29 Kasım 2025 Cumartesi

Noel’de Ukrayna’ya barış gelir mi? / Will peace come to Ukraine by Christmas?

Mehmet Özay                                                                                                                             29.11.2025

ABD’nin Avrupa’nın ortasında sürmekte olan savaşı sona erdirme yönündeki yeni girişimi beklentileri karşılıyor mu?

Bu soru, bugünlerde Ukrayna’dan başlayarak, AB ve ABD’de Senato’da içinde Cumhuriyetçilerin de olduğu üyelerce cevabının aradığı bir soru.

Trump yönetiminin Noel öncesinde kapsamlı bir barış plânı ortaya çıkarma çabası sürüyor.

19 Madde

Avrupa’da istikrarsızlık anlamına gelen savaşı sona erdirmeyi amaçlayan son barış süreci ve gelişmeleri Trump yönetiminin ikinci önemli girişimi olarak kabul etmek mümkün.

Henüz kamuoyuyla paylaşılmayan anlaşmanın, 19 Madde’den oluştuğu ifade ediliyor.

Bununla birlikte, söz konusu ikinci süreci özellikle Putin ile sürdürmesinin getirdiği rahatsızlık yukarıda dikkat çektiğim çevrelerde yakından hissediliyor.

ABD iç politikası bağlamında düşünüldüğünde bırakın Demokratları, Senato’daki bazı Cumhuriyetçi  üyelerin bile, barış süreci bağlamında Rusya ile bu denli yakınlaşılmasına ya da Putin’e bu denli güvenilmesine yönelik kuşkuları gayet açık.

Zayıf bir barış plânının ya da Putin’in jeo-politik argümanlarını öne çıkartacak bir barış plânının ABD’ye ve de Trump yönetimine getirilerinin hesaplandığına tanık olunuyor.

Söz konusu eleştirilerin halen sürgit devam etmesi, Trump’ın kendisine yöneltilen alternatif görüşleri dikkate alma yönünde bir eğilim sergilemediğini ortaya koyuyor.

Bu durum, barış süreci görüşmelerinin büyük ölçüde Trump’ın tekelinde sürdüğünün bir başka açıdan izahı gibi...

Aslında, benzeri bir yaklaşım, önceki süreçte de gözlemleniyordu.

Alaska’daki, Trump-Putin görüşmesini ve sonrasında olanları hatırlayalım...

Vance etkisi

Bugün, başkan Trump’ın yanı sıra, öne çıkan ismin başkan yardımcısı JD Vance olması, barış görüşmelerindeki yeni süreci ona yakın bir isim olan silahlı kuvvetler sekreteri Dan Driscoll’un yürütüyor olması.

İlgili açıklamalara yakından bakıldığında, başkan yardımcısı Vance adının ‘şahinlerle’ anılması, ona yakın isimlerin Ukrayna barış sürecine dahil olmasının kuşkuyla karşılanması, yeter bir neden gibi gözüküyor.

Bununla birlikte, Beyaz Saray’ın son bir hafta içerisinde Ukrayna ile yeniden diyalog sürecine tanık olunuyor...

Bu gelişmenin, yukarıda vurgulanan eleştirilerle doğrudan bir bağlantısı mı olduğu, yoksa, Trump yönetiminin, “Zaten biz Putin’le anlaşdık, şimdi sıra Zelensky’i iknada” yönünde bir yaklaşım mı önümüzdeki günlerde görmüş olacağız. 

Son gelişmeleri ortaya koyan bu ifadeler bize ortada iki farklı denklemin yani, Trump-Putin, Trump-Zelensky denkleminin olduğunu gösteriyor.

Trump ve yönetimi bir yandan, Putin’le görüşmeleri yoğun bir şekilde sürdürürken, ikna süreçlerinin büyük ölçüde, Zelensky üzerinde oluşturulacak baskılarla gerçekleştirileceği yönünde bir intiba var.

Bu yöndeki politik yaklaşımı, barış görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlandığı önceki süreçte görmüştük.

Beyaz Saray’da, tüm dünyanın gözleri önünde Zelensky’i ve de ülkesini aşağılarcasına sorgulamaya matuf görüşmenin benzerinin bu sefer ortaya çıkıp çıkmayacağının bir garantisi yok.

Zorlu süreç

Yukarıda sunulan barış görüşmeleri formülasyonunda Putin ve Zelensky’i aynı kare içerisinde görememek hiç kuşku yok ki, barış süreçlerinin en onulmaz hatalarından birini teşkil ediyor.

Trump’ın, bu barış süreçlerinden talebinin salt Ukrayna’ya barış gelmesi olmadığı aşikâr.

Bir yandan, Rusya ile ilişkileri düzenltme öte yandan, Ukrayna üzerinden Avrupa’da siyasi varlığını hissettirme amacında olduğuna kuşku olmayan Trump’ın, son bir yıldır gündeme getirdiği barış süreci bugüne kadar gerçekleşebilmiş değil.

Yukarıda dikkat çekilen 19 maddelik yeni barış plânının Noel öncesinde tamamlanmasının ise, zaman kısıtlılığı ile tarafları özellikle de, bugünlerdeki gelişmelere bakılırsa, Zelensky’i karara varmaları için zorlayıcı bir etken olarak gözüküyor.

Var olan 19 madde üzerinde Zelensky’nin kabulü veya reddinin yanı sıra, tıpkı önceki süreçte olduğuna benzer şekilde, Zelensky’nin kayda değer bir şekilde müdahalede bulunacağı anlaşma maddeleri üzerinde, bu sefer Putin’in ne diyeceğine sıra gelecek.

Trump’ın, geçen gün yaptığı bir açıklama, yaşanan sürecin neye tekabül ettiğini göstermesi bakamından dikkat çekici.

“Nihai olarak savaş son verecek anlaşma metnini ortaya çıkması halinde, Putin ve Zelensky görüşmesini gerçekleştirebiliriz” ifadesi, Trump’ın ve barış sürecini yönetenlerin, ne tür bir zorlukla karşı karşıya bulunduklarını gizli/açık ortaya koyuyor.

Aslında, son bir yıldır olan biten de, tam da bu...

Basitleştirerek söylemek gerekirse bir tür pinpong oyununa tanık oluyoruz...

Yukarıda dikkat çekmiştim... Bir önceki sürecin kazanını Putin’di... Bu konuda kimsenin şüphesi yok diyebiliriz...

Noel’e kadar tanınan sürecin gerçekleşmemesi halinde, gelişmeleri bir başka yönden değerlendirdiğimizde, bu sefer, ortada kaybeden kişinin kim olduğu sorusunu sormaya sıra gelecektir. 

Ya da, Noel’e kadar anlaşma belgesi ortaya çıkarılsa bile ardından, kısa bir süre zarfında, olası bir Putin-Zelensky görüşmesinin yapılamayacak olması da, barış sürecinin akamete uğraması anlamına geleceğine kuşku yok.

Bu çerçevede, sürece kimin köstek olduğu pek de büyük bir anlam ifade etmeyecek ve yukarıda dile getirdiğim “sorumlu kim?” sorusuna cevap aranmaya başlanacak ki, buna verilebilecek cevap ‘Trump’ olacaktır.

Bu cevabı bizzat, Trump’ın bizzat kendisinin vermesini beklemek bile mümkün.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/noelde-ukraynaya-baris-gelir-mi-will-peace-come-to-ukraine-by-christmas/

28 Kasım 2025 Cuma

Japonya-Çin: Dünya barışı ve pragmatizm / Japan-China: World peace and pragmatism

Mehmet Özay                                                                                                                             27.11.2025

Japonya-Çin söz düellosunda Trump, kendini sahnede giderek daha çok göstermeye başladı.

ABD başkanı Donald Trump’ın, hafta başında Şi Chinping ve Sanae Takaichi ile yaptığı telefon görüşmelerinin yankısı sürüyor...

Trump’ın bu girişimi, “rollerin değişmekte olduğuna mı işaret ediyor?”, sorusunu da beraberinde getiriyor.

Rollerin değişmesinden kastım, birden fazla rol dağılımı ve bu rolleri üstlenen siyasi aktörlerin farklılaşn söylemleriyle ilintilidir...

Takaichi’den sırrın ifşası

Japonya’da başbakan değişimiyle birlikte, ultra-milliyetçi söylemiyle tanınan Sanae Takaichi’nin, 7 Kasım’da ulusal parlamento yaptığı konuşmasında, Japonya’nın Doğu Asya’daki güvenlik politikalarına dair ‘sırrı açığa vurması’ndan bu yana, Tokyo-Pekin ilişkileri gerginliğini sürdürüyor.

Başbakan Takaichi, bu konuşmasında, önceki başbakanlar döneminde, “stratejik belirsizlik” (strategic ambiguity) kavramıyla belirlenen, ülkesinin Doğu Asya güvenlik paradigmasını ifşa etmiş gözüküyor.

Oysa, düne kadar, Çin konusunda temelde aktif ve agresif rolü ABD başkanı Donald Trump üstlenmişti.

Öyle ki, Trump, daha geçen yıl başkanlık seçimleri kampanya sürecinden başlayarak ve ardından, Beyaz Saray’da yerini aldığı 20 Ocak sonrasından itibaren, bir dönem üzerinde önemle durduğu ‘Çin konusun’da, son birkaç gündür yaptığı açıklamalarla pasif bir konuma yerleşmiş gözüküyor.

Trump sakinliği

Bir önceki yazıda dile getirmiştim, Trump’ın Japonya-Çin çekişmesinde “sakin olun!” uyarısının ardında, önümüzdeki yıl kendisine tevdi edilmesi için çalıştığı barış ödülüne daha da yaklaşma çabası olduğunu söylemek mümkün.

Trump, önce Çin devlet başkanı Şi Chinping ile Pazartesi ve ardından, Japonya başbakanı Sanae Takaichi ile Salı günü telefon görüşmeleriyle, iki ülke arasındaki söz düellosunu sona erdirme konusunda ilk görünür adımı atmıştı.

Uluslararası medyada bu görüşmelerin yankısı sürüyor...

Özellikle Trump’ın, Takaichi ile görüşmesine atıfla, nazikçe, “gerginliği tırmandırma uyarısında bulunduğuna dikkat çekiliyor.

Ve Trump’ın bu girişiminin, yukarıda sunduğum barış ödülü bağlamının dışında, Washington ve Pekin arasında gümrük tarifeleri konusunda varılması beklenen anlaşmaya matuf bir yönü olduğu vurgulanıyor.

Şu veya bu şekilde, Trump’ın Çin’le ilişkileri ‘gerginleştirmeme’ çabasının, büyük ölçüde dönemine göre pragmatik yaklaşımlarla belirlendiğini söylemek mümkün.

Öyle anlaşılıyor ki, Trump nezdinde şimdi sıra, Pekin’le ilişkileri pozitif eğilimle ele alma yönünde.

Doğu Asya ilişkileri

Oysa hatırlanacağı üzere Ocak, Şubat aylarındaki çıkışı karşısında, Mart ayında Doğu Asya’nın üç önemli ülkesi Japonya, Kuzey Kore ve Çin dışişleri ve ardından, ekonomi ve ticaret bakanlarının görüşmelerine tanık olmuştuk.

Bu süreçten amaç, ABD’nin uygulamaya başladığı gümrük tarifeleri konusundaki küresel boyuttaki ‘acımasız’ girişimi karşısında, Doğu Asya’dan başlayan ve küresele doğru gelişmesi beklenen yeni ticaret anlaşmaları kurgusunun ortaya konmasıydı.

Kanımca, söz konusu bu üç ülkenin ikili ve bölgesel ticaret ilişkilerinde vardıkları söylenebilecek konsensustan vazgeçmeleri söz konusu değil.

“Peki o zaman değişen ne?” sorusu akla geliyor.

Sofia Üniversitesi’nden bir uluslararası ilişkiler öğretim görevlisi, Trump’ın önceliği, ABD-Çin ticaret ilişkilerine verdiği kanaatini taşıyor.

Bu kanaatin haklılık payı, Trump’ın, “Japonya, Çin, Güney Kore ve pek çok diğer ülkeyle harika ticaret anlaşmaları imzaladık ve dünya barış içerisinde” söylemiyle kendini ortaya koyuyor.

Trump’ın özellikle, Çin bağlamı kesin bir söylem niteliği taşıdığı intibaı uyandırıyor. Oysa, Çin’le ticaret anlaşmalarında atılması gereken önemli adımlar olduğu da biliniyor...

Dünya barışı ve pragmatizm

Yukarıda atıfta bulunulan ve Trump’ın, Japonya başbakanı Takaichi’den ‘ricası’ tamamen, bu yönde bir girişim.

Başbakan Takaichi’nin, Japonya ulusal güvenliğinin ilk sırasında yer alan Güney Çin Denizi’nde, olası bir sıcak gelişme karşısında ‘sessiz kalmayacağı’ konusundaki açıklamanın, ‘biçimi’ ve ‘zamanlaması’ tartışılabilir.  

Bu açıklamada, ‘askeri tepki’ vurgusunda Japonya’nın yalnız olmadığı unutulmamalıdır.

Başbakan Takaichi’ye böylesi bir siyasi çıkış yapma güvenini sağlayan olgunun, on yılı aşkın bir süredir, Japonya’da ulusal güvenlik ve askeri yapılaşmada yeni bir evreye girilmesi konusunda Obama döneminden başlayan ve özellikle, birinci Trump yönetiminden itibaren ortaya konulan taleplerle gündeme gelen paradigma değişimi olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Japonya’da dönemin başbakanı Shinzo Abe’ -ki, Takaichi’nin mentoru olarak da biliniyor- meşhur 9. Madde ile gündeme gelen yasal değişiklikle, ülkenin güvenlik politikalarında, ülke sınırlarının dışında askeri operasyon yapma olanağı tanıyan paradigma değişimi anlamına gelen düzenlemeleri yapan isimdi.

Ülke içinden de tepki çektiği bilinen bu yasal düzenlemeye yönelik bazı çevrelerin yaptığı yorumlarda birkaç alternatif yaklaşım öne çıkıyor.

Bunlardan ilki, “Japonya ulusal sınırlarına doğrudan tehdit içeren durumlara yönelik...” söylemi.

Bir diğeri ise, “Japon kollektif savunmasına imkan tanıması ve hatta, Japonya’nın kendisi doğrudan bir saldırıya maruz kalmasa dahi, bir ittifak gücüne yardımcı olması”. Buradaki, ‘ittifak gücü’ ifadesinden ilk anlaşılansa ABD...

Hiç kuşku yok ki, Japonya’da yaşanan değişimleri en iyi bilen isimlerden biri Trump’ın kendisi...

Trump’ın bir diğer sorumluluğu ise, yeniden büyük Amerika’yı inşa etmek. Şu sıralar Trump ilkinden ziyade ikincisine yönelmiş durumda.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/japonya-cin-dunya-barisi-ve-pragmatizm-japan-china-world-peace-and-pragmatism/

26 Kasım 2025 Çarşamba

Japonya-Çin anlaşmazlığı: Trump devrede / Japan-China dispute: Trump in action

Mehmet Özay                                                                                                                             25.11.2025

Japonya’da çiçeği burnunda başbakan Sanae Takaichi’nin 7 Kasım’da parlamento’da yaptığı konuşmada, Japonya’nın Doğu Asya’daki potansiyel çatışma alanlarından Tayvan konusunda, ülkesinin on yıllardır sürdürdüğü, “stratejik belirsizlik” (strategic ambiguity) politikasını aşmasının etkileri devam ediyor.

Ve, Japonya ve Çin arasında Tayvan üzerinden süren söz dalaşına nihayet, ABD başkanı Donald Trump da dahil oldu...

Uluslararası düzenin tesisi

Trump, dün bir yandan, Çin devlet başkanı Şi Chinping ile telefon görüşmesi yaparken, benzer bir telefon görüşmesini Japon başbakanı Sanae Takaichi ile yapması sürecin kanımca, ne denli ciddi bir evreye geldiğinin göstergesidir.

Dün yapılan, Trump-Şi Chinping görüşmesinin anahtar cümlesi olarak değerlendirdiğim husus, yayın organlarında yerini aldı.

Buna göre, Çin devlet başkanı, Tayvan’ın Çin’e devrini, Pasifik Savaşı sonrası oluşan ve Çinli yetkililerce, Çin’in aleyhine olduğu giderek daha güçlü bir şekilde dile getirilen ‘sistemik hata’nın onarılması olarak dile getiriyor.

Trump müdahil (mi?)

Donald Trump’ın, 7 Kasım’dan bu yana, Japonya ve Çin arasında devam  eden söz dalaşında yerini almasını nasıl yorumlamalıyız?

Takaichi’nin Japon parlamentosunda yaptığı konuşmadan birkaç gün sonra kaleme aldığım yazıda, onun, Çin’le olası bir çatışma sürecini gündeme taşıyan ifadesinin ardında, salt bir başbakan  görüşünü beyan etmediğine gizli/açık dikkat çekmiştim.

Ve bu anlamda, Trump’ın Japonya’ya yaptığı resmi ziyarete atıfta bulunmuştum.

Trump’ın hem, Takaichi hem de, Şi Chinping ile görüşmesinin bazı basın organlarında ele alınışı, sanki onun arabulucu rolü oynuyormuş hissini uyandırmıyor değil.

Şayet böyle bir açılım söz konusu ise, Trump’ın yine pragmatik bir yaklaşım sergileyerek, önümüzdeki yıl Nobel Barış Ödülü sürecine potansiyel destek anlamı taşıyan bir siyasi çıkış yapmakta olduğunu düşünmek mümkün.

Bununla birlikte, Trump’ın Ukranya, Filistin, Kamboçya çatışma bölgelerine nüfuzunda ne kadar başarılı olduğu sorgulaması, akıllara Japonya-Çin arasındaki dalaşta onun, ne denli etkin ve etkili olabileceğine dair şüpheleri akla getiriyor.

Trump’ın bu tür söz düellolarını sevdiğini söylemek mümkün...

Çiçeği burnunda Japon başbakanı Takaichi’nin, bizatihi saip olduğu ‘ultra milliyetçi’ tutumunun etki gücünü göz ardı etmemekle birlikte, Trump’la yapılan görüşmelerin onun, Çin’i doğrudan hedef alacak ve de Pekin’deki Çin yetkililerini kızdıracak boyutta bir açıklamasında bir etkisi olduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır.

Kim, ne diyor?

Nihayetinde, Japonya-Çin çatışmasında sorunu tespit etmek ve tarafların tutumlarını doğru değerlendirmek gerekiyor.

Çin, Tayvan’ı kendisine bağlı bir coğrafya kabul ediyor ve bunun Pasifik Savaşı sonrası ‘kendisi açısından oluşan’ uluslararası bir dengesizlik kabul ediyor.

Tayvan, 1911’de Sun Yat Sen’le başlayan Çin milliyetçiliğinin 1949’da, Ana-Kıta Çin’inin Komünistlere devretmesiyle, ‘Ada’da kurduğu yapıyı, deklare etmese de, bir ulus-devlet bağlamında yorumluyor.

Japonya’nın ve ABD’nin Tayvan konusundaki tutumlarını ise, Tayvan siyasi yönetiminin ve de halkının tüm Asya-Pasifik bölgesinde sahip olduğu demokrasi pratikleriyle Batılı liberal demokrasilerin belki de, yegâne örneği ve sembolünü teşkil ediyor.

Bu kısa izah, bize Japon başbakanının, 7 Kasım’da yaptığı açıklaması karşısında Çin’in, geri adım attırma çabalarına olumlu cevap vermeyişinin temel nedeni olarak anlamak gerekiyor.

Japonya, sınırlarına 110 kilometre yakınlığındaki bir coğrafyada, Çin varlığını tahammül edemeyeceği ortada.

Bunun yanı sıra, ABD ise, sahip olduğu ekonomi-politik değerler açısından, Tayvan’ı yalnız bırakmama eğilimini bugüne kadar devam ettirdi.

Ve bununla kalmayıp, resmi olarak Tayvan’ı tanıdığını ilân etmese de, Tayvan’ın en büyük ticaret ortağı ve en büyük silah tedarikçisi olmayı sürdürüyor...

Bu çerçevede, Tayvan’ın jeo-stratejik konumunu da, yabana atmamak gerekiyor...

Doğu Asya ile Güneydoğu Asya’yı birbirine bağlayan Güney Çin Denizi’nin girişinde bulunması, Doğu Asya kalkınmış ülkelerin neredeyse tüm enerji ihtiyaçlarının sağlandığı suyolları güzergahının vazgeçilmez bir bölümünde yer alması; Çin komünizminin belki de, ilk etapta kontrol kapısı olması gibi özellikleri Tayvan’ın, sadece Japonya için değil, kanımca Güney Kore ve ABD için de Çin’e terk edilemeyecek denli önemli bir Ada olduğuna işaret ediyor.

Haberlerde, en azından gördüğüm kadarıyla, Trump’ın, Şi Chinping’in bu yaklaşımına ses çıkartmamış olması, son iki haftadır yükselen gerilimi daha da artırmama adına olsa gerek.

Yoksa, Çin liderinin bu siyasal açıklamasının dünya düzeni normlarının farklı alanlarını da içine alacak şekilde yorumlanmasına sebep olur ki, bu hiç kuşku yok ki, ABD’nin üzerinde yükseldiği zeminin önemli ölçüde kayganlaşması anlamına gelir.

Japonya ve Çin arasında giderek yükselen gerilimin nasıl durdurulacağı konusu şimdilik belirsiz. Arabulucu olarak sunulan Trump’ın ise yaşanan sözlü düelloyu sona erdirme konusunda elinde pek fazla bir argüman bulunmuyor...

Krizin sonununun nereye varacağını, biraz daha bekleyip görelim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/japonya-cin-anlasmazligi-trump-devrede-japan-china-dispute-trump-in-action/

24 Kasım 2025 Pazartesi

Endonezya ve Malezya’da İslami Eğitim: Bir makanenin kısa anısı / Islamic Education in Indonesia and Malaysia: A short memoir of an article

Mehmet Özay                                                                                                                             23.11.2025

Endonezya ve Malezya’da dini eğitim konusu sadece, ulusal ve bölgesel boyutta değil, uluslararası boyutta önem taşıyan ve ilgili ülkelerin, akademi çevrelerinin modern dönem boyunca üzerine ilgiyle eğildikleri bir konudur.

Temelde Batı’da, sömürge dönemlerinin erken sayılabilecek yıllarından bu yana, Malay Takımadaları’nda İslami eğitim, kurumları, hocaları, kaleme aldıkları eserler, okutulan çalışmalar, dönem dönem bölgeyi ziyaret eden ve kısa süreliğine bu coğrafyada dersler veren, eserler ortaya koyan dönemin uluslararası alimleri vb. bağlamda süreklilik arz eden bir çalışma evreni olarak karşımıza çıkar.

Ve bu ilginin, modern dönemdeki devamlılığı ilgili Batılı ülkelerdeki ve bunların muadili doğudaki örneğin, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore, Japonya gibi Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin üniversitelerinde Güneydoğu Asya Çalışmaları (Southeast Asian Studies) ve genel itibarıyla, İslami Bilimler Çalışmaları (Islamic Studies) başlıklı bölümler ve enstitülerin desteğinde devam ettiğine tanık oluyoruz.

Bir makale

2005 yılından itibaren, Açe’de başlayan Malay dünyası çalışmalarım boyunca içinde, dini’ boyutunun da olduğu eğitim olgusu akademik ilgi alanımın başlarında yer alıyordu. Ve hâlâ yer almaya devam ediyor...

Bu akademik ilgimin ürünü olarak bugün, konuyla ilgili ortak yazarlı makalemin yayınlandığını öğrendim.

Ön haberini e posta ile ilgili akademik dergi editörlüğü’nden ve tam yayın haberini de, ortak yazar olarak esere katkıda bulunan Dr. Teuku Zulkhairi’nin mesajıyla aldım.

Bu yeni makaleyi, çalıştığımız kurumaların yıl sonunda, “Ey Akademisyen bu yıl neler yaptın, söyle bakalım?” sorgulamasına sunulacak yeni bir eser olarak algılamanın dışında, bu çalışmanın hasbel kader, geniş Malay dünyasında eğitim konusunda bugüne kadar ortaya koyduğumuz çalışmalara, yeni bir katkı olacağı ve yeni çalışmalara zemin hazırlayacağı temennisiyle bakıyorum.

Bu çerçevede, şunu da ilâve etmekte yarar var ki, yeni bir yayın, akademisyen ve araştırmacı çevrelerinçe paylaşıldığını tahmin ettiğim şekilde, bizler için bir yeni çocuğumuzun dünyaya gelmesi analojisiyle değerlendirilebilecek bir öneme sahiptir. 

Bu gelişme üzerine, söz konusu bu yayının doğum ve gelişim sürecine dair kısa bir yazı kaleme almamın anlamlı olacağını düşünüyorum.

Uluslararası konferansın düşündürtükleri

Bundan yaklaşık beş yılı aşkın bir süre önce alanında, yetkin ve otorite kabul edildiğine kuşku olmayan bir kurum tarafından, uluslararası bir konferansa iştirake davet edildim.

İslam coğrafyasının farklı bölgelerinden akademisyen ve araştırmacıların da yer alacağı belirtilen bu organizasyonda bana düşen vazife Malay dünyasında, İslami eğitim konusunda bilgilendirici mahiyette bir çalışma ortaya koymamdı.

Genelde olduğu üzere verilen sürenin kısalığı, o dönem bölgede olmamam nedeniyle ana kaynaklardan ve kendilerinden doğrudan görüş almam gereken ilgili otoritelerden uzak olmanın getirdiği zorluklara rağmen, elimde var olan verilerle bir metin ortaya koymuştum.

Bahsi geçen bazı eksiklikleri gidermeye matuf olarak, Dr. Teuku Zulkhairi ile haberleşerek, ilgili bölümleri tamamlama konusunda onun kıymetli desteğiyle bir çaba ortaya koyduk. Böylece, çalışma iki isimli olarak ilgili uluslararası konferans hazırlık kitapçığında yerini aldı.

Ve konferans günü yerimi alarak çalışmamı, ortamda bulunan ve çoğunluğu akademisyen ve araştırmacı olan ve bunun yanı sıra, ‘eğitim ve ilgili bürokrasinin’ önemli isimlerinin de yer aldığı bir dinleyici kitlesine sunumumu gerçekleştirmiştim.

Yukarıda dile getirdiğim ve bir şekilde gidermeye çalışşam da, var olan sınırlılıktan ötürü çalışmanın, benim için standard bir metin olduğunu samimiyetle söylemeliyim...

Bununla birlikte, sunumum ve ilgili panelin sona ermesinin ardından, başta ilgili bürokrasiden ve bir kaç uluslararası kurumdan takım elbiseli, sinek kaydı traşlı bazı bireylerin yanıma gelerek, ‘beni yaptığım sunumdan ötürü’ kutlamalarına şaşırmadım değil.

Bu tür kutlamaların standart bir yanı olması kadar, çalışmasını sunan akademisyen ve araştırmacı için bir anlamda, ‘pohpohlanmaya’ el veren bir yönü olduğuna da kuşku yok. İkincisine, meylim olmadığını, bugüne kadar her türlü ortamda ortaya koymuş olduğum tavırla kanıtladığımı bizi tanıyanlar bilir...

Bu anlamda, şahsımı sunduğum çalışmadan ötürü tebrik edenlerin, ‘pohpohlama’ yönünde bir niyetleri var idiyse, suküt-u hayale uğradıklarına kuşku yok.

Bilgi ihtiyacı

Kısa sohbet sırasında onların da, pek böylesi bir dertleri olmadığını fark ettiğimi hatırlıyorum. Umarım bu hissiyatımda yanılmamışımdır...

Bu bürokratların dertleri, benim geniş Malay dünyası olarak adlandırdığım bölgede gerçekten, ne tür bir İslami eğitimin var olduğu konusundaki can alıcı bilgi ihtiyaçlarıydı.

Sunum sonunda yanıma gelip konuşmak istemelerinde, konunun detaylarına dair benden bilgi talepleriydi...

Onlara, uygun bir dille bunun nasıl olacağına dair bazı ipuçları vermiştim. Bürokrat olmalarından dolayı, bu ipuçlarını gayet incelikle anlayıp, buna göre hareket etmelerini beklemek en azından, biz akademisyen ve araştırmacıların hakkı olduğunu düşünüyorum.

Aradan geçen süre zarfında, bu yönde umduğum herhangi bir gelişme olmadı...

Aksine, daha kötüsü oldu...

İlgili uluslararası etkinliği organize eden kurum yetkilileri, sürecin daha en başında tebliğlerin yayınlanacağı ‘sözünü’ vermişlerdi.

Bir süre sonra, ‘ikinci anavatanıma’ döndüğümde beklentimin aksine, ‘yayın konusunda’ herhangi bir gelişmenin olmamasına üzülmüştüm.

Ancak, olan bitene pek de şaşırmamıştım...

Bu kadarı da olmaz!

Nedeni belirtilmeyen bir şekilde söz konusu yayın gerçekleşmezken, -ya da yayın yapıldı ancak, bizim makale yayınlanmaya uygun görülmedi- detaylarını araştırmak bana düşmez-, yine ilgili kurum bünyesinden kişiler, doğrudan ve dolaylı olarak, “Malay dünyasının iki önemli ülkeki Endonezya ve Maleyza’da, İslami eğitim değil, ancak konuyla yakından bağlantılı bir başka hususta ‘araştırma raporu’ talep ettiler.

Siz olsanız nasıl tepki verirdiniz?

Benim tepkim, aslında yukarıda dile getirdiğim uluslararası konferansta verdiğim sunumun ardından, yanıma gelen bürokratlara verdiğim cevapla benzerdi.

Anlaşılan o ki, birileri hala bir yerlerde takılıp kalmış...

Bunun, hayra alamet bir husus olmadığını söylemek ve paylaşmak gerekir.

Makaleye ne oldu?

“İlgili konferansta sunulan ancak yayınlanmayan makaleye ne olacaktı?” sorusuna cevap vermek gerekiyor...

Tabii ki, “bu makalenin hali ne olacak diye?” kara kara düşünmedim...

Elbette, bu kendi halinde makaleyi yayınlayacak bir kurum olur diye beklemeye başladım. Amacım, çalışmayı İngilizceye çevirip bazı eklemelerle yeni bir yayına dönüştürmekti.

Ancak, tahmin edileceği üzere, üzerinden zaman geçen ve bu anlamda, metinle aramıza kayda değer bir mesafenin girdiği çalışmayı yeni bir kurguya evirecek bir süreç gayet zorlayıcıdır. Bunun yerine, yeni bir makaleye başlayıp bitirmek daha ehvendir...

Böylesi bir imkân, şükür kü çıktı...

Yıllar sonra diyebileceğim bir zaman aralığı sonrasında, kıymetli Musa Alptekin Hoca’yla başka mevzuları konuşurken, yukarıdaki makalenin yayımı konusunda bir yaklaşım gündeme geldi.

Ve bugün bu yayını somut bir şekilde karşımızda görmekten sadece, makalenin yazarlarından biri olarak değil, -tüm eksikliğine rağmen-, konunun ilgili okur çevrelerine ulaşmasından memnun olduğumu belirtmek isterim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/endonezya-ve-malezyada-islami-egitim-bir-makanenin-kisa-anisi-islamic-education-in-indonesia-and-malaysia-a-short-memoir-of-an-article/

20 Kasım 2025 Perşembe

Japonya-Çin gerilimi: bölgesel güvenlik / Japan-China dispute: regional security

Mehmet Özay                                                                                                                             20.11.2025

Doğu Asya’da Japonya ve Çin arasında yaşanan gerilim devam ediyor.

Japonya başbakanı Sanae Takaichi’nin, Çin’in Tayvan’a yönelik olası bir askeri harekatı karşısında sessiz kalmayacakları yönündeki açıklamasının yankıları devam ediyor.

Çin tarafı, Takaichi’nin sözlerini geri çekmesi talebinde bulunurken, Tokyo’dan bu yönde bir adım atılması yönünde siyasi bir irade bulunmuyor...

Bu noktada, taraflar arasında arabulucuk süreçleri başlamasına rağmen, çatışma söyleminin sona erdirilmesine yönelik henüz bir gelişmenin olduğunu söylemek güç.

Bugün, Çin dışişleri bakanlığından yapılan açıklamada, 22-23 Kasım günleri Güney Afrika’da yapılacak olan G-20 Zirvesi’nde Çin başbakanı Li Qiang’n Japonya başbakanı Sanae Takaichi ile görüşmeyeceği belirtildi...

Gerilim yüksek

Son iki haftadır, Japonya ve Çin arasında yaşanan çatışma içerikli söz düellosunda, aslında şaşılacak birşey yok.

‘Çatışma’ ruhunun varlığı dikkate alındığında aslında, ‘normal’ bir sürecin işlemekte olduğunu söylemek bile mümkün.

Bununla birlikte, konuya biraz uzak olanlarda kafaların karışmasına, Doğu Asya’da çatışma olgusunun, Ortadoğu ve Avrupa merkezli devam eden çatışmacı süreçlerine oldukça yoğunlaşılmış olmasına bağlamak mümkün.

Tokyo’dan yükselen militarist içerikli söylem, Tayvan’da kendini gizli/açık devam ettiren Çin’le, şartlar olgunlaşmadıkça masaya oturmama yaklaşımı, ABD’nin hem, Tayvan ve hem de, Japonya’ya verdiği destek hiç kuşku yok ki, bölgede tansiyonun arttığının bir ifadesidir.

Japonya güvenliği

Japonya başbakanı Sanae Takaichi’nin, Çin’in Tayvan’a yönelik olası bir askeri yöneliminin karşılıksız kalmayacağına yaptığı vurgu, söylem dili olarak bir tür yenilik içeriyor o kadar...

Düne kadar, bölgedeki gelişmeler karşısında Japonya’da ulusal güvenlik siyasetinde yer eden “stratejik belirsizlik” (strategic ambiguity) kavramıyla ifade edilen dış politikasını bugün başbakan Takaichi, netleştirme ve izhar etme eğilimi gösteriyor...

Kaldı ki, konunun gündeme gelmeye başladığı 7 Kasım’dan sonra kaleme aldığım birkaç yazıda dile getirdiğim üzere, Doğu Asya’da Tayvan üzerinde veya çevresinde, Çin silahlı kuvveleriyle gerçekleştirilecek herhangi bir girişim karşısında, ABD tarafının sessiz kalmayacağı neredeyse, bütün dünyanın malumu.

Ve ABD’nin olası bir gelişmede, bölgedeki kendisine çok yakın ittifak ülkeleri olan Japonya-Güney Kore ve Filipinler’de bulunan üstlerinden ve bu ülkelerin askeri varlıklarından istifade edeceği de oldukça anlaşılabilir bir durum.

Buna bir ek... ABD’nin yurt dışında en büyük askeri varlığı Japonya’da bulunuyor...

Doğu Asya’da, Güney Çin Denizi’nde çıkacak olan bir savaş ortamından başta, tüm bölge ülkeleri olmak üzere dünyanın genelinin etkileneceğine kuşku yok.

Bu durumda, Japonya’da başbakan Takaichi’nin bir anlamda, ‘açık yüreklilikle’ dile getirdiği ‘aktif yaklaşımı’ anlamlandırmak için hem, Çin’in gizli/açık ortaya koymakta olduğu tehdidin büyüklüğünü hem de, bunun Japonya üzerinde doğuracağı en azından ekonomik etkiyi dikkate almak gerekiyor.

Bölgesel faktör

Başbakan Takaichi’nin aktif söylemi karşısında, Çin yönetiminin kızgınlığının artmasında, Japonya dışı faktörlere de bakmak gerekir.

Yazının girişinde değinmiştim...

Çin yönetiminin karşısına aldığı temel yapı veya sorun, Tayvan...

Ve Tayvan’da iç siyaset dinamiklerinin, son dönemde ‘istikrarlı’ bir tutum sergilemesi, Çin’de militarist söylemin de yükselişinde temel bir parametreyi teşkil ediyor.

Bu noktada, 2016’dan bu yana, son üç dönemdir, Tayvan’ı ‘bağımsızlık’ yanlısı Demokratik Gelişimci Parti’nin (Democratic Progressive Party-DPP) yönetiyor olmasını göz ardı etmemek gerekir.

20 Mayıs 2024’de başkanlık koltuğuna oturan, şu anki başkan Lai Ching-te’nin ve onun öncesinde iki dönem Tayvan’ı yöneten Tsai Ing-wen, Çin’le ilişkiler ya da, Çin tehdidi karşısında yaptıkları her açıklama, Pekin’den üst düzey tepki çekmiş ve çekmeye devam ediyor.

Bu anlamda, yakın geçmişte yaşanan hadiselerden birine göz atmakta yarar var...

2024 yılında Tayvan milli günü dolayısıyla başbakan Lai-Ching’in, “Tayvan ve Çin’in birbirinin hakimiyetine girmeyecektir” ve “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Tayvan’ı temsil etme hakkı yoktur” ifadeleri karşısında, Pekin yönetiminin aynı ve benzer bir kızgınlık sergilemekle kalmadığını, bu demecin ertesi günü bölge sularında askeri tatbikat yaparak Tayvan’a göz dağı verdiğini hatırlıyoruz.

Lai-Ching aynı açıklamayı geçtiğimiz Ekim ayı başlarında, Amerikan radyo programı, “The Clay Travis and Buck Sexton Show’a verdiği dünkü mülâkatta da tekrar etmişti...

Tayvan yönetiminin vurgularında sürekli olarak kendi topraklarındaki yerleşik ‘demokratik yönetim’e ve de, Batı’nın demokratik ülke ve kurumlarına yönelik vurgu, Çin’le ayrışmada temel bir retorik olarak belirleyiciliğini koruyor.

Yaşanan son gelişmeler bakıldığnda Japonya’yı,  Tayvan’a yaklaştıran olgunun, ABD’nin süper güç olarak bölgedeki varlığı değil...

Bundan bağımsız olarak, Japonya’nın 1895-1945 yıllarında Tayvan’ı yönettiğini ve de, günümüzde Japonya-Tayvan ilişkilerinin özellikle, ekonomi ve yatırımlar noktasında gayet üst düzeyde olduğunu dikkate almak gerekiyor.

Buna ilâve olarak Japonya’nın ABD ile güvenlik anlaşmalarının Japonya-Tayvan ilişkilerini tamamlayıcı bir mahiyeti olduğu da, yaşanan gelişmelerle gayet net bir şekilde tanık olunuyor.

Japon başbakanının söylemine yönelik olarak, Çin’den gelen eleştiriler sıradan olmadığını da görmek gerekiyor.

Pekin’den, her şartta Tayvan’a yönelik emellerini gerçekleştirecekleri yönlü militarist söylemle belirleyen bağlamın benzerinin Japoya’ya yönelik olarak da gündeme getirilmekte olması, Doğu Asya’da önemli bir krizin varlığına işaret ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/japonya-cin-gerilimi-bolgesel-guvenlik-japan-china-dispute-regional-security/

18 Kasım 2025 Salı

Osmanlı merkezcilik ve dünyayı anlama çabası / Ottoman centrism and the effort to understand the world

Mehmet Özay                                                                                                                             17.11.2025

Osmanlı tarihine yönelik çalışmaların ortaya koymak ve geliştirmek istediği tarihsel gerçekliğin öncelikle, Osmanlı teritoryal sınırları ve siyasal yapısı olduğu ortadadır.

Bu durumun, özellikle Türkiye’de, Osmanlı çalışmalarına katkıda bulunan, -en azından bir bölümünün- bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Türkçe konuşan, düşünen ve araştıran akademi ve araştırmacı çevrelerin, içinde bulundukları sosyo-kültürel ve dini alandan kaynaklanan bir kaçınılmazlığı ve zorunluluğu bulunmaktadır.

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, bu durumun doğallığına da kuşku bulunmamaktadır...

Ancak, adına bilimsel faaliyetler denilen olguların ortaya çıkması ve gelişmesinin bu doğallığın ötesinde, anlamlı bir bütünlük tesisi açısından, ‘öteki’ne yönelik bir açılımı da bünyesinde barındırması gerekmektedir.

Burada dikkat çekilen ‘öteki’, bir coğrafya, bir toplum, bir dini ve kültürel yapı olarak Osmanlı coğrayfasının dışındaki ve ötesindeki alanları kapsamaktadır.

Benzer bir zaafiyet, Osmanlı eksenli ya da Osmanlı teritoryal sınırlarını kendine saha çalışması olan seçmiş olan Türkiye dışındaki yabancı araştırmacılar için de söz konusudur.

Ancak, bu ikinci gruba mensup olanların, sahip olduğu temel aidiyetler -ki, bunları dil, din, milliyet, akademik ve araştırma ortamları gibi parametrelerle ve akademik ve metodolojik farklılaşmalar gibi teknik alanlarla ortaya koymak gerekir,- Osmanlı sınırlarının dışına çıkabilme konusunda daha esnek ve daha kuşatıcı bir yaklaşım sergilemeleri mümkündür.

Bütünlükten yoksunluk

Osmanlı’nın kendi coğrafyasına görece yakın ve uzak denilebilecek teritoryal bölgelerle kurduğu ve geliştirdiği ilişkiler, tarihi süreçlerin yönelimi, tarihsel şans ve tarihsel bilinçlilik gibi faktörlerle açıklanabilecek şekilde, zamana ve dönemin uluslararası ilişkilerine göre belirlendiğini söyleyebiliriz.

Bu noktada, Osmanlı’nın, bir şekilde kendi sınırlarının dışındaki toplumlarla ve devletlerle kısa süreli, orta vadeli ve uzun erimli gibi değişik kategorilerde sürdürdüğü ilişkilere rağmen, söz konusu ilgili toplumlar ve devletlere yönelik olarak, Türkiye’deki akademi ve araştırmacı çevrelerin yaklaşımlarındaki kısırlık meselesi göz ardı edilemeyecek bir husustur.

Osmanlı teritoryal ve siyasal alanlarının dışından kasıt, bizatihi Osmanlı’nın fiziki sınırlarının dışı ile siyasal-kültürel-sosyal bağlamlarıyla öteki toplumlardır.

Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, Türkiye’de Osmanlı çalışmaları yapan akademisyen ve araştırmacıların, -en azından belirli bir bölümünün- ‘ötekini’, -kasıtlı veya kasıtsız olarak- göz ardı etmekten kaynaklanan sınırlılıklarının kendilerini, nihayetinde, Osmanlı-merkezlilikle konumlandır/ıl/maları anlamına gelen bir döngüye hapsedilmelerine neden olmaktadır.

Bu olgunun sıradan ve göz ardı edilebilecek bir olgu olmadığına işaret ediyorum...

İdeolojik baskılar-tarihsel zorlamalar

Söz konusu bu durum, aynı zamanda hem bunun nedeni ve hem de sonucu olacak şekilde, bu akademi ve araştırmacı çevrelerin yukarıda kısaca değinilen iki olgudan ilkinin varlığına yani, Osmanlı-merkezciliğine rağmen, ikinci alanda yani, Osmanlı teritoryal ve siyasal sınırlarının dışına ve ötesine yönelik ilgisizlikleri ve alâkasızlıkları, akademik bütünlükten yoksunlukla kendini ortaya koyan gayet önemli bir duruma yol açmaktadır.

Bu durumun, modern dönemde Türkiye içerisinde gelişen psikolojik ve ideolojik baskılar ve zorlamaların bir eseri olduğunu söylemek mümkün.

Ancak, bu durumun, aynı zamanda Osmanlı döneminden sirayet eden ve bu anlamda köklü bir yapısallaşmanın ürünü olduğunu ileri sürmek de mümkün.

Örneğin, Osmanlı’nın güçlü olduğu konusunda neredeyse bir konsensüsün oluştuğu 15. yüzyıl ikinci yarısı ve 17. yüzyıl başlarına kadar olan tarihi süreçte, Osmanlı’nın kendi içerisinden çıkardığı devlet adamı ya da dönemin medrese kurumlarında yer alam alimler arasından ya da tekil bağlamda bilim adamı özelliği sergileyen kişilerce, kendi egemenlik bölgesinin dışına çıkıp, yeni alanları, yeni ilişki türlerini, yeni etkileşimleri anlama konusunda bir çaba sergilendiğini söylemek ne kadar mümkündür.

Örneğin, ‘Çelebi’ unvanı taşıyan ve dönemlerinin entellektüelleri sayılabilecek birkaç bireyin kaleme aldıkları eserlerin kendilerince belirlendiği veya başkalarınca devr alındığı söylenebilecek şekilde bir devamlılık taşıdığını söylemek gayet zor.

Bununla birlikte, elde var olan bu birkaç ismin varlığını ve çalışmalarını önemsemiyor değilim...

Ancak, burada dile getirmek istediğim husus, Osmanlı dönemin ötekini tanıma, anlama, sürdürülebilir ilişkiler kurma noktasında, yapısal kurumsal bir ortamın oluşturulamamış olmasıdır.

İlgi düzeyi

Türkiye’nin yaşadığımız dönemde öne çıkan veya tanınan felsefecilerinden biri, “İslam Düşüncesi Geleneğinin Sürekliliği” başlıklı seri başlıklı yazısında, Osmanlı-Türk atıfları ve bu iki olgunun İslam dünyası genelinde oluşturduğu siyasi ve kültürel egemenliğe yaptığı vurgularda, “İslam dünyasının yönetimi bin yıldır Türklerin uhdesindeydi. Bin yıllık iktidar sadece Anadolu, Rumeli, Balkanları, Arap dünyasını İran’ı ve Hindistan’ı etkilemekle kalmadı, aynı zamanda Türklük kavramını da etkiledi, hatta köklü bir şekilde dönüştürdü”,  derken, Osmanlı merkezciliğinin neye yol açabileceğinin gayet güzel bir örneğini sunmaktadır.

Adı geçen coğrafyalar, toplumlar, kültürler, siyasal yapılara dair ne tür verilere sahibiz ki, Osmanlı merkezciliğine tutunarak tüm bu toplumlar üzerinde egemen bir tutumun varlığını ortaya koyma gücünü kendimizde bulabiliyoruz.

Kültürel difizyon, etkileşim, ödünç almalar, zorlamalar gibi mekanizmaları yadsımıyorum ve Osmanlının bu süreçler çerçevesinde ‘öteki’ üzerinde biretki oluşturduğunu kabul ediyorum. Ancak benzer bir durumun öteki’ler açısından görmemenin de gayet temel bir eksiklik ve yanlışlık olduğuna vurgu yapıyorum.

Yukarıda dolaylı olarak zikredilen yazarın dikkat çektiği coğrafyalar, kültürler vb. dışında uzun bir tarihi geçmişe sahip olmakla, İslam dünyasının önemli bir bölümünü teşkil etmekle kalmayan ve aynı zamanda İslamlaşma süreçlerindeki ve sürdürülebilirliğindeki kendine özgü bir yapı sunan Malay Takımadaları coğrafyasını anmaması da oldukça ilginçtir.

Yazar, bu coğrafyayı anmıyor. Çünkü, bu coğrafyaya dair elinde bir veri bulunmuyor...

Bu durum, sadece tekil düzeyde söz konusu yazarın bir hatası, eksikliği olarak görmek yerine, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım üzere, Osmanlı’dan başlayan bir süreçte, Osmanlı Türk düşüncesinin bu coğrafyaya dair temel bilgilerden başlayarak kapsamlı araştırmalar yapamamasının uzantısı olarak görmek gerekir.

Katı döngüsellik

Türkiye’deki ilgili alanlarda faaliyet gösteren akademisyen ve araştırmacıların çalışma evrenlerini, Osmanlı teritoryal ve siyasal alanı ile sınırlandırmalarıyla ilintili olduğu kadar, bunun dışında psikolojik, ideolojik ve hatta, dini ve kültürel nedenlerle, yukarıda kısaca bütüncül anlamıyla ortaya koymaya çalıştığım, ‘öteki’ne yönelik ilgisizliğe yol açmaktadır.

Bu ilgisizlik, Osmanlı teritoryal ve siyasal bağlamını kendine çalışma alanı seçmiş olan akademisyen ve araştırmacıların, sahip oldukları akademik ve araştırmacı olarak sahip oldukları bakış açılarının darlığına işaret etmektedir.

Bu durumun oluşturduğu psikolojik tesir, ister istemez, bu çevreleri Osmanlı-merkezciliğe itmesiyle bir tür kaçınılmaz döngüye neden olmaktadır.

Bu öz eleştirel tutum üzerinde durarak, Osmanlı çalışmaları yaparken, Osmanlı teritoryal ve siyasal çevresinin dışında yer alan bölgeleri, siyasal yapıları, toplumları, kültürleri kendi öz oluşumları ve gelişim süreçleriyle ele almanın, dikkatle incelemenin ve araştırmanın akademik bir zorunluluk olduğunu söylemekte yarar var.

https://guneydoguasyacalismalari.com/tr_tr/osmanli-merkezcilik-ve-dunyayi-anlama-cabasi-ottoman-centrism-and-the-effort-to-understand-the-world/