29 Ağustos 2025 Cuma

Küresel yapıda sistem arayışı / Quest for a system in a global structure

Mehmet Özay                                                                                                                             30.08.2025

Günümüz küresel toplumunun temel hedefi, mevcut küresel belirsizliği gidermek olduğu ortada.

Bu noktada, belirsizliğin ortadan kaldırılmasında, hangi ulus-devlet ya da hangi sistem aktör olmaya aday veya bu adaylığını gösterme konusunda, son dönemde bazı icraatlar ortaya koymakta olduğuna karar vermek önemli bir analizi gerektiriyor.

Bu çerçevede, “sistemi yeniden kurmaya aday bir ABD mi, yoksa ABD öncülüğünde zaten var olan sistemin bugünkü belirsizliğin temeli olduğunu ileri sürerek, Çin eksenli yeni bir küresel yapılaşma mı?” sorusunu yöneltmek mümkün.

Üçüncü bir alternatif

Üçüncü bir alternatif söz konusu mu? Pek de, öyle bir alternatif söylem, iddia, eylem ortada gözükmüyor...

Meseleyi, belki Müslüman dünya üzerinden ele almak mümkün olabilir.

Ancak, yaşanan neredeyse, tüm iç ve dış gelişmeler, bu dünyanın kendi iç problemleriyle boğuşmakta olduğunu göstermesi, adına küresel denilen sistemik alana ulaşabilmelerinin önündeki en büyük engel olduğunun kanıtıdır.

Bu konuyu başka bir yazıya havale ederek, kaldığımız yerden devam edelim...

ABD faktörü

Konu ABD olduğunda, son dönemde -diyelim ki son on yıldır-, bu ülkeden gelen yaklaşımların, kayda değer yapısallaştırıcı güce sahip olup olmadığı üzerinde durmaya değerdir.

Bu çerçevede, “Batı siyasal sisteminde temsil gücünü 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana elinde bulunduran ABD’nin yanında, Batı’nın tarihsel olarak öne çıkan hangi ülkesi veya ülkeleri var?” sorusuna, bugün olumlu cevap verebilmek mümkün değil.

Bir başka ifadeyle, bugünkü uluslararası siyasal kargaşayı hal yoluna koyma çabası sergilediği ya da buna niyetli olduğu söylenebilse de, ABD’nin yanında örneğin, bir Avrupa Birliği bloğunu ya da blok içerisinde İngiltere’nin (Birleşik Krallık) güçlü bir müttefik olduğu izlenimi veren politikalarına karşın, sağlam bir partner bulunduğunu söylemek mümkün gözükmüyor.

Buna rağmen, ABD’nin siyasal gücünün varlığını kanıtlamak istercesine, başkan Donald Trump’ın ikinci başkanlık sürecine başladığı 20 Ocak’tan bu yana, uyguladığı küresel ekonomi politikaların, yeni bir sistem kurucusu olma iddiasını mümkün kıldığı söylemi, hiç kimse tarafından makul, mantıklı, sürdürülebilir olarak algılanmıyor.

Ayrıca, bu ekonomi politikaların küresel toplumu ikna edici bir yönünün bulunduğunu söylemek ise, hiç mümkün gözükmüyor.

Başkan Trump liderliğinde ortaya konulan son sekiz aylık gelişmeler sonucu, ABD açısından başarı olarak adlandırabilecek bir yapılanma ortaya çıkmadığı ve bu gelişmeler, önümüzdeki dönemde başarı olarak değerlendirilebilecek bir sonuca evrilse bile bunun, küresel toplum nezdinde ne denli kabul edilebilir olduğu gayet problemlidir.

Bunun yanı sıra, küresel sistemin yeniden inşasında, bir çözüm olarak ortaya konulan tek aktörlü yani, bir ulus-devlet olarak ABD’nin ya da ABD’nin başkanı Trump’ın yaklaşımlarının ne denli sağlıklı bir sonuç doğuracağı konusunda ise güçlü endişeler yok değil.

Bu durumda, en başta, -hem, ekonomi-politik hem de, tarihsel olarak- ABD’nin doğal ortağı kabul edilebilecek, Kanada’dan Avustralya’ya kadar Anglo-Sakson dünya ile, mevcut politikalar noktasında, hiç de barışık olmayan bir ABD’nin ya da ABD başkanı Trump’ın, nasıl bir küresel sistem inşa edebileceği ve böyle bir sistem kurulabilse bile, ne denli sürdürülebilir olduğu da ayrı bir sorunsal olarak önümüzde duruyor.

Küresel belirsizliği gidermeye yönelik iddialı çıkışların, olsa olsa, küresel belirsizliği ikmal etmeye yaradığını söylemek şu anki koşulda mümkün gözüküyor.

Sistemsizliğin başlangıcı

Bu noktada, içinde bulunduğumuz, küresel belirsizlik ortamını anlamlandırabilmek için, yakın geçmişe kısaca bakmak gerekiyor.

Bir başka ifadeyle, bugünkü noktaya nasıl gelindiğini hatırlamak şart.

Bu durum, bizi iki temel tarihi evreye götürüyor: 1945 yılı yani, 2. Dünya Savaşı sonu ve 1989 yılı yani, ‘Sosyalist Blok’un yıkılışı.

Bu iki temel evre arasına ve de sonrasına yerleştirilebilecek, bazı ara dönemlerin önemini göz ardı etmemek gerekiyor.

Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne giden süreçte 1951 yılı ‘kömür-çelik birliği’; Çin’in, kapılarını dünyaya açma kararının verildiği 1976; ABD’nin, küresel sistemde jandarma rolünü güçlü bir şekilde yapılandırmaya başladığı 2001; Çin’de, kadim Orta Krallık felsefesini gizli açık yeniden ortaya koyan Şi Cinping’in başkanlık koltuğuna oturduğu 2013.

Bu süreçlerin, yazıda dile getirmeye çalıştığımız düşünceyi destekleyici mahiyette tarihsel parametreler olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bunlar dışındaki gelişmeleri belki yüzeysel, palyatif, local veya bölgesel olarak görmek gerekir...

Pasifik Savaşı

Adına, ‘küresel sistem’ denilen yapının teşkili pek de uzak olmayan bir geçmişte yani, 2. Dünya Savaşı ile belirlendi.

Bu savaş, Batı’da yani, Avrupa’da bu adla anılsa da, son yirmi yıldır küresel gelişmelerin odağında yer alan Asya-Pasifik bölgesindeki adıyla Pasifik Savaşı olarak biliniyor.

Sistemin kurucuları, kadim İngiliz imparatorluğunun varisi, yeni küresel impartorluk olma konusunda -kimi açılardan- pek de istekli olmayan, Amerika Birleşik Devletleri ve bu ikiliye eklemlenen Batı Avrupa ulusları oldu.

Avrupa kültür ve ve medeniyeti ile coğrafyasına ne denli eklemlendiği sürekli tartışma konusu olan Rusya’nın, 1917 devrimiyle evrildiği ‘Sosyalist Birlik’, 2. Dünya Savaşı süreci ve de devamında, sözde Batı’ya alternatif katı gelişimci yapısının, dönemin şartları gereği ABD ile aynı kampta yer alması, hiç kuşku yok ki, uluslararası siyasal ilişkiler açısından gayet önemli bir gelişmeydi.

2. Dünya Savaşı’nın dönemin küresel sistemine verdiği cevap, kadim İngiliz İmparatorluğu’nun -belki de çoktan bitmiş olan küresel hakimiyetinin, sona ermesi ve küresel siyaset sahnesinden çekilmesi anlamına geliyordu.

Bu gelişmenin ortaya çıkmasında, hiç kuşku yok ki, ‘kralliyet tacının incisi’ olarak da adlandırılan Hint Alt Kıtası’na bağımsızlığın verilmesi her açıdan önemliydi.

Soğuk Savaş

Savaş boyunca devam eden ve ardından, -diğerleri bir yana- ABD-Rusya ittifakının çözülüşünün -ki, bunun temellerini ideolojik ayrışmada aramak gerekir-, yeni dönemin belirleyici uluslararası koşulu olan ‘Soğuk Savaş’ı gündeme taşıdı.

İki ülkeyi ‘sıcak bir savaşa’ yaklaştırmayan temel nedenin, bu iki ülkenin, 2. Dünya Savaşı’nın ağır yükünü üzerinde taşımaları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

‘Anlaşmazlıklar üzerine anlaşma’ olarak da tanımlanabilecek, ‘Soğuk Savaş’ şartlarında Batı yani, ABD kendi ekonomi-politik ideolojisinin güçlülüğünü ortaya koyacak adımlarıyla bu dönemin bir anlamda ‘galibi’ olarak 1989’da küresel yapının ortasına oturdu.

Batı ekonomi-politiğinin rekabetçi yapısının sadece, örneğin sıradan iki tüccar özelinde mikro düzeyde var olan bir rekabetçilik olmadığı, aksine, bunun ötesinde küresel sistemin ‘rekabetçilik’le var olduğunu ortaya koyan güçlü temelleri, ‘rakipsiz’ bir sistemin ortaya çıkışı yanılsamasından dönüşü sağladı...

Bu yanılsamadan geri dönülmesi yine bizatihi, ABD eliyle oluşturulan ve geliştirilen rekabetçi bir yapının oraya çıkmasına neden oldu.

Bugün, ABD’nin küresel rakibi olarak görülen Çin’in ortaya çıkışını, -kısaca ifade edilen- bu süreçlerle bağlantılandırmak gerekir.

ABD’nin 1989’da yakaladığı söylenebilecek ‘başarısını’, Çin karşısında benzer bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği süreçte dikkat çekilmesi gereken önemli bir soru olarak ortada duruyor.

Ancak, bu soruya doğru cevaplar verebilmek için şartların 1989 ile benzer olup olmadığını göz ardı etmemek gerekiyor.

Yazıya devam edeceğim...

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/kuresel-yapida-sistem-arayisi-quest-for-a-system-in-a-global-structure/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder