30 Temmuz 2025 Çarşamba

Çin-ABD ticaret ilişkilerinde çözüm arayışı / Looking for a resolution in the trade affairs between China and the U.S.

Mehmet Özay                                                                                                                             29.07.2025

Çin ve ABD arasında, ikili ticaret süreçlerini yönetebilme konusunda geçtiğimiz Ocak ayından bu yana yapılan karşılıklı açıklamalar sonucu oluşan koca düğüm çözülmek üzere mi?

Pazartesi günü başlayan İsveç’in Stockholm şehrinde başlayan zirve, iki ülke arasında gümrük vergisi süreçlerinde kalıcı bir anlaşmaya varılması amaçlanıyor.

Bu çaba, gümrük tarifleri sürecinde ABD’nin Çin’e tanıdığı sürenin 12 Ağustos’da dolacak olmasından kaynaklanıyor...

Söz konusu zirveden olumlu bir sonuç çıkıp çıkmamasının sadece, iki ülkeyi etkilemeyeceği kesin...

Benzer bir durumun, iki ülke arasında olası bir ticaret anlaşmasına varılması halinde de, iki ülke dışında etkileri olacağına kuşku yok.

Bununla söylemek istediğimiz, küresel ekonominin ilk iki ismi olan ABD ve Çin’in ikili ticaret ilişkilerinin her halükârda, küresel yansımalarının olacağı yönünde bir sonuçla karşı karşıyayız.

Diktacı ekonomi

Bununla birlikte, 20 Ocak ve ardından, 2 Nisan süreçlerinde ABD, genelde küresel ticaret ve özelde, Çin’le olan ticari ilişkilerde baskıcı ve diktacı bir tutum takınmayı sürdürüyor.

Bu durum, başta Dolar olmak üzere, ABD ekonomisi ve finansının küresel anlamda halen, kayda değer bir ağırlığı olmasından kaynaklanıyor.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, ABD’yi küresel toplumu ve özelde Çin’i dikkate alabilecek ve bu anlamda, dostane olarak adlandırılabilecek bir yaklaşım sergilenmediği aşikâr.

Ancak, Çin örneğinde olduğu gibi, benzer bir durumun başka bir ülkede gündeme gelmesine tahammülü olmaması da, eko-politiğin oluşturduğu zihinsel yaklaşımdan kaynaklanıyor.

Bu noktada, ABD bağlı olduğu eko-politik koşulların kendisine bugüne kadar sağlamış olduğu egemen koşullara dayanmak suretiyle, çıkarcı ve pragmatik yaklaşımını sürdürüyor. 

Açılım Çin’den

Öte tarafdan, Çin, sürecin başından bu yana, yanı başındaki ülkelerden başlayarak, küresel bağlamda kendisine çok yakın veya orta mesafadeki ülkelerle, yeni ticaret ilişkileri geliştirme egzersizleri yapıyor.

Bu sürece tanık olan tek tek ulus devletler bir yandan, ABD’nin ticari baskılarına boyun eğme ile ulus-devlet egemenliğinin vazgeçilmez unsuru olan kendi normları ve ilkelerine bağlılık ile mümkün olduğunca ‘kafa tutma’ arasında bir konumda seyreltilmiş bir yaklaşım ve tutum takınmak durumunda kalıyorlar.

Öte yandan, aynı ülkeler Çin’in açtığı işbirliği çağrısı ve imkânlarından yararlanmanın peşindeler.

Bu iki temel yaklaşım arasında karar verebilme yeterliliği ve kabiliyetine sahip olabilen ulus-devlet sayısının gayet nadir olduğunu söylemek gerekiyor.

Bu durumu salt, küreselleşmenin veya kapitalizmin küreselleşmesinin (globalization of capitalism) etkisiyle açıklamak kafi ve mümkün gözükmüyor. Ancak, bu yazının konusu bu olmadığından bu hususa burada değinmeyeceğim...

Tuhaflık bu ya, yukarıda dile getirdiğim üzere, ABD içe kapanma kararıyla küresel sistemi yeniden düzenleme (regulation) siyasetini diktacı bir şekilde sergilerken, Çin’in başta siyasal rejimi olmak üzere muhalifi olabilecek ülkelerle bile ticaret ve ekonomi ilişkilerinde yakınlaşma sergilemesine karşın Trump görüşmelerin sürdüğü saatlerde, “Umarım, Çin kapılarını dünyaya açar!” diyerek, ne denli anlamlı olduğu sorgulanmaya değer bir açıklama ile gündemi belirlemeye çalışıyor.

Kapanan Amerika

Son on yıldır ABD bağlamında Trump’la ilgili yazılarda üç aşağı beş yukarı benzer şekilde dile getirdiğim üzere, korumacı politikalarla ve 20 Ocak’dan bu yana, giderek artan bir şekilde ‘Önce Amerika’ siyasetini uygulamayı kendine temel ilke edinmiş Trump’ın bizatihi kendisi ABD’yi, başta Güneydoğu Asya ve ardından, ekonomik faaliyetlerle kürenin dengesini belirleyen Avrupa Birliği gibi bölgelerle ilişkileri sorunlulaştırma eğilimini güçlü bir şekilde sürdürüyor.

Stockholm’deki görüşmeler dair görüşlerini paylaşan bazı uzmanlar, iki ülke arasında bir anlaşmayı olası bulmuyor.

Bununla birlikte, Çin’i görüşme masasına çekebilme adına taviz verenin ABD olduğuna dair satır aralarında bazı ifadeleri göz ardı etmemek gerekir.

Bunda da belirleyici olanın, Çin’in pazarlık masasında elini güçlendiren örneğin, nadir madenler gibi değerlere sahip olması yatıyor.

Görüşmelerden beklenen iki ülke arasında tarif politikasının doksan gün süreyle yeniden uzatılması olacağı yönündeki eğilim ağır basıyor. Şayet büyük bir sürpriz olmazsa...

Söz konusu bu doksan gün içerisinde topun Trump ve Şi Cinping’e atılacağı ve bir iki ay içerisinde, olası bir zirvenin hesapları yapılıyor...

Bu noktada, durup, acaba Trump’ın diğer gösterişli söylemlerle küresel nizamı yeniden tesis etme konusunda politikaların kayda değer boyutlarda geri tepmesi gibi, Çin’le olan ticari görüşmelerde de kaybeden en azından, kazananı olmayan bir sürecin ortaya çıkmakta olduğunu ve bu anlamda, en önemli yarayı ABD’nin alacağını söylemek mümkün mü?

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/cin-abd-ticaret-iliskilerinde-cozum-arayisi-looking-for-a-resolution-in-the-trade-affairs-between-china-and-the-u-s/

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Japonya siyasetinde açılım imkanı var mı? / Any possibility for an evolution in Japanese politics?

Mehmet Özay                                                                                                                             07.27.2025

Japonya’da son dönemde yapılan seçimler, ulusal siyasetin gayet daraldığını ortaya koyuyor.

Bu durum, Japonya’da ulusal mecliste (National Diet) yer alan partiler arasında yeni bir koalisyon ve iktidar arayışının aciliyet arz ettiğine işaret ediyor.

Bununla birlikte, Japonya’da iç siyasal gelişmelerin, ABD ile yapılmakta olan ticari görüşmelerine kilitlenmiş olduğu da bir diğer gerçek.  

Japonya’da halk, iktidardaki Liberal Demokrat Parti (Liberal Democrat Party-LDP) ve koalisyon ortağı Komeito’u koalisyonuna son seçimlerde desteğini kesmesi, ülkenin azınlık iktidarla yönetilmesi gerçeğini ortaya çıkarmış durumda

Bu gelişmeyi, halkın, özellikle LPD’den iktidarını öteki siyas ipartilerle paylaşması konusunda bir talep olarak okumak da mümkün.

Peki, LPD böylesi bir gelişmeye hazır mı? Ya da böylesi bir gelişmenin öncüsü olabilir mi?

İktidar imkânı

Kanımca, Japonya siyasetinde bugünlerde ve önümüzdeki dönemde konuşulan konular bu alanda konuşlanıyor.

Öyle ki, iktidardaki LDP) ve koalisyon ortağı Komeito’nun 22 Temmuz yapılan üst meclis seçimlerinde uğradığı siyasi kayıp sadece, LDP içinde liderlik değişimini değil, iktidarın da karar aşamasında olduğunu ortaya koyuyor.

LPD-Komeito siyasi bloğunun iktidarda kalabilmesinin yolunun, muhalefetle siyasi gücü paylaşmaktan geçtiği bir dönem yaşanıyor.

2024 Ekim seçimlerinin ardından, yasama süreçlerini yürütebilmesi için ihtiyaç duyduğu 13 milletvekilini muhalet saflarından alırken, bunun karşılığında meclisteki toplam 17 komisyonun yedisini muhalefetin güçlü ismi Anayasal Demokratik Parti (Constitutional Democratic Party-CPD) ile paylaşmak zorunda kaldı.

Bugün ise, Japon siyasetinin karşı karşıya kaldığı sorunun büyüklüğü, önce parti başkanlığı ardından başbakanlık koltuğuna oturan Ishiba Shigeru’nun hem, 2024 Ekim alt meclis (National Diet) hem de, 2025 Temmuz’da üst meclis seçimlerinde hezimetle karşılaşması oldu.

Bu seçim süreci, bugün Japonya siyasetinin azınlık hükümetin kontrolünde olduğunu ortaya koyuyor.

ABD ve ticaret

Bununla birlikte, 2024 seçimlerinden farklı olarak Japonya’da siyasetin bugün daha çok, ABD ile yapılmakta olan gümrük tarifesi görüşmelerine odaklanmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ekonominin, ‘ulusal güvenlik’ boyutunda algılandığı bir ülke olan Japonya’da siyasi hezimete rağmen, başbakanın görevini birden bırakıp gitmesinin söz konusu olmadığı bugünlerde, Japon siyasetini yakından takip edenler tarafından yakından gözlemleniyor.

Trump’ın, Japonya ile süren ticaret görüşmelerine yönelik olarak bildik yöntemlerle geligüzel ve pozitif olarak sunduğu atmosfere rağmen, Japonya tarafından henüz kapsamlı bir açıklamanın gelmemiş olması müzakere sürecin henüz sonuçlanmadığını ortaya koyuyor.

Zaten, başbakan Ishiba’nın da, LPD başkanlık kolduğu ve de başbakanlık koltuğunu bırakıp gitmemesi de, ABD ile yapılan görüşmelerin henüz tamamlanmadığının bir diğer kanıtı.

Yeni bir siyaset ihtiyacı

Japonya’da siyasetteki tıkanıklığı aşabilmenin olanaklarından birinin, muhalefet bloğunu oluşturan partilerin güçlü bir koalisyon oluşturması olarak gözüküyor.

Ancak, en azından bugün için meclisteki mevcut siyasi partileri biraraya getirecek ideolojik benzerlikler farklılıklardan daha az olması bu ihtimali oldukça zayıflatıyor.

Bu durum, yerleşik iktidar geleneğinin yani, LPD liderliğinde Koemito örneğindeki gibi küçük partilerin desteğiyle iktidarını sürdürmesi anlamına geliyor.

Alt meclis’in bugünkü hali bize şu tabloyu ortaya koyuyor.

İktidar koalisyonunu oluşturan partiler Liberal Demokrat Parti (LPD) 196 ve Komeito 24 sandalyaye sahip. Muhalefet sıralarında ise, Anayasal Demokratik Parti 148; Japon Yenileşme Partisi 38; Halk için Demokratik Parti 28; Japonya Komunist Partisi 8 ve diğerleri (bağımsızlar) 23.

22 Temmuz’da yapılan üst meclis için yapılan seçim, Sanseito Partisi gibi siyasal süreçlere yeni ve renkli partilerin ve siyasal söylemlerin girdiğini de ortaya koyuyor.

Bu durumda, önümüzdeki dönemde önce LPD liderliğinde yaşanacak değişim ve ardından, olası bir erken seçim sürecine hazırlanan bir Japonya olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu gelişmeye alternatif olarak, LPD ve Komeito bloğunun aralarına -bazı siyasi tavizler vermek suretiyle, yükselmekte olan siyasi artileri aralarına alabilmeleri ihtimalinden söz edilebilir.

Son dönemde yapılan ve LPD’nin yenilgileriyle sonuçlanan seçimler halkın, LPD’den iktidarı başka partilerle paylaşmasını gizli/açık istediğini ortaya koyuyor.

Burada sıradan milletvekili hesabından daha çok, partiler nezdinde ideolojik bağlamda siyasal tutumlarda bir değişimin olup olmayacağı sorusunu gündeme taşıyor.

Bu noktada, siyasal yaşama ve seçmen karşısında yeni ve dinamik söylemle çıkan ve bu anlamda, seçmen kitlesinden önemli denilebilecek bir destek bulan küçük partilerin, kısa sürede ana akım siyasetin gölgesine girmesini beklemek de makul gözükmüyor.

Bu durum, siyasal sorumluluğun daha çok LPD’de olduğunu ve Japonya siyasetinde kayda değer bir değişim yaşanacaksa bunun öncüsünün LPD’den geçtiğini gösteriyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonya-siyasetinde-acilim-imkani-var-mi-any-possibility-for-an-evolution-in-japanese-politics/

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Müslüman toplumlar ve olgunluk düzeyi / Muslim societies and level of maturity

Mehmet Özay                                                                                                                             25.07.2025

Yaşadığımız çağın dinamizmi kadar, bir dizi çelişkiler ve handikaplarla dolu oluşu, üstüne üstlük sürekli mağlubiyetler zinciri şeklinde karşımıza çıkan olgular bütünü, Müslüman toplumların kendilerini anlama ve değerlendirme süreçleri üzerinde olumlu etki yaptığını söylememize engel teşkil ediyor.

Bununla birlikte, “Müslüman toplumlar ve olgunluk” ilişkisini gündeme getirmek, belki de hiçbir zaman, bu kadar elzem olmamıştır dersek abartmış olmayız.

Bu durumun, yine yaşanılan dönemin dinamizmi, boyutlarının genişliği vb. nedenlerinden ötürü olduğuna işaret etmek gerekiyor.

Olgunluk düzeyi

Samimi olarak söylemek gerekirse, Müslüman toplumların olgunluk düzeyini tespit etmek için bazı yaklaşımlar, göstergeler olsa da, tam anlamıyla bunu ortaya koyabilmenin mümkün olmadığı da bir o kadar gerçek.

Bununla birlikte, sıradan, basit, temel gözlemlerden başlayarak uzun dönemli ve büyük ölçekli eğilimleri anlama çabasını içine alacak boyulara değin, kayda değer veriler bulmak ve sunabilmek mümkün.

Olgunluk göstergelerinden birinin, inançla ilgili teorik ve pratik yaklaşımlara dair olgular olduğunu söylemekle birlikte, ortaya yeni bir şey koyup koymayacağımız şüphesi devam etmiş olacaktır.

Bu noktada, belki olsa olsa fıkhın, -küçümseme anlamında söylemiyorum ancak, bir yöntem olarak- içerdiği yaklaşımları tekrarlamış oluruz ki, bu durum bize toplumsal olgunun niçinini ve nedenini vermekten uzak, katı ve genelci bir yaklaşımla söylemek gerekirse, siyah-beyaz konumuna indirgenmiş bir yaklaşımla karşı karşı bulunduğumuz anlamına gelir.

Zor iş

Bu çerçevede, Müslüman toplumların olgunluk düzeyinin bugünü, içinde bulundukları psikolojiyi, toplumsal kurumlarını, sosyal değişimleri hasılı toplumsal evreni nasıl anladıkları ile benzeri olguları ancak, geçmişin uzun tecrübeleri çerçevesinde nasıl anladıkları, değerlendirdikleri ve ders aldıkları vb. gibi gayet kapsamlı bağlamları göz önüne alarak kayda değer değerlendirmeler yapmak mümkün.

Ancak, bugünün Müslüman toplumlarının karşılarında fiziki olarak yer alan ya da kimi bağlamlarda kasıtlı veya kasıtsız üretilmiş (imagined) ‘düşman/lar olgusu ve boyutu’, içinde yaşadığımız Müslüman toplumların olgunluk düzeyini tespit etmemize el vermeyen bir engel olarak ortaya çıkıyor.

Düşmanın varlığına kuşku yok...

Ancak, Müslüman toplumlarda, dışarıyla ve dışarıdaki ötekiyle meşgul olmak, dışarının ve ötekinin ürettiği sorunları temele almak, bu üretilen sorunlara takılıp kalma psikolojisi sanki, içeriyle ilgili sorgulamaların tümümün göz ardı edilmesini, rafa kaldırılmasını zorunlu kılıyormuş ve hatta mazeret oluşturuyormuş algısı kendini tüm gücüyle hissettiriyor.

Dışarının ve ötekinin, kasıtlı veya tesadüfi ürettiği sorunların hegemonyasına teslimiyet, hiç kuşku yok ki, bir tür sömürgeci etkisini ortaya çıkartıyor ister istemez.

Ancak, bu durumun farkına varılamamış olması sanki, dünün sömürgeciliğinin unutulmadığını ve de daha da genişlemiş, kurumsallaşmış hatta, sanallaşmış halinin de varlığının eklemlenmesiyle tekrar etmesine ve de içselleştirilmesine neden oluyor.

Kutsallaştırma

Bir diğer açılım olarak, tarihe bakarak, “Acaba, orada neler olup bittiğini anlayabilir miyiz?”; “Dün sorunlarını anlayarak bugüne bir bakış ve çözüm sunabilir miyiz?” vb. soruları gündeme getirdiğimizde, bu sefer yine benzeri bir durumun ortaya çıktığına tanık oluyoruz.

Bunun enstürümanları arasında öne çıkan ise, ‘tarihi idealleştirmek’ ve hatta kimi ölçülerde ‘kutsallaştırmak’ bulunuyor.

Bu kutsallaştırma, kişiler üzerinden olduğu gibi kurumlar ve süreçler noktasında da, kendini ortaya koyuyor.

Belki de bunun nedeni, yukarıda kısmen değinildiği üzere, bugünkü sorunların yoğunluğu ve büyüklüğünden kaynaklanan sağlıklı düşünememe, savunmacı bir bağlama yaslanma, kolaycılığa kaçma gibi, birbiri ardına sıralanabilecek nedenlere dayanıyor.

Ancak, kasıtlı olarak üretilmiş ve idealleştirilmiş geçmişin yüceliğine yaslanma kolaycılık ve konforu bize, iki tür kayıp olarak dönüyor...

İlki, tarihi perspektifi anlamada ve değerlendirmede zaafiyet...

İkincisi ise, bugünü hakkıyla anlama ve değerlendirme çabasının sergilenememesi yönündeki zaafiyet...

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-toplumlar-ve-olgunluk-duzeyi-muslim-societies-and-level-of-maturity/

25 Temmuz 2025 Cuma

Çin-AB ilişkilerinde 50. yıl / 50th anniversary of China-EU relations

Mehmet Özay                                                                                                                             24.07.2025

Çin-Avrupa Birliği ilişkilerinde, 50. yıl ne anlama geliyor?

Küresel ekonomide belirsizliğinin hakim olduğu ve ABD’nin hegemon eğiliminin sürdüğü bir dönemde, Çin-AB ilişkilerinin küresel sistemin yapılandırılmasına önemli bir katkı yapacağına kuşku yok...

Bununla birlikte, Çin-AB ilişkilerinde yeni bir döneme girilirken, tarafların süreci nasıl yöneteceklerine dair umutlar kadar bazı belirsizlikler de yok değil.

Yarım yüzyıl

Çin-AB ilişkilerinde yarım yüzyıllık süreç bugün, Pekin’de yapılan zirve ile bir anlamda kutlanırken, bu sürecin özellikle, son on beş yılda ortaya çıkan küresel gelişmelerle, yeni bir evreye doğru yönelimi konusunda bir tür görüş birliğinden bahsetmek mümkün.

Çin devlet başkanı Şi Cinping ile AB Ursula von der Leyen liderliğinde yapılan görüşmelerde taraflar arasında, anlaşmazlıkların ve mağduriyetlerin dile getirilmediğini söylemek mümkün değil...

Özellikle, AB’nin Çin’e yönelik eleştirilerinde ticaret ve ekonomi alanlarına ve kısmen, insan hakları gibi değerlere yönelik bağlamlardaki eleştirileri önemini koruyor.

Bunun ötesinde, kimi medya organlarının dikkat çekmeye çalıştığı gibi, daha önce yapılan iki günlük toplantı yapılacağı ilânına karşın görüşmelerin bir güne sıkıştırılmış olmasından hareketle, kayda değer bir gerilimden bahsetmek de mümkün.

Bununla birlikte, -tüm çekincelere rağmen, yukarıda dikkat çekilen zirvenin taraflarca üst düzeyde gerçekleştirilen toplantılara konu olmasını yeni bir başlangıç olarak değerlendirmek için elde kafi derecede veri bulunuyor.

Bu yöndeki iyimserliğin, belki de herşeyden önce, Çin resmi haber kaynakları tarafından ortaya konulması önemli.

Kopmaz bağ

Çin-AB ilişkileri önemli...

Bunun en belirleyici yönü dış ticaret hacminin 845 milyar Avro’yu bulmasıyla ilişkisi hiç kuşku yok ki, gayet belirleyicidir.

Böylesine büyük bir ekonomi işbirliğinin, olumlu yönleri kadar belki de kaçınılmaz olarak gündeme getireceği olumsuzluklar, çelişkiler ve hatta çatışmalardan bahsedebiliriz.

Olumsuzluğun AB adına, 305 milyar dolarlık açıkta ortaya çıkması, Avrupa toplumları için oldukça düşündürücü bir durum.

Ancak burada dikkat çeken husus tıpkı, ABD’nin içine düştüğü açmazda olduğu gibi, Çin’in bir üretim merkezi haline gelmesi ve küresel ticaret hacminde belirleyici olmasında, Batılı ve özellikle AB merkezli şirketlerin rolünü ve payını göz ardı etmemek gerekir.

ABD’nin, -en azından son on yılda- karşı karşıya kaldığı bu ekonomik gerçekliği, Çin’e uygulamakta olduğu dolaylı ve doğrudan ambargolarla dizginleme arayışındayken, AB’nin bu yönde adım atmaması için nedenler bulunuyor.

Örneğin, AB, ABD gibi küresel ekonominin motorunu elinde bulunduran güçlü finans enstrümanından, bu ekonomi alanını doğrudan ve dolaylı olarak destekleyen askeri gücünden ve de siyasal baskı oluşturma süreçlerinden şu ya da bu ölçüde uzak bir durumda bulunuyor.

Her halükârda, AB’nin ABD gibi çatışmacı yaklaşımı ortaya koymak yerine, yukarıda dile getirildiği üzere, “diyalog” sürecini öncellemesinin iki taraf kazanımı bağlamında sağlıklı bir enstrüman olarak kabul etmek gerekir.

AB komisyonu başkanı Antonio Costa’nın, “Karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki arzusundayız” söyleminin haklılığı kadar, bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda da, anlamlı ve rasyonel açılımlara ihtiyaç olduğuna kuşku yok.

Değerler

Siyasal değerler noktasında, AB’nin görüşmelerde öne sürdüğü konu Tayvan konusu olmadı...

Ne de, yakın geçmişe kadar AB’li siyasetçilerin gündeminde yer bulan Hong Kong meselesi konuşuldu...

Aksine, AB kendi bölgesinde Ukrayna’da süren savaş karşısında Çin’in, Rusya’yı niçin kınamadığını eleştiriyor...

Çin’in bu konuda haksızlığında kuşku olmadığı gibi, AB’nin bu alanda Çin’e yönelik eleştirel yaklaşma hakkına sahip olamadığını da söylemek gerekir.

Örneğin, Çin kendisiyle yakın işbirliği içerisindeki bir ülke yani, Rusya ile ilişkilerini Avrupa için bozması için bir neden bulunuyor mu?

Kaldı ki, sürecin kınamayla sınırlı kalmayacağı ve ardından, AB’nin Çin-Rusya ticari, ekonomik ilişkilerinin de yeniden gözden geçirilmesi talebiyle geleceği dikkate alındığında, Çin’nin böylesi bir bölgesel ve küresel riski göze alması için kayda değer bir neden bulunmuyor.

Çin-AB arasında, böylesi bir sürecin ortaya çıkmakta oluşunda, ABD’den gelen kafa karıştıcı ve çelişkili mesajların rolü olduğuna kuşku yok.

Belirleyici ilişki

Çin-AB ilişkilerinin bugün özellikle, ticaret ve yatırım alanında gayet önemli bir düzeyde olması kadar, yaşanan küresel belirsizlikleri alternatif arayışlarına döndürmede iki temel aktör olarak ortaya çıkmaları mümkün...

Ve aayışın bu yönde olması gerekir... 

Özellikle, son dönemde, -aradaki Biden yönetimini paranteze alarak söylemek gerekirse-, ABD dış siyasetine ve küresel ekonomideki gelişmelere damgasını vuran Trump politikalarının yol açtığı karmaşada, çeşitli bölgesel birlikler ve küresel güç olma eğilimindeki tekil ulus-devletlerin arayışları sürüyor.

Doğu Asya’da üçlü yani, Çin-Japonya-Güney Kore yakınlaşması, ASEAN eksenli yeni bir ticaret yöneliminin ortaya çıkma eğilimi gibi bölgesel oluşumların ardından, bugün Çin ile AB ilişkilerinin 50. yılı vesilesiyle Pekin’de yapılan görüşmelerin, mevcut küresel kaos ortamının aşılmasına yönelik niyet ve politika üretme sürecinin, kendine yeni bir mecra bulmaya doğru önemli bir adım olduğunu söyleyebiliriz.

AB’nin, Batılı değerlerin kurucu aktörlerinden biri olduğunu unutmamakla birlikte, yaşanan gerçeklikler bir süredir AB’yi Çin’e yaklaştırdığına tanık olunuyor.

Bu yakınlaşmada, öyle anlaşılıyor ki, son dönemde yaşanan kaotik küresel aktörlür mücadelesinden alınan derslerle Çin ve AB yetkililer, “açıklık ve eşit diyalog” söylemleriyle birbirlerinin alanlarını genişletme niyetindeler.

https://guneydoguasyacalismalari.com/cin-ab-iliskilerinde-50-yil-50th-anniversary-of-china-eu-relations/

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Japonya’da hükümet dikiş tutturamıyor / The government in Japan face inconsistency

Mehmet Özay                                                                                                                             22.07.2025

Japonya’da, 20 Temmuz’da yapılan seçimlerde, iktidar önemli bir güven kaybına uğradı.

İki meclisli sistemin hakim olduğu Japonya’da, üst meclis için yapılan seçimlerde iktidardaki Liberal Demokrat Parti (Liberal Democrat Party-LDP) önemli bir yenilgiye uğradı.

248 sandalyeli üst meclis seçimlerinde iktidar 122, muhalefet ise 126 sandalye kazandı...

Bu durumda, başbakan Shigeru Ishida’nın görev süresini sonuna kadar sürdürüp sürdürmeyeceği tartışmaya açıldığını söylemek mümkün.

Sanseito Partisi

“Seçimin galibi kim?” diye sorulacak olursa, politik gözlemciler ‘ultra muhafazakâr’ sıfatıyla anılan Sanseito Partisi’ni işaret ediyor...

Ana akım diyebileceğimiz iki temel partinin Japon siyasetinde egemenliğine bugün sürpriz bir şekilde üçüncü bir parti yani, Santeiso Parti’si girmiş bulunuyor.

İktidardaki LPD seçimlerin mağlubu olurken, ana muhalefet partisi sol eğilimli Demokrat Parti yerini korudu.

LPD’yi vuran seçim

Japonya’da meclis seçimlerini iktidar partisi LDP ve ittifak yaptığı Komeito’nun yaşadığı kayıp, son dönemde başbakanların ve hükümetlerin zaafiyetlerinin devam ettiğini ortaya koyuyor.

Gözlemciler, 2008 yılındaki Asya ekonomik krizi ardından, LDP’nin iktidarını kaybetmesine benzer bir durumla karşı karşıya olunduğuna dikkat çekiyor.

Seçim sonuçları, gözlemcilerin yakın geçmişe yönelik iki tecrübeyi yeniden gündeme getirmelerine neden oluyor.

İlki, 2024 yılında parti içi yolsuzluk söylemlerinin ardından yapılan parti içi seçimleri bir anlamda, Ishida’nın umulmadık sekilde kazanmasıydı.

Parti içerisinde popülaritesi olmayan bir ismin parti başkanlığı ve ardından, başbakanlık koltuğuna oturması öyle anlaşılıyor ki, Japon seçmenin süreçe ‘değişim’ için hazırlandığını ortaya koyuyor.

İkincisi, bölge ülkeleri gibi, Japonya’yı da vuran 2008 yılı ekonomi krizinin ardından, 2009’da yapılan seçimleri LPD’nin kaybetmesiydi.

Benzeri bir seçim sonucu, bugün tekerrür etmiş olduğu görülüyor.

Seçmen ve aşırı muhafazakârlık

Seçimlerin süpriz galibi olaran nitelendirilen Sanseito Partisi kendisini, “sıradan Japon vatandaşının partisi” olarak tanımlıyor...

Bu durum, gayet standart bir algının Japonya’da da var olduğunu ya da, bugün seçim sonuçları itibarıyla, daha net bir şekilde gündeme geldiğine işaret ediyor.

Aşırı veya ultra muhafazakâr ya da aşırı sağ kavramları, son dönemde siyaset terminolojisine Avrupa’daki gelişmeler neticesinde hızla ve köklü bir şekilde girerken, bu eğilimin küresel temsilcisi ise ABD başkanı Donald Trump özelinde gündeme geliyor.

Küresel karşıtı olarak tanımlanan Sanseito Parti’sinin bir yönüyle de, ‘önce Japonya’ söyleminin de temsilcisi olduğu anlaşılıyor...

20 Temmuz’da, Japonya’da yapılan seçimlerde muhalefet partileri arasında süpriz olarak öne çıkan Sanseito Partisi olması, benzer söylemin Doğu Asya’ya kadar ulaştığını ortaya koyuyor.

2020 yılında muhafazakâr politikacı Shoe Amia tarafından kurulan Sanseito’nun kısa sürede, ülkenin köklü partilerine meydan okur hale gelmesinin, ülke içi nedenleri kadar küresel gelişmelerin de rolü olduğu görülüyor.

Parti başkanı Saime’nin başta ABD’de Cumhuriyetçiler olmak üzere, Avrupa’da aşırı sağı temsil eden bazısı iktidardaki siyasi hareketlere sempati ile yaklaşmasına şaşırmamak gerekir.

Bu noktada, küreset karşıtlığı söylemine karşın, aşırı sağcılığın küreselleşmekte olduğu gibi bir tezatın da Japon ulusal siyasetinde gözlemlendiğini söylemek mümkün.

Sorunlar ve seçim

Ekonomik gidişat kadar, Sanseito Partisi’nin kamuoyun açıklamaları ve kampanya süreçlerinde üzerinde durduğu konulardan biri göçmen karşıtlığı konusu oldu.

Kendine özgü toplumsal yapısıyla dikkat çeken Japon toplumunda ‘göçmenlere’ yönelik hissatın sadece belirli kesimlerle değil, genel bir eğilim olduğu aşikâr.

Bununla birlikte, başta nüfusun kayda değer bir şekilde yaşlanma eğilimi göstermesi, evlilik ve aile kurumunun zaafiyeti gibi nedenlerle, “Acaba göçmenleri kabul etme zamanımız gelmedi mi?” Sorusunun güçlü bir şekilde sorulmasını da gündeme getirmiş durumda.

Bu tartışmanın kapsamlı bir politika sürecine evrilmemesine rağmen, siyasal bir alet olarak Sanseito Parti’si tarafından işlenmesi, öyle anlaşılıyor ki, 20 Haziran seçimlerinde etkisi ortaya koymuş durumda.

ABD ile ilişkiler

Genel bir söyleme tekabül eden ‘küresel gelişmelerin’ özellikle, Japonya-ABD ilişkilerinin 2 Nisan’dan bu yana gizli/açık gergin bir nitelik taşımanın rolünü yabana atmamak gerekir.

Trump’ın, 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturması ardından kabul ettiği ilk yabancı konuklardan biri Japon başbakanı Ishida’ydı.

Ishida, Trump’la basın açıklamasına çıktığı gün gayet olumlu görüşlerle gündemin, iki ülkenin yakın ittifak ilişkilerinin ekonomi boyutunda da devam edeceği öngörüsünü dile getiriyordu.

Ancak, yine Trump’ın 2 Nisan’da özgürlük günü olarak anılan küresel ticareti belirleyen kararlarının, Japonya ile olan bölümünde, bugüne kadar arzu edilen yakın işbirliğinin ortaya çıkmamış olması bugün başbakan Ishida’nın koltuğunun sallanmasında kayda değer bir önemi bulunuyor.

Bu bağlamda, son dönemde özellikle ekonomik sorunlarla boğuşan Japonya’da, ABD’den gelen tarih rüzgârı mevcut durumu daha da olumsuz bir yöne süreklediği ortada.

Bunun en açık göstergesi, tarif görüşmeleri sürerken yapılan üst meclis seçimlerinde, görüşmelerde öncü isim olarak öne çıkan başbakan Ishida’nın ve partisi LDP’nin önemli yara alması oldu.

Seçim sonuçları, Japon seçmenin ABD ile yapılmakta olan ticaret görüşmelerinin sonuçlarını beklemeden, iktidara önemli bir mesaj vermeyi tercih ettiğini ortaya koyuyor.

Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan halk meclisi seçimlerinde çoğunluğunu kaybeden LDP, şimdi de üst mecliste çoğunluğu muhalefete kaptırmış durumda.

Başbakanlık kolduğuna dokuz ay önce oturan Başbakan Ishida’nın ve LDP’nin bugünlerde önemli bir karar aşamasında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonyada-hukumet-dikis-tutturamiyor-the-government-in-japan-face-inconsistency/

20 Temmuz 2025 Pazar

Trump: U-dönüş politikası ve Ukrayna / Trump: U-turn policy and Ukraine

Mehmet Özay                                                                                                                             20.07.2025

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürecinde, ABD başkanı Trump’ın son birkaç gündür gündeme getirdiği yeni politika gündemin yeniden inşası anlamına geliyor.

2016’dan bu yana, Trump politikalarını ve bunların temelini oluşturan söylemleri izleyenler için ortada şaşılacak bir durum bulunmuyor.

Nihayetinde, başkan Trump u-dönüşü’nü bir politika metodu olarak uygulamakla, siyaset literatürüne katkı sağlama konusunda istikrarlı eğilimini sürdürüyor.

Karşı atakla barış

Aslında son birkaç gündür dediğimiz olgu, bu ayın başında, önce Trump-Putin ve ardından, Trump- Zelenksy telefon görüşmelerinin doğrudan bir yansıması.

Uzmanların, Trump Amerikan kamuoyu ve küresel kamuoyuna yönelik bir tür sorumluluk addedilebilecek olan ‘Ukrayna işgalinin sona erdirilmesi’ sözünün bugüne kadar karşılık bulmamış olması, sürecin Rusya’yı, “karşı atakla boyun eğdirme ve barışa zorlama”ya yönelmiş gözüküyor.

Trump’ın U-dönüşü politikası kadar, ‘abartılı’ veya ‘blöflerle dolu’ söylemlerine yenisi eklemlendiğine tanık olunuyor.

Moskova hedef

Zelenky ile görüşmesinde, “Moskova’yı vurabilirsin?” sorusu tam da, bu anlama geliyor...

Trump’ın belki de, gelişigüzel ya da muhatabı nezdinde etkileyici olacağını düşünerek gündeme getirdiği söylem tarzının mantıksal olarak hesap edilmiş bir siyasal yaklaşıma tekabül etmediği ortada.

Kanımca, Zelensky bile, bu yaklaşıma ‘sözlü olarak evet demiş olsa bile, Moskova’yı vurma konusunda istekli olacağını düşünmek güç.

Ülkesi işgal altında olsa da Zelensky’nin, Trump kadar deli-dolu politikalara bulaşmak istemeyeceği aşikârdır.

Barış sürecinde inkita

Trump’ın, 2024 yılı seçim kampanyasının küresel boyutu temsil eden önemli argümanlarından ve de vaatlerinden biri, Ukrayna-Rusya arasında daha ilk günden barışı tesis edeceği yönündeydi.

Aradan geçen süre zarfında, Avrupa’nın ortasında barış hakim olmadığı gibi, giderek savaş söyleminin gelişmekte ve artmakta olduğu yönünde gelişmeler yaşanıyor.

Barış süreci adımlarından biri kabul edilebilecek şekilde Trump’ın, Ukrayna devlet başkanı Vladimir Brezinkyi Beyaz Saray’da ağırlaması, tüm ekranların önünde canlı bir şekilde sergilendiği üzere politik hüsranla sonuçlandı.

Ukrayna’yı cezalandırma eğitimi sergileyen Trump’ın, geçtiğimiz Şubat ayında Suudi Arabistan’da ABD önülüğünde başlattığı barış görüşmelerinden sonuç alamamış olması, sürecin yeniden ve farklı bir yöne doğru evrilmesinin kilometre taşlarından biri kabul edilmelidir.

Ve bugün başkan Trump, Ukrayna’ya desteğini açıkça dile getirir ve bonkorce yardıma hazır olduğunu ilân ederken, bu yaklaşımıyla Rusya devlet başkanı Putin’i cezalandırmaya karar verdiği anlaşılıyor.

Avrupa faktörü

Trump’ın Ukrayna-Rusya çatışmasında ibreyi Ukrayna tarafına çevirmesinde temel amillerden birinin, ABD’de siyaset yapıcılar üzerinde etkisi olduğu belirtilen ‘lobiler’le açıklanabilir.

Ancak, kanımca Trump’ın Ukranya’ya tam destek ve gizli/açık, Putin’i cezalandırma eğiliminde önemli gelişmelerin yaklaşık bir ay önce yani, 24-25 Haziran günlerinde, Hollanda’da gerçekleştirilen NATO zirvesindeki görüşmeler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Öyle ki, -önceki süreçler ve söylemler bir yana-, bundan sadece üç ay önce, Avrupalı liderler, Putin’e karşı Ukrayna’nın “kendi askeri ve savunma kapasitesine sahip olması” yönünde görüşü gündeme taşımışlardı.

NATO’lu aynı liderler, ABD öncülüğünde Riyad toplantılarına katılmayı da reddettiğini hatırladığımızda bugün, ABD başkanı Trump’ın uzun süredir arasının gayet açık olduğu Avrupalı liderlerle aynı konumda yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Ve Trump, geçtiğimiz Şubat ayında Avrupalı liderlerin Ukrayna’nın silahlandırılması çağrısına bugün koşar adım gitmesi onun U-dönüşü politikalarının ifadesi olarak görmek gerekir.

Bu gelişmeyi, NATO içinde Avrupa-ABD çatışması ve ayrışmasının yerinin, yeni bir işbirliğine doğru evrileceğinin adımı kabul etmek mümkün.

Ancak, bu noktada temkinli olmak ve önümüzdeki günlerde özellikle Trump’ın ne tür adımlar atacağını görüp anlamak gerekiyor.

2022’den bu yana Avrupa’nın göbeğinde süren Rusya’nın Ukrayna işgalinin bugün geldiği nokta, işgalden ziyade, Ukrayna’nın bir süredir Rusya sınırları içerisinde uygulamaya koyduğu karşı saldırı süreçleriyle açık bir savaş durumunun ortaya çıktığını kanıtlıyor.

U-dönüşü politikası

ABD başkanı Trump, daha 20 Ocak’ta başkanlık koltuğuna oturmadan önce, Avrupa’nın ortasında süren savaşa atıfla, Vladimir Putin ve Volodymyr Zelensky’i ‘yakından tanıdığı’ söyleyerek, “bu savaşı olsa olsa ben bitiririm” iddiasındaydı.

Aradan geçen altı aylık süreç, Trump’ı yanlışlamış gözüküyor. Pragmatik politikacı tipinin kendinde bir örneği olarak dikkat çeken Trump’ın, dönüp nerede hata yaptığını anlama çabası sergileyeceğini beklemek ve bu konuda kamuoyuna samimi açıklamalar yapmasını beklemek boşuna.

Trump, mevcut gelişmeler çerçevesinde küresel sistemin başında bulunan kişi olarak mevcut alternatifler arasından kendisine ve de ABD’ye en uygun olanını seçip uygulama eğilimi sergileyecektir.

Bu süreç onun, ABD’nin uluslararası politikalarında U-dönüşü yapmasını gerektirse bile, bundan kaçınması için ortada herhangi bir gerekçe bulunmuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/trump-u-donus-politikasi-ve-ukrayna-trump-u-turn-policy-and-ukraine/