Mehmet Özay 25.07.2025
Bununla birlikte, “Müslüman toplumlar ve olgunluk”
ilişkisini gündeme getirmek, belki de hiçbir zaman, bu kadar elzem olmamıştır
dersek abartmış olmayız.
Bu durumun, yine yaşanılan dönemin dinamizmi,
boyutlarının genişliği vb. nedenlerinden ötürü olduğuna işaret etmek gerekiyor.
Olgunluk düzeyi
Samimi olarak söylemek gerekirse, Müslüman toplumların
olgunluk düzeyini tespit etmek için bazı yaklaşımlar, göstergeler olsa da, tam
anlamıyla bunu ortaya koyabilmenin mümkün olmadığı da bir o kadar gerçek.
Bununla birlikte, sıradan, basit, temel gözlemlerden
başlayarak uzun dönemli ve büyük ölçekli eğilimleri anlama çabasını içine
alacak boyulara değin, kayda değer veriler bulmak ve sunabilmek mümkün.
Olgunluk göstergelerinden birinin, inançla ilgili teorik
ve pratik yaklaşımlara dair olgular olduğunu söylemekle birlikte, ortaya yeni
bir şey koyup koymayacağımız şüphesi devam etmiş olacaktır.
Bu noktada, belki olsa olsa fıkhın, -küçümseme anlamında
söylemiyorum ancak, bir yöntem olarak- içerdiği yaklaşımları tekrarlamış oluruz
ki, bu durum bize toplumsal olgunun niçinini ve nedenini vermekten uzak, katı
ve genelci bir yaklaşımla söylemek gerekirse, siyah-beyaz konumuna indirgenmiş
bir yaklaşımla karşı karşı bulunduğumuz anlamına gelir.
Zor iş
Bu çerçevede, Müslüman toplumların olgunluk düzeyinin
bugünü, içinde bulundukları psikolojiyi, toplumsal kurumlarını, sosyal
değişimleri hasılı toplumsal evreni nasıl anladıkları ile benzeri olguları
ancak, geçmişin uzun tecrübeleri çerçevesinde nasıl anladıkları,
değerlendirdikleri ve ders aldıkları vb. gibi gayet kapsamlı bağlamları göz
önüne alarak kayda değer değerlendirmeler yapmak mümkün.
Ancak, bugünün Müslüman toplumlarının karşılarında fiziki
olarak yer alan ya da kimi bağlamlarda kasıtlı veya kasıtsız üretilmiş (imagined)
‘düşman/lar olgusu ve boyutu’, içinde yaşadığımız Müslüman toplumların olgunluk
düzeyini tespit etmemize el vermeyen bir engel olarak ortaya çıkıyor.
Düşmanın varlığına kuşku yok...
Ancak, Müslüman toplumlarda, dışarıyla ve dışarıdaki
ötekiyle meşgul olmak, dışarının ve ötekinin ürettiği sorunları temele almak,
bu üretilen sorunlara takılıp kalma psikolojisi sanki, içeriyle ilgili
sorgulamaların tümümün göz ardı edilmesini, rafa kaldırılmasını zorunlu
kılıyormuş ve hatta mazeret oluşturuyormuş algısı kendini tüm gücüyle
hissettiriyor.
Dışarının ve ötekinin, kasıtlı veya tesadüfi ürettiği
sorunların hegemonyasına teslimiyet, hiç kuşku yok ki, bir tür sömürgeci
etkisini ortaya çıkartıyor ister istemez.
Ancak, bu durumun farkına varılamamış olması sanki, dünün
sömürgeciliğinin unutulmadığını ve de daha da genişlemiş, kurumsallaşmış hatta,
sanallaşmış halinin de varlığının eklemlenmesiyle tekrar etmesine ve de
içselleştirilmesine neden oluyor.
Kutsallaştırma
Bir diğer açılım olarak, tarihe bakarak, “Acaba, orada
neler olup bittiğini anlayabilir miyiz?”; “Dün sorunlarını anlayarak bugüne bir
bakış ve çözüm sunabilir miyiz?” vb. soruları gündeme getirdiğimizde, bu sefer
yine benzeri bir durumun ortaya çıktığına tanık oluyoruz.
Bunun enstürümanları arasında öne çıkan ise, ‘tarihi
idealleştirmek’ ve hatta kimi ölçülerde ‘kutsallaştırmak’ bulunuyor.
Bu kutsallaştırma, kişiler üzerinden olduğu gibi kurumlar
ve süreçler noktasında da, kendini ortaya koyuyor.
Belki de bunun nedeni, yukarıda kısmen değinildiği üzere,
bugünkü sorunların yoğunluğu ve büyüklüğünden kaynaklanan sağlıklı düşünememe,
savunmacı bir bağlama yaslanma, kolaycılığa kaçma gibi, birbiri ardına
sıralanabilecek nedenlere dayanıyor.
Ancak, kasıtlı olarak üretilmiş ve idealleştirilmiş geçmişin
yüceliğine yaslanma kolaycılık ve konforu bize, iki tür kayıp olarak dönüyor...
İlki, tarihi perspektifi anlamada ve değerlendirmede
zaafiyet...
İkincisi ise, bugünü hakkıyla anlama ve değerlendirme
çabasının sergilenememesi yönündeki zaafiyet...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder