Mehmet Özay 22.06.2025
ABD’nin, başkan Donald Trump’ın demeçleriyle gizli/açık
ilân ettiği, “bak geliyorum” diyen saldırılarını, konuyu takip eden herkes,
önümüzdeki hafta yapılacak NATO toplantıları sonrasında bekliyordu.
Tarih yazan Trump
ABD, başkan Trump’ın İran’daki nükleer tesisleri
“bombalama emri” ile devir kapatıp devir açan gözü kara bir küresel siyasetçi
olduğunu dünya aleme ilân etmiş durumda.
Trump muhtemelen, NATO toplantılarında küresel medyanın
ve Avrupa liderlerinin daha da çok merkezinde yer alma adına olsa gerek,
beklenen saldırı emrini bugünün erken saatlerinde verdi.
Ya da bir başka açıdan bakılacak olursa, kendisini
küresel liderlik konumuna çoktan oturtmuş olan Trump’ın, NATO gibi ABD’nin
küresel güvenlik şemsiyesinin içinde yer aldığı kurumun ve de bu kurumun önemli
üyelerinin onayı ve desteğini alma gereği duymadan İran’a saldırıyı
gerçekleştirdi.
Trump, “tarih yazan adam” olma konusunda ısrarlı ve bu
konuda önüne çıkan tüm fırsatları veya bunu sağlayacak fırsatları, mümkün
olduğunca yaratmada mahir olduğunu bir kez daha kanıtlamış durumda...
Teknoloji
İran’ın nükleer çalışmalar yürüttüğü merkezlere yönelik
bu askeri saldırının, yine ABD önderliğinde başlatılan ve NATO’nun da içinde yer aldığı sırasıyla, 1991
Körfez Savaşı, Irak İşgali, Afganistan İşgali gibi süreçlerden gayet farklı bir
nitelik taşıyor.
Bu durum, Batı’da başta askeri olmak üzere iletişim
teknolojilerindeki gelişmişliğin bir ifadesi olarak görmek gerekir.
Önce İsrail’in Filistin, Lübnan ve İran’da çeşitli
liderlere yönelik olarak düzenlediği ‘nokta atışı’ tabiri ile tanımlanacak
saldırıları ve ardından, ABD’nin kara ve deniz güçlerini kullanmadan tek
atışlık konumlarla sergilediği saldırılar, savaş ve iletişim teknolojisinde
yeni bir boyuta girildiğinin apaçık kanıtıdır.
Hiç kuşku yok ki, bu saldırı ile ABD dosta düşmana küresel
çapta neyi ve nasıl yapabileceğini ulaştığı teknolojik donanım, siyasi irade ve
kararlılık ile göstermiş durumda.
İşin askeri-iletişim teknolojik boyutuna kuşku olmadığı
gibi, bunun dışında elini bir kez daha kana bulayan ABD’nin, dünya barışının tarafların
katılımıyla gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesini ilerletemediğinin de,
yeniden tartışılmasına olanak tanıması anlamında önemli bir gelişmeyle karşı
karşıyayız.
Küresel nizam
İsrail’in ABD’nin gizli/açık onayıyla başlattığı ve
ardından, ABD’nin aktif olarak yer aldığı İran saldırıları sadece, tarihi bir
vakıa olarak anlaşılmamalıdır.
Özellikle, bu iki ülkenin siyasi liderlerinin demeçleri
ve siyasi gözlemcilerin yorumları başta, Ortadoğu’da olmak üzere, genel anlamıyla
küresel düzenin bir şekilde yeniden kurulmakta olduğuna gönderme yapıyor.
Daha önceki pek çok yazıda dile getirdiğim üzere, Trump,
bu konuda mesajlarını, geçen yılki başkanlık kampanya sürecinden beri veriyor
ve başkanlık koltuğuna resmen oturduğu 20 Ocak’tan bu yana da, bu konuda ne
kadar ciddi olduğunu -çelişkilerle de dolu olsa- her geçen gün ortaya koyduğu
politikalarla sergiliyor.
Küresel düzenin yeniden tesisi konusu karşımıza,
Rusya-Çin gibi her an, ABD’nin karşısında düşman safında yer alabilecek veya
hali hazırda düşman pozisyonunda yer alan ülkeleri de içine alan bir boyuta
sahip.
Küresel nizamı yeniden tesis meselesinde, ABD’nin ana
hedeflerinden biri bugün için İran ise, bunun yanında ve ötesinde bir diğer ana
hedef, İran’la yakın siyasi ve ticari ilişkileri olan Kuzey Kore ve Çin gibi
ülkelerdir...
İslam dünyası!
Küresel düzenin yeniden tasarımında, ABD siyasi eliti ve
teknokratlarının temelde hedeflerinde İslam dünyasının belirli bölgeleri
üzerinde belki de, gelecek onlarca yılı içine alan bir belirlenimcilikle
hareket ettiklerini söylemek mümkün.
Bu yeniden tasarımı saldırılar sonrasında İsrail
başbakanı Netanyahu olan bitenin ardından, “Ortadoğu ve ötesine müreffeh ve
barış dolu bir geleceğin hakim olacağı” söylemini, kurulması arzu edilen yeni
düzenin bir ifadesi kabul edebilir miyiz?
Önceki süreçler bir yana, İran’a bugün yapılan saldırılar
sürecine bakıldığında, geniş Ortadoğu’nun kilit ülkelerinin saldırıların bir
şekilde bir yanında yer aldıklarına dair dolaşan haberleri ilk elden kabul
edilemeyebilir.
Ancak, bununla birlikte, halkının kahir ekseriyetini
Müslümanların oluşturduğu ulus-devletlerin -bazı karşı söylemlere rağmen, genel
itibarıyla sessizliğe hakim olduğu dikkate alındığında, acaba bu ülkeler de
Netanyahu’nun beklentisini paylaşarak gelecekte bölgede müreffeh bir nizam ve
barış ortamı teşkil edeceği görüşünde olabilirler.
Şayet ortada, “müreffehlik” ve “barış” olacaksa buna,
Müslümanların topyekün evet demeleri ve iştirak etmeleri gerekmez mi?
Ortalıkta gayet akıl karıştırıcı yaklaşımlar
dolaştığından emin olmalıyız.
İran’ın ikilemi
İran devleti, kendisine yapılan saldırılar karşısında
caymamış gözükse de, bunun psikolojik savaş yöntemlerinden biri olduğunu
düşünerek, bir an için pratikte karşılığı olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak, daha bu saldırılar öncesinde İsrail’in,
Filistin’le savaşının İran uzantılarıyla yaptığı girişimlerle zaten, İran’ın
siyasi ve askeri moralitesine önemli ölçüde zayiat vermişti.
Unutmayalım, İsrail saldırılarının pekişmesinde ve
sürecin İran’a taşınmasında, İsrail’den daha çok ABD’nin siyasi ve askeri
caydırıcı niyetinin önemli rol oynadı.
İran’ın karşı karşıya kaldığı siyasal gerçekliği tekil
bir durum, kendini ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlayan bir ulus-devlet ve de
halkının önemli bir bölümü Müslüman olan bir ulusun sorunu olarak görmemek
gerekir.
İran’ın tüm teolojik ayrışmalara rağmen, İslam dünyası
içerisinde kabul edilen varlığı, bugün İran’ın karşı karşıya kaldığı sorunun,
görünenin ötesinde ne denli büyük olduğunu ortaya koyuyor.
Bu noktada, İran’ın iki temel ikilemle karşı karşıya
kaldığını söylemek mümkün.
Bunu söylerken, halkının çoğunluğu Müslüman olan diğer
ulus-devletlerden sorumluluğu düşürdüğüm anlaşılmamalıdır.
İran’ın karşı karşıya kaldığı ikilemlerden ilki, bizatihi
kendi halkına karşı olan sorumluluğudur.
Buradaki çelişki hem, İslami siyasal rejim hem de, Batılı
özgürlükçü söyleme tekabül edecek şekilde, ‘Cumhuriyetçi’ yapının varlığına
karşın, tipik bir sorun olduğuna kuşku bulunmuyor.
Öyle ki, demografik ve istatistik olarak halkın
çoğunluğunun kararlarıyla belirlenen ve görünürde ve pratikte adına demokrasi
denilen siyasal sistem yani, Cumhuriyet İran’da, 1979’dan bu yana yaşanan
tecrübeyle olgun bir görünüme kavuşamamıştır.
Bu durum, bize küresel anlamda özellikle de, Batı’daki Cumhuriyetçi
sistemlerde var olan sorunlar nedeniyle, İran’da olan biteni haklı çıkartacak
bir duruma evrilmemelidir.
İkincisi, İran’ın, derin teolojik sınırlamalar ve
ayrışmalar dışında, kendine yakın, komşu hissedebileceği ülkeler arasında
halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlardan ziyade, dünün komünist
ağırlığını üzerinde taşıyan Rusya, 1949’dan bu yana Rus komünizminden ayrışan
ve kendine gayet özel bir yol çizen bununla birlikte, insan, toplum, siyaset,
dünya, evren algısı noktasında Müslüman dünyadan ve hatta, ‘ehl-i kitap’
dünyadan oldukça uzak bir görünüm arz eden Çin gibi bir devletle
yakınlaşmasıdır.
Temelde uluslararası ilişkiler noktasında İran’ın, söz
konusu bu iki devletle yakınlaşmasında sorun olmadığını kabul edebiliriz.
Ancak bu ilişkinin, İran’ı halkının kahir ekseriyeti
Müslüman olan toplumlardan ayrılışı ve koparılışı üzerine bina edilmesi halinde,
ortada gayet önemli bir siyasal epistemolojik sorunun olduğunu ifade etmek
gerekir.
Bugün olan bitenlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, ne
Rusya ne de Çin İran’a karşı gerçekleştirilen saldırılar karşısında kınama veya
barış girişimlerinde bulunma gibi standart politik çıkışlardan başka bir destek
sunabilmişlerdir.
Sadece İran’ın nükleer kapasitesini değil, rejim
değişikliğini ve bunun uzantılarıyla Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye yönelik
girişimin, bugün yaşananlarla sınırlı kalacağını düşünmek yanlış.
Kendini bölgesel ve küresel aktör olarak adlandırlan
ulus-devletlerin, bu süreçte alacakları rol hem kendi bölgelerindeki
geleceklerini hem de, küresel gelişmelere yönelimlerini belirleyecektir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder