30 Ağustos 2025 Cumartesi

Affan sizi affetmeyecek! / Affan will not forgive you!

Mehmet Özay                                                                                                                             31.08.2025

Affan Kurniawan’ın ölümünün, tıpkı benzerleri gibi, toplumsal yapıda güç ile güçsüz’lüğü temsilde yeri olan bir gelişmedir.

Affan’ın ölümüne neden olan, sıradan bir hadise değil..

Yüzeysel bir bakışla gelişmeyi değerlendirenlerin yapacağı şekilde, Affan’ın ölümü, örneğin bir trafik kazası sonucu değildir...

Hadiselerin içerisinde bizzat, kasıtlı ve istençli olarak yer alıp almadığı bir yana, Affan’ın ölümü, gücü temsil eden siyasal ve toplumsal kesimlere gönderme yapan bir içeriğe sahiptir.

Diyelim ki, Affan söz konusu gösterilerde aktif, kasıtlı olarak yer alan bir birey değildi...

Bu durum dahi, gücün, bu gücü temsil edenlere karşı söylem ve eylem geliştirme çabası içerisinde yer almamayı tercih eden bir bireyi bile içine alacak kadar, ne denli devasa bir eziliciğe sahip olduğunu ortaya koyuyor.

Tarihi hafıza-Ezici güç

Göstericilerin yoğun olduğu caddede, kasıtlı olarak hızla giden askeri aracın temsil ettiği siyasi ve ona eklemlenen askeri ve sivil elitin gücü, eziciliği noktasında sınır tanımadığını, tanımak istemediğini ortaya koyuyor.

Evet, Endonezya’da başgösteren ve ülkenin sadece başkenti ile sınırlı olmayan toplu gösteriler, Endonezya’nın son yirmi beş yılda geldiği noktayı ortaya koyması açısından gayet önemlidir.

Başta, başkent Cakarta, Bandung, Surabaya, Medan önemli şehirlere taşan toplu gösterilerde hedef ‘seçilmişler’dir.

Tıpkı, 1998 yılı 21 Mayıs’ında olduğu gibi...

Moralite ve toplumsal hissediş

Seçilmişlerin, Cakarta’da ulusal parlamentodaki bir oturumda, günlük harcırahlarının artırımını kutlama şekli, bu azınlık kitlenin kibri kadar, giyimi-kuşamı ‘bizdenmiş’ izlenimi vermesine rağmen, geniş toplum kesimleriyle pek de barışık olmayan yönlerini açık seçik ortaya koyuyordu.

Belki, geniş toplum kesimleri, seçilmişlerin kibrini, gayet basit bir eylem tarzıyla ortaya konulmasını göz ardı edebilirlerdi.

Ancak, toplumsal kesimlerin siyasal ve ekonomik temelli gelişmeler ve gerekçeler üzerinden değerlendirildiğinde, içinde bulundukları halet-i ruhiyet böylesine ‘basitlikleri’ bekler bazen...

Endonezya’da olan biten de, bundan başka bir şey değil.

Yukarıdaki ifadeler dikkatle okunduğunda, ortada gayet açık bir ikilemin ve de, bu ikilemin neden olduğu bir toplumsal gerilimin olduğu görülür.

Ulusal parlamentonun üyelerine yani, milletvekillerine Cakarta’daki yaşam koşulları bahane edilerek yapılan günlük harcırah artışı ile -tıpkı Affan gibi-, yine Cakarta’da -ve de ülkenin pek çok bölgesinde- eliyle emeğiyle günü kurtarmaya çalışan milyonlarca sıradan insanın, aynı nedene bağlı olarak derinden hissettikleri yoksulluk...

Ancak arada derin bir uçurum var... İlk kesim, toplumsal statüsünün göstergesi olmasını arzu ettiği bir ekonomik destek ararken, ikinci kesim yani milyorlar temel gündelik ihtiyaçları peşinde koşuyorlar...

Ve bu anlamda, var olduğunu ileri sürdüğüm ikilem, salt bu ekonomik ayrışma ile de sınırlı değil...

İkilem, siyasal ve de toplumsal elitin kendilerini geniş halk kesimlerinin içinde bulundukları ekonomik ve sosyal koşulları anlama, bu sorunları çözme konusunda iradelerini sınırlı şekilde ortaya koymalarıdır.

İkilem, ekonomi alanı içerisinde konuşacak olursak, parlamento üyeleriyle sıradan halkın, aynı başkentin herkesi içine alan ekonomik zorluklarına muhatap olmalarına karşın, ilk grubun ikinci grupla olan sosyal, kültürel ve de dini bağını zayıflatan, belki de ortadan kaldıran bir tutum ve davranış içerisinde olmalarıdır.

Azınlık elitler ve diğerleri

Yukarıda 1998’e yani Suharta döneminin nasıl sona erdiğine tarih vererek gönderme yaptım... Bu benim ‘keşfettiğim’ bir yaklaşım değil...

Endonezya’yı bilenler, bu ülkeyi ve toplumu takip etmeye çalışanların, yaklaşık son bir haftadır olan bitenlerden çıkarabilecekleri doğal bir sonuçtur.

Ülkenin önde gelen siyasi liderleri, gazetecilerinin de böyle bir sonuca ulaşmış olmaları gayet önemlidir.

Bu önem, bugün Endonezya’nın, hiç de arzu edilebilir bir noktada olmadığını ortaya koymasından kaynaklanmaktadır.

Siz, okuyucunun dikkatini çekmiştir... Endonezya’da olan bitene kısaca değinen bu yazıda, iktidar ve muhalefet ayrımı yapmadım.

Siyasal elit kavramını bilerek ve kasıtlı olarak kullanıyorum. Nihayetinde, ortada bir elitler zümresi bulunuyor...

Bu elitler zümresinin ulusal parlamentoda hangi siyasi akım, parti, ideolojinin mensubu olup olmadığı bu noktada önem arz etmiyor.

Gelişmelere bakıldığında, halkın toplumsal sabrını anlayamayacak denli gözü kara bir elit kibrine ve toplumun farklı tabakalarıyla ilişkileri gevşek ya da, hiç de böylesi bir ilişki geliştirme ihtiyacı duymayan ve bunun sonucu olarak, söz konusu bu toplum tabakalarıyla gayet uzaklaşmış bir elit tavrına tanık olunuyor.

Endonezya’da yaşanmakta olan toplumsal gerçeklik içerisinde ‘elitler’ vurgusu önemlidir...

Elitlerin karşısında ise adı, sanı, ideolojisi, parti mensubiyeti vb. gibi sosyal ve siyasal etiketleri bilinmeyen ancak, ‘geniş toplumsal kesimler’ olarak tanımlanan bir yapı bulunuyor.

Dini-sosyal yapı/lar

Burada dikkat çekmek istediğim bir diğer husus, elitler ile dini-toplumsal yapının temsil gücünü elinde bulunduranların yani, dini cemaatlerin bu gelişmeler karşısında ne yapıp ettiğidir.

Toplumu sukünete davet, elbette ki önemlidir ve de anlamlıdır.

Ancak, ülkenin önde gelen dini yapılanmalarının geniş halk kesimlerini sukünete davet ederken, bu kesimlerin toplumsal ve -ve belki de, siyasal hareketlere evrilmesine neden olan gelişmeleri göz ardı eden yaklaşımları ortada samimi bir duruşun olmadığına işaret ediyor...

Parlamentoda, farklı siyasi partilere mensup üyeleri de bulunan bu dini-toplumsal yapıların, bugüne kadar ulusal siyasette toplumsal meselelerde geniş halk kesimlerinin yaşadıkları zorlukları, bu zorluklar karşısında hissiyatlarını, bu zorluklar karşısında taleplerini anlamak, çözüm konusunda ‘siyasi elite, ekonomik elite, sosyal elite’ eleştiriler geliştirmek yerine, hadiselerin kontrolden çıktığı veya çıkmakta olduğunu fark etmeleriyle ortaya koydukları yaklaşım samimi bir yaklaşım değildir...

“’Mesaj alınmıştır’ diyerek, geniş toplum kesimlerini sukünete davet etmeleri doğru bir mesaj türüne gönderme yapmakta mıdır?” sorusunu, gündeme getirmek gerekir.

Ve bu soruyu sormaları ve cevap vermeleri gerekenlerin başında bizatihi, bu dini-toplumsal yapılar gelmektedir.

Bu durum bize, karşımızda, geniş toplum kesimlerinin taleplerini dile getirme biçiminin, toplumsal gösterilere dönüşmesine kadar ki süreci gözetemeyen dini-toplumsal yapıların olduğunu gösteriyor...

Özetle ortaya koymaya çalıştığım, Endonezya’da son bir haftada yaşanmakta olan gelişmeler bize, masamızın üzerinde hâlâ yapılmayı bekleyen önemli bir ev ödevimiz olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Affan’ın ölümü, ‘sıradan’ bir ölüm değildir...

Affan’ın ölümü, yaşanan siyasal ve toplumsal çelişkilere gönderme yapan bir semboldür.

Affan’nın kendisini ve kendisi gibi milyonlarca insanı bu hale getirenleri ve Affan’ı bu şekilde ölüme mahkum edenleri affadeceğini düşünüyor musunuz?

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/affan-sizi-affetmeyecek-affan-will-not-forgive-you/

 

29 Ağustos 2025 Cuma

Küresel yapıda sistem arayışı / Quest for a system in a global structure

Mehmet Özay                                                                                                                             30.08.2025

Günümüz küresel toplumunun temel hedefi, mevcut küresel belirsizliği gidermek olduğu ortada.

Bu noktada, belirsizliğin ortadan kaldırılmasında, hangi ulus-devlet ya da hangi sistem aktör olmaya aday veya bu adaylığını gösterme konusunda, son dönemde bazı icraatlar ortaya koymakta olduğuna karar vermek önemli bir analizi gerektiriyor.

Bu çerçevede, “sistemi yeniden kurmaya aday bir ABD mi, yoksa ABD öncülüğünde zaten var olan sistemin bugünkü belirsizliğin temeli olduğunu ileri sürerek, Çin eksenli yeni bir küresel yapılaşma mı?” sorusunu yöneltmek mümkün.

Üçüncü bir alternatif

Üçüncü bir alternatif söz konusu mu? Pek de, öyle bir alternatif söylem, iddia, eylem ortada gözükmüyor...

Meseleyi, belki Müslüman dünya üzerinden ele almak mümkün olabilir.

Ancak, yaşanan neredeyse, tüm iç ve dış gelişmeler, bu dünyanın kendi iç problemleriyle boğuşmakta olduğunu göstermesi, adına küresel denilen sistemik alana ulaşabilmelerinin önündeki en büyük engel olduğunun kanıtıdır.

Bu konuyu başka bir yazıya havale ederek, kaldığımız yerden devam edelim...

ABD faktörü

Konu ABD olduğunda, son dönemde -diyelim ki son on yıldır-, bu ülkeden gelen yaklaşımların, kayda değer yapısallaştırıcı güce sahip olup olmadığı üzerinde durmaya değerdir.

Bu çerçevede, “Batı siyasal sisteminde temsil gücünü 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana elinde bulunduran ABD’nin yanında, Batı’nın tarihsel olarak öne çıkan hangi ülkesi veya ülkeleri var?” sorusuna, bugün olumlu cevap verebilmek mümkün değil.

Bir başka ifadeyle, bugünkü uluslararası siyasal kargaşayı hal yoluna koyma çabası sergilediği ya da buna niyetli olduğu söylenebilse de, ABD’nin yanında örneğin, bir Avrupa Birliği bloğunu ya da blok içerisinde İngiltere’nin (Birleşik Krallık) güçlü bir müttefik olduğu izlenimi veren politikalarına karşın, sağlam bir partner bulunduğunu söylemek mümkün gözükmüyor.

Buna rağmen, ABD’nin siyasal gücünün varlığını kanıtlamak istercesine, başkan Donald Trump’ın ikinci başkanlık sürecine başladığı 20 Ocak’tan bu yana, uyguladığı küresel ekonomi politikaların, yeni bir sistem kurucusu olma iddiasını mümkün kıldığı söylemi, hiç kimse tarafından makul, mantıklı, sürdürülebilir olarak algılanmıyor.

Ayrıca, bu ekonomi politikaların küresel toplumu ikna edici bir yönünün bulunduğunu söylemek ise, hiç mümkün gözükmüyor.

Başkan Trump liderliğinde ortaya konulan son sekiz aylık gelişmeler sonucu, ABD açısından başarı olarak adlandırabilecek bir yapılanma ortaya çıkmadığı ve bu gelişmeler, önümüzdeki dönemde başarı olarak değerlendirilebilecek bir sonuca evrilse bile bunun, küresel toplum nezdinde ne denli kabul edilebilir olduğu gayet problemlidir.

Bunun yanı sıra, küresel sistemin yeniden inşasında, bir çözüm olarak ortaya konulan tek aktörlü yani, bir ulus-devlet olarak ABD’nin ya da ABD’nin başkanı Trump’ın yaklaşımlarının ne denli sağlıklı bir sonuç doğuracağı konusunda ise güçlü endişeler yok değil.

Bu durumda, en başta, -hem, ekonomi-politik hem de, tarihsel olarak- ABD’nin doğal ortağı kabul edilebilecek, Kanada’dan Avustralya’ya kadar Anglo-Sakson dünya ile, mevcut politikalar noktasında, hiç de barışık olmayan bir ABD’nin ya da ABD başkanı Trump’ın, nasıl bir küresel sistem inşa edebileceği ve böyle bir sistem kurulabilse bile, ne denli sürdürülebilir olduğu da ayrı bir sorunsal olarak önümüzde duruyor.

Küresel belirsizliği gidermeye yönelik iddialı çıkışların, olsa olsa, küresel belirsizliği ikmal etmeye yaradığını söylemek şu anki koşulda mümkün gözüküyor.

Sistemsizliğin başlangıcı

Bu noktada, içinde bulunduğumuz, küresel belirsizlik ortamını anlamlandırabilmek için, yakın geçmişe kısaca bakmak gerekiyor.

Bir başka ifadeyle, bugünkü noktaya nasıl gelindiğini hatırlamak şart.

Bu durum, bizi iki temel tarihi evreye götürüyor: 1945 yılı yani, 2. Dünya Savaşı sonu ve 1989 yılı yani, ‘Sosyalist Blok’un yıkılışı.

Bu iki temel evre arasına ve de sonrasına yerleştirilebilecek, bazı ara dönemlerin önemini göz ardı etmemek gerekiyor.

Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne giden süreçte 1951 yılı ‘kömür-çelik birliği’; Çin’in, kapılarını dünyaya açma kararının verildiği 1976; ABD’nin, küresel sistemde jandarma rolünü güçlü bir şekilde yapılandırmaya başladığı 2001; Çin’de, kadim Orta Krallık felsefesini gizli açık yeniden ortaya koyan Şi Cinping’in başkanlık koltuğuna oturduğu 2013.

Bu süreçlerin, yazıda dile getirmeye çalıştığımız düşünceyi destekleyici mahiyette tarihsel parametreler olduğunu unutmamak gerekiyor.

Bunlar dışındaki gelişmeleri belki yüzeysel, palyatif, local veya bölgesel olarak görmek gerekir...

Pasifik Savaşı

Adına, ‘küresel sistem’ denilen yapının teşkili pek de uzak olmayan bir geçmişte yani, 2. Dünya Savaşı ile belirlendi.

Bu savaş, Batı’da yani, Avrupa’da bu adla anılsa da, son yirmi yıldır küresel gelişmelerin odağında yer alan Asya-Pasifik bölgesindeki adıyla Pasifik Savaşı olarak biliniyor.

Sistemin kurucuları, kadim İngiliz imparatorluğunun varisi, yeni küresel impartorluk olma konusunda -kimi açılardan- pek de istekli olmayan, Amerika Birleşik Devletleri ve bu ikiliye eklemlenen Batı Avrupa ulusları oldu.

Avrupa kültür ve ve medeniyeti ile coğrafyasına ne denli eklemlendiği sürekli tartışma konusu olan Rusya’nın, 1917 devrimiyle evrildiği ‘Sosyalist Birlik’, 2. Dünya Savaşı süreci ve de devamında, sözde Batı’ya alternatif katı gelişimci yapısının, dönemin şartları gereği ABD ile aynı kampta yer alması, hiç kuşku yok ki, uluslararası siyasal ilişkiler açısından gayet önemli bir gelişmeydi.

2. Dünya Savaşı’nın dönemin küresel sistemine verdiği cevap, kadim İngiliz İmparatorluğu’nun -belki de çoktan bitmiş olan küresel hakimiyetinin, sona ermesi ve küresel siyaset sahnesinden çekilmesi anlamına geliyordu.

Bu gelişmenin ortaya çıkmasında, hiç kuşku yok ki, ‘kralliyet tacının incisi’ olarak da adlandırılan Hint Alt Kıtası’na bağımsızlığın verilmesi her açıdan önemliydi.

Soğuk Savaş

Savaş boyunca devam eden ve ardından, -diğerleri bir yana- ABD-Rusya ittifakının çözülüşünün -ki, bunun temellerini ideolojik ayrışmada aramak gerekir-, yeni dönemin belirleyici uluslararası koşulu olan ‘Soğuk Savaş’ı gündeme taşıdı.

İki ülkeyi ‘sıcak bir savaşa’ yaklaştırmayan temel nedenin, bu iki ülkenin, 2. Dünya Savaşı’nın ağır yükünü üzerinde taşımaları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

‘Anlaşmazlıklar üzerine anlaşma’ olarak da tanımlanabilecek, ‘Soğuk Savaş’ şartlarında Batı yani, ABD kendi ekonomi-politik ideolojisinin güçlülüğünü ortaya koyacak adımlarıyla bu dönemin bir anlamda ‘galibi’ olarak 1989’da küresel yapının ortasına oturdu.

Batı ekonomi-politiğinin rekabetçi yapısının sadece, örneğin sıradan iki tüccar özelinde mikro düzeyde var olan bir rekabetçilik olmadığı, aksine, bunun ötesinde küresel sistemin ‘rekabetçilik’le var olduğunu ortaya koyan güçlü temelleri, ‘rakipsiz’ bir sistemin ortaya çıkışı yanılsamasından dönüşü sağladı...

Bu yanılsamadan geri dönülmesi yine bizatihi, ABD eliyle oluşturulan ve geliştirilen rekabetçi bir yapının oraya çıkmasına neden oldu.

Bugün, ABD’nin küresel rakibi olarak görülen Çin’in ortaya çıkışını, -kısaca ifade edilen- bu süreçlerle bağlantılandırmak gerekir.

ABD’nin 1989’da yakaladığı söylenebilecek ‘başarısını’, Çin karşısında benzer bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği süreçte dikkat çekilmesi gereken önemli bir soru olarak ortada duruyor.

Ancak, bu soruya doğru cevaplar verebilmek için şartların 1989 ile benzer olup olmadığını göz ardı etmemek gerekiyor.

Yazıya devam edeceğim...

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/kuresel-yapida-sistem-arayisi-quest-for-a-system-in-a-global-structure/

26 Ağustos 2025 Salı

Güney Kore-Çin ilişkilerinde yeniden yakınlaşma / Reconciliation of South Korea-China relations

Mehmet Özay                                                                                                                             25.08.2025

Güney Kore, Çin’le ilişkileri yeniden normalleştirme konusunda önemli adımlar atıyor.

Güney Kore başkanı Lee Jae Myung’un özel temsilcisi, eski parlamento sözcüsü Park Byeong-seug’un dün Pekin’e yaptığı ziyaret, iki ülke ilişkilerinde bir süredir yaşanan gerilim yerini, yeniden yakın işbirliğine bırakma emaresi olarak kabul ediliyor.

Bu gelişme iki ülke arasında ekonomik ilişkiler kadar siyasal anlamda da yakınlaşma olacağının izlerini taşıyor.

Gerginlik sebebi

Girişte dikkat çektiğim ‘gerginliğin’ sebebi, 2017’de ABD’nin Güney Kore topraklarına füze savunma sistemleri kurmasıyla başlamıştı...

Ancak bunun dışında özellikle, aradan geçen süre zarfında ilişkilerin düzeltilmesi yönünde adımlar atılırken, 2023 yılında dönemin Güney Kore devlet başkanı Yoon Suk Yeol’un söylemleriyle iki ülke ilişkileri yeniden gerginleşmişti.

Gözlemcilerin ifadelerinden, Güney Kore ordusunu sıkıyönetime davet eden -ve bu nedenle hakkında açılan davalar sonucu başkanlığına son verilen- sabık devlet başkanı Yoon Suk Yeol’un Çin’le ilişkilerde de olumsuz gelişmelere yön vermesiyle ülke siyasal tarihinde olumlu bir şekilde anılmayacağının göstergesi olduğu anlaşılıyor.

Şi Cinping’e davet

Dün, özel elçi Byeong-seug’un Çin dışişleri bakanı Wang Yi ile görüşmesinde, Çin devlet başkanı Şi Cinping’e verilmek üzere başkan Lee’nin mektubunu iletti.

Çin tarafından yapılan ilk açıklama, yeniden işbirliğine olumlu bakıldığı yolunda.

Bu çerçevede, Çin dışişleri bakanı Wang Yi, “farklılıklara rağmen, ikili ilişkilerde ortak zemin arayışının” olumlu olduğunu vurgu yaparken, bu ziyareti, aynı zamanda iyi komşuluk ilişkilerinin bir yansıması olarak değerlendirdi.

Güney Kore özel elçisinin sunduğu mektubun içeriğine dair detaylı açıklama yapılmazken, bunun Çin devlet başanı Şi Cinping’in, Ekim ayında Seul’de düzenlenecek olan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği’ne (Asia-Pacific Economic Cooperation-APEC) daveti olduğu belirtiliyor.

Tarihsel bağ

Dışişleri bakanı Wang’ın, “ortak zemin arayışının” akıllara öncelikle, ekonomik ilişkileri getirdiği düşünülebilir.

Bu doğru...

Ancak, bugünlerde bu açıklama ile dikkat çekilen hususu, iki ülkenin Pasifik Savaşı sürecinde Japonya karşısında aynı konumda bulunmaları olduğu anlaşılıyor.

Öyle ki, Güney Kore-Çin ilişkilerinin ‘normalleştirilmesi’ sürecine, ‘Japonya’ faktörüne gizli-açık bir atfın olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu çerçevede, Japon işgaline karşı Çin Halk Ordusu’nun direnişinin 80. yılı münasebetiyle 3 Eylül’de Çin’de düzenlenecek olan etkinliğe Güney Kore parlamento sözcüsü Woo Wonshik’in katılacağının açıklanması, bunun somut bir göstergesi olacaktır.

Aynı dönemde, Güney Kore’nin de benzeri bir ‘işgale’ konusu olması, iki komşu ülkenin tarihsel tecrübe açısından aynı konumda yer almalarına neden oluyor.

Doğu Asya ekonomisi

Bu ‘tarihsel’ tecrübe benzerliğine rağmen, iki ülkenin Japonya’yı hedef tahtasına koyarak, göz ardı ettikleir gibi bir sonucu çıkarmak ise mümkün değil.

Ortada, hassas bir dengenin var olduğu ve ikili ilişkilerde, “zedelenen ilişkileri yeniden nasıl başlatmalı veya geliştirmeli” sorusuna verilebilecek pratik cevaplardan biri olarak değerlendirmek daha rasyonel gözüküyor.

Bu çerçevede, özel temsilci Byeong-seug’un Çin’e yaptığı ziyareti bu anlamda, bir dönüm noktası kabul edilirken, ikili ilişkilerin geliştirilmesinin, içinde Japonya’nın da yer aldığı, Doğu Asya ekonomik işbirliğine de önemli katkısı olduğuna kuşku bulunmuyor.

Son dönemde, Güney Kore-Çin serbest ticaret anlaşmasının yanı sıra, Doğu Asya üçlü ekonomik işbirliği yapılaştırılması anlamına gelen Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği hiç kuşku yok ki, üç ülkenin de önemsediği bir gelişmedir.

Bu durum, özellikle Trump’ın gümrük vergilerinde artışa gitmesiyle oluşan belirsizlik sürecinde bir süre önce üç ülke yani, Güney Kore-Çin-Japonya ticaret bakanlarının biraraya gelmesi önemli bir gelişmeye işaretti.

Bu gelişmelerin, özellikle ulusal siyasette istikrarsız bir dönem yaşayan Güney Kore’de dış ilişkiler ve ekonomik alanında önemli adımlar atılmasıyla hem, siyasete moral destek hem de, ülke ekonomisinin canlandırılması konusunda gayet önemli bir adım olarak anılmayı hak ediyor.

Ekonomik boyut

Güney Kore’nin Çin’le ilişkileri yeniden normalleştirme çabası özellikle, iki ülke ekonomik ilişkileri açısından önem taşıyor.

Tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi, Güney Kore’nin de en büyük dış ticaret ortağının Çin olması, ilişkilerin neden normalleştirilmesi gerektiğine dair yeterli ipucu sunuyor.

Bunun yanı sıra, Güney Kore’nin bu girişiminin zamanlamasına dikkat çekmek gerekiyor.

Bunun yanı sıra, Güney Kore özel elçisinin Çin ziyaretinin, başkan Lee’nin Washington ziyaretiyle aynı günlerde gerçekleşmiş olmasını da doğru değerlendirmek gerekir.

Başkan Lee, ABD başkanı Donald Trump’la görüşmek üzere, bugün erken saatlerde Washinton’a ulaşırken, özel temsilcisi dün Çin başkenti Pekin’deydi.

Bir yandan, ABD’nin uygulamaya başladığı gümrük tarifesi öte yandan, Güney Kore iç siyasetindeki istikrarsızlık, devlet başkanı Lee’nin dış ilişkilerde açılıma verdiği önemi ortaya koyuyor.

Bu noktada, dikkatle izlenmesi gereken, Güney Kore’nin ABD ve Çin ilişkilerini birarada götürme konusundaki yaklaşımıdır.

 https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/guney-kore-cin-iliskilerinde-yeniden-yakinlasma-reconciliation-of-south-korea-china-relations/

24 Ağustos 2025 Pazar

Müslüman toplumlar ve düşünce üretme çabası / Muslim societies and the effort to produce ideas

Mehmet Özay                                                                                                                             24.08.2025

Müslümanların içinde bulundukları acınası hallerinin, inanmayan düşmanın düşündükleri ve eylediklerinin bir sonucu olduğu konusunda yaygın kanaate dikkat çekmek ve bunun üzerinde özenli durmak gerekiyor.

Soru şu: Acaba bugün, Doğu’sundan Batı’sına değişik coğrafyalarda yer alan Müslüman toplumların bugün içinde bulundukları hâl, bizatihi ve sadece ‘öteki’, ve ‘inanmayan düşman’ın düşündükleri ve eyledikleriyle mi sınırlıdır?

Müslümanların bu içinde bulundukları halden kendilerini, ‘yapısalcı’ bir norma tabi tutarcasına, dışardan gelen ve kendilerini içine alan ve tüm düşüncesini, halini, eylemini sarıp sarmalayan ve tüm bunlar olurken, yine aynı Müslüman toplumundan herhangi bir düşüne, eylem sadır olmaması mı anlaşılıyor?

Diyelim ki, dışardan gelen onca baskı gerçektir ve Müslümanlar bunun kurbanıdır...

Bu söylem ve algı, üzerine yaslanılacak ve kendi kendini geriletmeci bir sürece yol açmamalıdır.

Aksine, tam da bu halde, Müslümanların bir yandan, kendilerine dönüp öte yandan, ötekini anlama çabası sergilemeleri beklenmez mi?

Ancak, olan bitene baktığımızda, böyle bir çabanın hak ve doğruluk çerçevesinde gerçekleşmediği anlaşılıyor.

Olan biten... Kalıplaşmış kullanımı tekrar ederek söylemek gerekirse, mevki ve makam sahibi olmak, dünyalık edinmek süreçleri Müslüman bireylerin önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor.

Öyle ki, Müslüman bireyler ait oldukları toplumsal ve ekonomik geri kalmışlığın sosyal ve psikolojik baskısı altında ezilmekten ve bu süreci aşmaktan kurtulma çareleri aramakla, yüce ve yüksek düşünceler üretebilmeleri mümkün olmadı ve olmuyor.

Maalesef, bu ayrımı yapamadıkları ortada. Bu nedenledir ki, ortaya çıka çıka sadece manipülatif süreçler çıkıyor...

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse...

‘Düşünce ve eylem üretmek’ peşinde olduklarını söyleyenlerin -kahir ekseriyetini- dikkatlice incelediğinizde, ortaya palyatif denilebilecek süreçler çıktığına tanık oluyoruz.

Bu bireylerin ve grupların kavram, bilgi, söylem vb. üretimlerinin sahicilikten uzak, sadece ve sadece tribünlere hitap eden söylem edimleri olduğu gayet aşikar...

Ancak, tribünlere hitap etmenin getirisi olsa olsa, içinden çıkılması güç bir devinime dönüşerek Müslüman bireyin ve grubun gizli/açık hapishanesine dönüşüyor.

Bu kişiler, söz konusu üretme çabasını kendine ve ait olduğu cemaatci yapılara yontmacı bir perspekifle günü kurtarırken, bugünü kurtarmakla yarınlarını kurtaracağı hesabıyla hareket ediyorlar.

Çünkü en baştan öncelledikleri şey ‘bugünü kurtarmak’tı...

Yoksa, aramak, araştırmak, bilgi üretmek, bilgiyi kurumsallaştırmak, bilgiyle yaşamak değil...

Sözde bilgi üretimi sürecine başladıkları iddiasıyla gündeme çıkarken, aslında dün sahip olamadıkları mevki ve makamları edinmenin yarışı içerisinde olduklarını kısa bir süre sonra kaçınılmaz olarak ortaya koyuyorlar.

Yani, kendi kendilerinin kurbanı oluyorlar...

Öte yandan... Üretildiği söylenen bilginin hakikilikten uzaklığı hem, bu bilgiyi ürettiğini söyleyen kişinin kendisine hem de, mensubu olduğu büyük Müslüman topluma yapılmış en büyük hakaret olarak anlaşılmayı hak ediyor.

Eğitimden, devlet yönetimine kadar olan tüm kurumsal süreçlerde, Müslüman toplumların halinin içler acısı olmasını salt -girişte değindiğim- dışsal nedene bağlamak mümkün mü?

Kanımca, bu durum pek mümkün gözükmüyor. Bu salt, bugüne ait, bireysel bir gözlem olarak kabul edilip göz ardı edilebilecek bir durum değil.

Adına eğitim kurumu denilen yapılardaki ortaya konulan görüş ve yaklaşımların otantiklikten uzaklığı, kopyala-yapıştır formuna oturtulmuş anlayış, eğitim kurumlarından arzu edilen kaynağın sadır olamamasına neden oluyor.

Öte yandan, Müslüman toplumların hadi diyelim ki, geçmişte ürettiği bilgi birikiminin bugünü anlamaya dair bir ipucu, bir kışkırtma olamamasını nasıl anlamak gerekir?

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/musluman-toplumlar-ve-dusunce-uretme-cabasi-muslim-societies-and-the-effort-to-produce-ideas/

Trump, Putin ve siyasal gerçeklik / Trump, Putin and political reality

Mehmet Özay                                                                                                                             23.08.2025

Evet, sizinle aynı düşüncedeyim... Saçma bir başlık...

Trump’dan uluslararası politikada makul, rasyonel, sürdürülebilir politikalar beklenip beklenemeyeceğine dair tahminlerden ziyade, son sekiz aylık iktidarı döneminde ortaya koyduğu politikalar bize, kafi derecede bir veri sağlıyor.

Trump’a yönelik bir eleştirinin sebebi, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’le Alaska’da yaptığı görüşme sonrası arzu ettiği gelişmenin ortaya çıkmaması üzerine Rusya’yı, yeniden hedef tahtasına koymasına dayanıyor.

Barış gelmiyor!

Beklenti, Alaska sonrasında Rusya devlet başkanı Putin ile Ukrayna devlet başkanı Volodymyr Zelenksy’nin zirvede bir araya gelmesi ve barışın tesisini dünyaya ilan etmeleriydi.

Böyle bir şey olmadı...

Başkan Putin’den, Alaska’ya referansla ABD ve de dolayısıyla Trump’la olan yakın ilişki olasılığını gündeme taşıyan güllük gülistanlık açıklamaya karşın, Rusya dışişleri bakanı Sergei Lavrov, böylesi bir zirve için şartların ortaya çıkmasını beklediklerini söylüyordu.

Oysa, Alaska süreci gizli/açık, bu şartların tesisi anlamına geliyordu.

Hatırlayalım...

Trump, Putin’le Alaska’da görüşme şartı olarak Rusya’dan barışa dair somut bir adım atılmasını gösteriyordu...

Aksi halde, Putin’le görüşmeyecekti...

Trump, Putin’le Alaska’da görüştü... Olumlu fotoğraflar yayınlandı...

Ancak...

Alaska sürecine dair kaleme alan yazarlardan Sidney Blumenthal, Trump’ın herhangi bir dış politikası olmadığını yazısının başlığına taşımıştı... Ve, yaşananları absürd olarak nitelemişti...

Evet, Alaska süreci tastamam bu anlama geliyor...

Daha açıkçası, Trump politikalarının yanlışlığına...

Bu süreçte, Trump, ABD başkan yardımcısı JD Vance’n mi, dışişleri bakanı Marco Rubio’nun mu yoksa Putin’le Moskova’da görüşmesi üzerine gönderdiği emlakçı olduğu söylenen Steve Witkoff’un mu kurbanı oldu?

Bunlardan hangisi, daha çok absürd gözüküyor?

Can simidi: yaptırım

Trump’ın belki de, Putin’in kendisine verdiği sözün yerine getirilmemesi üzerine yaşadığı hayal kırıklığı ilk değil...

Ancak, işi oluruna bırakan tavrıyla Trump, Rusya’yı yeniden yaptırımlarla anmaya başladı.

Yaptırımlar kategorik olarak ortaya konuyor... Mesela, ilki, Rus resmi ve iş çevrelerine yönelik uluslararası ilişkilerde yaptırım kararı

İkincisi, Rus mallarına yüksek gümrük vergisi kararı...

Üçüncüsü, ABD’de yapılacak 2026 dünya kupasına Putin’e yaptığı daveti geri çevirmek ve Rusya’yı turnuvadan elemek.

Trump’ın bir de dördüncü seçeneği daha. O da, “ne halin varsa gör! Bu bizim savaşımız değil.” Herhalde Trump’ın bir süre sonra etkisini gösterecek olan olsa olsa üçüncü ve dördüncü meddeler olabilir...

Niyet ve irrasyonalite

Trump’ın, Ukrayna’nın işgali üzerine Avrupa’nın ortasında gelişen savaşı sona erdirme niyetine karşın, bugüne kadar bunu bir iradeye dönüştürememe konusundaki becerisini alkışlamak gerekiyor.

Trump politikalarıyla ilgili her yazımda herhalde, ‘en son örnek’ diye sergilemeye çalıştığım anlamsızlıklara her yeni yazıda, bir yenisini eklemek gayet sıkıcı bir durum.

Ancak, küresel politikaları güdümleyen bir gücü temsil eden bir siyasiyi izlemek ve söylemlerini, eylemlerini anlamlandırmaya, analiz etmeye çalışmak bunu biraz da kaçınılmaz kılıyor.

Son yazımda...

Even son yazımda, yani 20 Ağustos günlü yazıda, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’le Alaska’da yaptığı olağanüstü görüşme sonrasında, Ukrayna politikasında ve de barış sürecinde, 180 derecelik değişimi ortaya koyan Trump’ın acaba bir sonraki politikası ne olacak demiş ve yazıyı şu şekilde bitirmiştim:

“Ukrayna için sürecin bittiği söylenebilir mi?

Kanımca hayır... Durup Trump’ın bir sonraki hamlesini bekleyelim...”

Evet, sadece birkaç gün sonra yani, 22 Ağustos’da, Trump’ın yine başına yeni bir şapka takarak Ukrayna sorununa, daha doğrusu Avrupa’daki savaşa dair politikasında bir diğer geri adımı atarak, Rusya’ya ambargo’ya döndüğü görülüyor.

Yani, Avrupalı liderlerin Alaska öncesi süreçte Trump’ı iknaya çalıştıkları politikaya...

Trump’ın görüş değiştireceğini tahmin ediyordum...

Ancak, yine bir önceki yazıda Trump’ın demecine atıfla, “... Putin’in, bir anlamda savaş yorgunu olduğunu ve kararını önümüzdeki birkaç hafta içinde vereceğini söylüyor” demiştim...

Trump, kendi söylemini yalanlayarak, cümlelerinin içinde bolca “massive” (ağır) sıfatına yer vererek, Putin’e birkaç haftalık zaman tanımadan topları yeniden Moskova’ya döndürmeyi başardı...

 

Trump ve ergenleşememek

Bu anlamda, sürekli politika değiştiren ya da politikasınayön vermesi beklenen görüşlerini değiştiren Trump, hiçbir şeyden tatmin olmayan, düşüncesini psikolojisine, psikolojisini düşüncesine eviremeyen, düşünce kısırlığı ve de psikolojik dengesizliğini akranları arasında egemenlik kurmaya çalışan ergenlik çağındaki bir gencin hıpırtılı halini yansıtıyor.

Açıklamalarına yakından göz attığınızda öne çıkan ifadelerinden biri ‘I am not happy’ (mutsuzluğu)... Sürekli bir mutsuzluk hali var Trump’da.

Ancak ulusalı ve uluslararası bağlamında siyaset, mutluluk ve mutsuzlukla değil, makul, anlaşılabilir, sürdürülebilir, değerleri olan politikalarla yürütülür. Mutlu olmak veya olmamakla değil...

Ve Amerika Birleşik Devletleri’ni, sürekli ‘mutsuzluk’ hali yaşıyan böylesi bir lider yönetiyor...

Modelsizlik örneği

Trump, bununla da kalmıyor, dünyaya yeni bir nizam verme arzu ve şevkini önünde hiçbir engel tanımadan ortaya koyma cüretini sergiliyor...

Küresel gücü temsil eden bir ülkenin başkanı olarak Donald Trump’ın ortaya iyi bir model koymadığı gayet belirgin.

Ancak, ortada maalesef Trump’ın yanlışlarını ve yanlış modelliğine son verebilecek bir mekanizma da bulunmuyor.

Batı’nın liberal demokrasi güçleri ile zaman zaman ekonomi-politikte gündeme gelen söyleme rağmen, Batı özellikle de Avrupa, yani Avrupa Birliği veya Avrupa’nın öne çıkan ülkelerinin liderleri bu anlamda tıkanmışlığıyla yarım-yamalak söylemler dizmeye çalışıyor.

ABD açısından Ukrayna süreci sona ermiş değil...

Nihayetinde, ABD başkanı Trump’ın geçen yıl kampanya sürecinde ABD kamuoyuna verdiği sözlerden birini bu oluşturuyor...

Ancak, başkan Trump’ın uluslararası politikada ve özellikle de, Avrupa’nın ortasında süren savaşa dair bugüne değin ortaya koyduğu performansdaki başarısızlık onun yakın zamanda başarılı bir performans ortaya koymayacağı anlamına gelmiyor...

Trump’a biraz daha zaman tanımakta yarar var...

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/trump-putin-ve-siyasal-gerceklik-trump-putin-and-political-reality/