Mehmet Özay 17.11.2025
Bu durumun, özellikle Türkiye’de, Osmanlı çalışmalarına
katkıda bulunan, -en azından bir bölümünün- bir başka ifadeyle söylemek
gerekirse, Türkçe konuşan, düşünen ve araştıran akademi ve araştırmacı
çevrelerin, içinde bulundukları sosyo-kültürel ve dini alandan kaynaklanan bir
kaçınılmazlığı ve zorunluluğu bulunmaktadır.
Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, bu durumun
doğallığına da kuşku bulunmamaktadır...
Ancak, adına bilimsel faaliyetler denilen olguların
ortaya çıkması ve gelişmesinin bu doğallığın ötesinde, anlamlı bir bütünlük
tesisi açısından, ‘öteki’ne yönelik bir açılımı da bünyesinde barındırması
gerekmektedir.
Burada dikkat çekilen ‘öteki’, bir coğrafya, bir toplum,
bir dini ve kültürel yapı olarak Osmanlı coğrayfasının dışındaki ve ötesindeki alanları
kapsamaktadır.
Benzer bir zaafiyet, Osmanlı eksenli ya da Osmanlı
teritoryal sınırlarını kendine saha çalışması olan seçmiş olan Türkiye
dışındaki yabancı araştırmacılar için de söz konusudur.
Ancak, bu ikinci gruba mensup olanların, sahip olduğu
temel aidiyetler -ki, bunları dil, din, milliyet, akademik ve araştırma
ortamları gibi parametrelerle ve akademik ve metodolojik farklılaşmalar gibi
teknik alanlarla ortaya koymak gerekir,- Osmanlı sınırlarının dışına çıkabilme
konusunda daha esnek ve daha kuşatıcı bir yaklaşım sergilemeleri mümkündür.
Bütünlükten yoksunluk
Osmanlı’nın kendi coğrafyasına görece yakın ve uzak
denilebilecek teritoryal bölgelerle kurduğu ve geliştirdiği ilişkiler, tarihi
süreçlerin yönelimi, tarihsel şans ve tarihsel bilinçlilik gibi faktörlerle
açıklanabilecek şekilde, zamana ve dönemin uluslararası ilişkilerine göre
belirlendiğini söyleyebiliriz.
Bu noktada, Osmanlı’nın, bir şekilde kendi sınırlarının
dışındaki toplumlarla ve devletlerle kısa süreli, orta vadeli ve uzun erimli
gibi değişik kategorilerde sürdürdüğü ilişkilere rağmen, söz konusu ilgili
toplumlar ve devletlere yönelik olarak, Türkiye’deki akademi ve araştırmacı
çevrelerin yaklaşımlarındaki kısırlık meselesi göz ardı edilemeyecek bir
husustur.
Osmanlı teritoryal ve siyasal alanlarının dışından kasıt,
bizatihi Osmanlı’nın fiziki sınırlarının dışı ile siyasal-kültürel-sosyal
bağlamlarıyla öteki toplumlardır.
Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, Türkiye’de
Osmanlı çalışmaları yapan akademisyen ve araştırmacıların, -en azından belirli
bir bölümünün- ‘ötekini’, -kasıtlı veya kasıtsız olarak- göz ardı etmekten
kaynaklanan sınırlılıklarının kendilerini, nihayetinde, Osmanlı-merkezlilikle
konumlandır/ıl/maları anlamına gelen bir döngüye hapsedilmelerine neden
olmaktadır.
Bu olgunun sıradan ve göz ardı edilebilecek bir olgu
olmadığına işaret ediyorum...
İdeolojik baskılar-tarihsel zorlamalar
Söz konusu bu durum, aynı zamanda hem bunun nedeni ve hem
de sonucu olacak şekilde, bu akademi ve araştırmacı çevrelerin yukarıda kısaca
değinilen iki olgudan ilkinin varlığına yani, Osmanlı-merkezciliğine rağmen,
ikinci alanda yani, Osmanlı teritoryal ve siyasal sınırlarının dışına ve
ötesine yönelik ilgisizlikleri ve alâkasızlıkları, akademik bütünlükten
yoksunlukla kendini ortaya koyan gayet önemli bir duruma yol açmaktadır.
Bu durumun, modern dönemde Türkiye içerisinde gelişen
psikolojik ve ideolojik baskılar ve zorlamaların bir eseri olduğunu söylemek
mümkün.
Ancak, bu durumun, aynı zamanda Osmanlı döneminden
sirayet eden ve bu anlamda köklü bir yapısallaşmanın ürünü olduğunu ileri
sürmek de mümkün.
Örneğin, Osmanlı’nın güçlü olduğu konusunda neredeyse bir
konsensüsün oluştuğu 15. yüzyıl ikinci yarısı ve 17. yüzyıl başlarına kadar
olan tarihi süreçte, Osmanlı’nın kendi içerisinden çıkardığı devlet adamı ya da
dönemin medrese kurumlarında yer alam alimler arasından ya da tekil bağlamda
bilim adamı özelliği sergileyen kişilerce, kendi egemenlik bölgesinin dışına
çıkıp, yeni alanları, yeni ilişki türlerini, yeni etkileşimleri anlama
konusunda bir çaba sergilendiğini söylemek ne kadar mümkündür.
Örneğin, ‘Çelebi’ unvanı taşıyan ve dönemlerinin
entellektüelleri sayılabilecek birkaç bireyin kaleme aldıkları eserlerin
kendilerince belirlendiği veya başkalarınca devr alındığı söylenebilecek
şekilde bir devamlılık taşıdığını söylemek gayet zor.
Bununla birlikte, elde var olan bu birkaç ismin varlığını
ve çalışmalarını önemsemiyor değilim...
Ancak, burada dile getirmek istediğim husus, Osmanlı
dönemin ötekini tanıma, anlama, sürdürülebilir ilişkiler kurma noktasında,
yapısal kurumsal bir ortamın oluşturulamamış olmasıdır.
İlgi düzeyi
Türkiye’nin yaşadığımız dönemde öne çıkan veya tanınan felsefecilerinden
biri, “İslam Düşüncesi Geleneğinin Sürekliliği” başlıklı seri başlıklı
yazısında, Osmanlı-Türk atıfları ve bu iki olgunun İslam dünyası genelinde
oluşturduğu siyasi ve kültürel egemenliğe yaptığı vurgularda, “İslam dünyasının
yönetimi bin yıldır Türklerin uhdesindeydi. Bin yıllık iktidar sadece Anadolu,
Rumeli, Balkanları, Arap dünyasını İran’ı ve Hindistan’ı etkilemekle kalmadı,
aynı zamanda Türklük kavramını da etkiledi, hatta köklü bir şekilde
dönüştürdü”, derken, Osmanlı
merkezciliğinin neye yol açabileceğinin gayet güzel bir örneğini sunmaktadır.
Adı geçen coğrafyalar, toplumlar, kültürler, siyasal yapılara dair ne
tür verilere sahibiz ki, Osmanlı merkezciliğine tutunarak tüm bu toplumlar
üzerinde egemen bir tutumun varlığını ortaya koyma gücünü kendimizde
bulabiliyoruz.
Kültürel difizyon, etkileşim, ödünç almalar, zorlamalar gibi
mekanizmaları yadsımıyorum ve Osmanlının bu süreçler çerçevesinde ‘öteki’
üzerinde biretki oluşturduğunu kabul ediyorum. Ancak benzer bir durumun
öteki’ler açısından görmemenin de gayet temel bir eksiklik ve yanlışlık
olduğuna vurgu yapıyorum.
Yukarıda dolaylı olarak zikredilen yazarın dikkat çektiği coğrafyalar,
kültürler vb. dışında uzun bir tarihi geçmişe sahip olmakla, İslam dünyasının
önemli bir bölümünü teşkil etmekle kalmayan ve aynı zamanda İslamlaşma
süreçlerindeki ve sürdürülebilirliğindeki kendine özgü bir yapı sunan Malay Takımadaları
coğrafyasını anmaması da oldukça ilginçtir.
Yazar, bu coğrafyayı anmıyor. Çünkü, bu coğrafyaya dair elinde bir veri
bulunmuyor...
Bu durum, sadece tekil düzeyde söz konusu yazarın bir hatası, eksikliği
olarak görmek yerine, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım üzere, Osmanlı’dan
başlayan bir süreçte, Osmanlı Türk düşüncesinin bu coğrafyaya dair temel
bilgilerden başlayarak kapsamlı araştırmalar yapamamasının uzantısı olarak
görmek gerekir.
Katı döngüsellik
Türkiye’deki ilgili alanlarda faaliyet gösteren
akademisyen ve araştırmacıların çalışma evrenlerini, Osmanlı teritoryal ve
siyasal alanı ile sınırlandırmalarıyla ilintili olduğu kadar, bunun dışında
psikolojik, ideolojik ve hatta, dini ve kültürel nedenlerle, yukarıda kısaca
bütüncül anlamıyla ortaya koymaya çalıştığım, ‘öteki’ne yönelik ilgisizliğe yol
açmaktadır.
Bu ilgisizlik, Osmanlı teritoryal ve siyasal bağlamını
kendine çalışma alanı seçmiş olan akademisyen ve araştırmacıların, sahip
oldukları akademik ve araştırmacı olarak sahip oldukları bakış açılarının darlığına
işaret etmektedir.
Bu durumun oluşturduğu psikolojik tesir, ister istemez,
bu çevreleri Osmanlı-merkezciliğe itmesiyle bir tür kaçınılmaz döngüye neden
olmaktadır.
Bu öz eleştirel tutum üzerinde durarak, Osmanlı
çalışmaları yaparken, Osmanlı teritoryal ve siyasal çevresinin dışında yer alan
bölgeleri, siyasal yapıları, toplumları, kültürleri kendi öz oluşumları ve
gelişim süreçleriyle ele almanın, dikkatle incelemenin ve araştırmanın akademik
bir zorunluluk olduğunu söylemekte yarar var.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder