; Çin’de, kadim Orta Krallık felsefesini gizli açık yeniden ortaya koyan Şi
Cinping’in başkanlık koltuğuna oturduğu 2013.
Bu süreçlerin, yazıda dile getirmeye çalıştığımız
düşünceyi destekleyici mahiyette tarihsel parametreler olduğunu unutmamak
gerekiyor.
Bunlar dışındaki gelişmeleri belki yüzeysel, palyatif,
local veya bölgesel olarak görmek gerekir...
Pasifik Savaşı
Adına, ‘küresel sistem’ denilen yapının teşkili pek de uzak
olmayan bir geçmişte yani, 2. Dünya Savaşı ile belirlendi.
Bu savaş, Batı’da yani, Avrupa’da bu adla anılsa da, son
yirmi yıldır küresel gelişmelerin odağında yer alan Asya-Pasifik bölgesindeki adıyla
Pasifik Savaşı olarak biliniyor.
Sistemin kurucuları, kadim İngiliz imparatorluğunun
varisi, yeni küresel impartorluk olma konusunda -kimi açılardan- pek de istekli
olmayan, Amerika Birleşik Devletleri ve bu ikiliye eklemlenen Batı Avrupa ulusları
oldu.
Avrupa kültür ve ve medeniyeti ile coğrafyasına ne denli
eklemlendiği sürekli tartışma konusu olan Rusya’nın, 1917 devrimiyle evrildiği ‘Sosyalist
Birlik’, 2. Dünya Savaşı süreci ve de devamında, sözde Batı’ya alternatif katı
gelişimci yapısının, dönemin şartları gereği ABD ile aynı kampta yer alması,
hiç kuşku yok ki, uluslararası siyasal ilişkiler açısından gayet önemli bir
gelişmeydi.
2. Dünya Savaşı’nın dönemin küresel sistemine verdiği
cevap, kadim İngiliz İmparatorluğu’nun -belki de çoktan bitmiş olan küresel hakimiyetinin,
sona ermesi ve küresel siyaset sahnesinden çekilmesi anlamına geliyordu.
Bu gelişmenin ortaya çıkmasında, hiç kuşku yok ki, ‘kralliyet
tacının incisi’ olarak da adlandırılan Hint Alt Kıtası’na bağımsızlığın
verilmesi her açıdan önemliydi.
Soğuk Savaş
Savaş boyunca devam eden ve ardından, -diğerleri bir yana-
ABD-Rusya ittifakının çözülüşünün -ki, bunun temellerini ideolojik ayrışmada
aramak gerekir-, yeni dönemin belirleyici uluslararası koşulu olan ‘Soğuk Savaş’ı
gündeme taşıdı.
İki ülkeyi ‘sıcak bir savaşa’ yaklaştırmayan temel nedenin,
bu iki ülkenin, 2. Dünya Savaşı’nın ağır yükünü üzerinde taşımaları olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır.
‘Anlaşmazlıklar üzerine anlaşma’ olarak da
tanımlanabilecek, ‘Soğuk Savaş’ şartlarında Batı yani, ABD kendi ekonomi-politik
ideolojisinin güçlülüğünü ortaya koyacak adımlarıyla bu dönemin bir anlamda ‘galibi’
olarak 1989’da küresel yapının ortasına oturdu.
Batı ekonomi-politiğinin rekabetçi yapısının sadece, örneğin
sıradan iki tüccar özelinde mikro düzeyde var olan bir rekabetçilik olmadığı,
aksine, bunun ötesinde küresel sistemin ‘rekabetçilik’le var olduğunu ortaya
koyan güçlü temelleri, ‘rakipsiz’ bir sistemin ortaya çıkışı yanılsamasından
dönüşü sağladı...
Bu yanılsamadan geri dönülmesi yine bizatihi, ABD eliyle
oluşturulan ve geliştirilen rekabetçi bir yapının oraya çıkmasına neden oldu.
Bugün, ABD’nin küresel rakibi olarak görülen Çin’in
ortaya çıkışını, -kısaca ifade edilen- bu süreçlerle bağlantılandırmak gerekir.
ABD’nin 1989’da yakaladığı söylenebilecek ‘başarısını’,
Çin karşısında benzer bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği süreçte
dikkat çekilmesi gereken önemli bir soru olarak ortada duruyor.
Ancak, bu soruya doğru cevaplar verebilmek için şartların
1989 ile benzer olup olmadığını göz ardı etmemek gerekiyor.
Yazıya devam edeceğim...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder