27 Haziran 2025 Cuma

Hicret: Yeni yıl heyecanını duymak! / Hijrah: Feeling the excitement of Hijri new year!

Mehmet Özay                                                                                                                             27.06.2025

Müslüman dünyanın yeni yılı, 1447 bugün başladı... Hayırlı olsun...

Bu gelişme üzerine, Hicret’in 1447. yılının sadece, Müslüman toplumlara hayırlı ve berekli olmasını temenni etmekle yetinmeyip, ayrım gözetmeksizin tüm dünya toplumlarına aynı his ve dua ile yaklaşmak gerekiyor.

Nihayetinde karşımızda, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şahsında ve eyleminde 1447 yıl önce sadece, belli bir topluma, diyelim ki, Arabistan Yarımadası’nda yaşam süren farklı kabilevi yapılarla şekillenen geniş Arap toplumuna hitap eden ve onları merkeze alan bir hicret süreci yaşanmamıştır.

Fiziki olarak böylesi bir ‘gerçeklik’ten bahsetmek mümkünse de, Hicret’i ortaya çıkaran toplumsal koşulların ve buna verilen cevabın, hiç kuşku yok ki, dünya insanlığını ilgilendiren daha geniş, daha büyük ve daha anlamlı bir boyutu bulunmaktadır.

Geçen yılki yazımda dile getirdiğim üzere, ‘Alemlere Rahmet Olarak Gönderilen’ (Rahmat’al li’l alamin) ifadesine muhatap olan bir Peygamber var.

Ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şahsıyla örtüşen bu kavramın, hiç kuşku yok ki, Hicret’le doğrudan ilintili bir yanı bulunuyor.

Yukarıdaki giriş cümlelerini dikkate aldığımızda, Hicret olgusunun, Müslümanlar kadar diğer toplumlara, Müslüman olmayan geniş kitlelere yönelik bir mesajı olduğuna kuşku bulunmuyor.

Muhatap

Bununla birlikte, bu gelişmenin yani, Hicretin birincil hedefi ve muhatabı olan Müslüman toplumların, bugün içinde bulundukları durum, yukarıda dile getirdiğim dua ve temennilerin varlığı kadar, bunları da içine alacak şekilde maddi oluşumları, durumları ve gelişmeleriyle kayda değer bir şekilde ele alınmayı gerektiriyor.

Yeni yıl, bir mutluluk, yeni bir başlangıç, yeni bir heyecan anlamı taşırken veya taşıması beklenirken, Müslüman toplumların bugün, Doğu’dan Batı’ya içinde bulundukları durum, maalesef buna el vermiyor.

Aksine, Müslüman toplumlar hiç de iç açıcı mahiyet arz etmeyen koşullar içerisinde bulunuyorlar...  

Kimileri belki de, bir kısım kitle ve hatta çoğunluk tarafından Müslüman toplumların içinde bulundukları tüm açmazların nedeni olarak, Müslümanların yanı başlarında ve/ya öte coğrafyalarda bulunan ve ‘düşman’ sıfatıyla anılan oluşumların, yapıların, devletlerin çabaları, marifetleri ile karşı karşıya kalınan bir dizi siyasi, ekonomik, askeri manipülasyonlar, programlar, politikalar neticesi ortaya çıkmış çelişkiler, yakımlar, mağduriyetler, yenilgiler görülebilir.

Böylesi bir gerçeklikten bahsedilebilmesi için, elde yeterince malzeme bulunuyor...

Sorumluluk

Ancak, yaşananları tümüyle buna bağlamak gerçekliğin öte yanını göz ardı etmek anlamı taşır.

Öyle ki, sorunun bu dış etkenler, faktörler, aktörlerle sınırlı olmadığını ortaya koyacak diğer bir dizi malzemenin de gözümüzün önünde bulunduğunu, yer aldığını söylemek gerekiyor.

Aslında, tüm bu olup biten günümüz toplumsal gerçekliğini teşil eden, yakın ve orta vade gelecek için hiç de ümit vaad etmeyen bu gelişmelerin ortaya çıkmasına neden olan olguları anlamadan, analiz etmeden, üzerine ısrarla gitmeden olan bitene çözüm bulmanın ve değiştirmenin de, pek mümkün olmadığını samimi olarak yüksek sesle dile getirilmelidir.

Günümüz Müslüman toplumlarının özellikle de, ‘halkının kahir ekseriyeti Müslümanlardan oluşan ulus-devlet yapıları’ içinde varlık sürenler açısından gözle görünmekle kalmayan, göze batan, vicdanı yaralayan, aklı ve düşünceyi dumura uğratan gelişmeler, yaklaşımlar, pratikler bize sorunun nerede olduğunu bir kez daha sormamızı gerekli kılıyor.

Evet, ‘sorun nerede?’ basit bir soru cümlesi değildir, Müslüman toplumlar için.

Belki de, Müslüman toplumlar sorunun büyüklüğü ve sorumluluğun öylesine ağırlığına muhataplar ki, bunu şu veya bu şekilde fark etmiş olmalılar ki, hiç oralı olmayarak sorunların üzerine set çekebilmeyi bir sorun çözme yöntemi olarak addediyorlar.

Nasıl bir sorunla sorunlar yumağıyla karşı karşıya olduğumuzu hem, genelden özele giderek hem de, özelden genele doğru yelpazeyi genişletmek suretiyle anlamak, anlamlandırmak mümkün.

Oysa, diyelim ki, özelden baktığımızda en küçük sosyal grup olan aileden başlayarak sorunun nerede, nasıl var olduğunu, nereden nereye evrildiğini, ipin ucunu nerede kaçırdığımız sorgulamamız gerekiyor.

Bu en küçük sosyal birimden veya üniteden başlayan ve giderek bunu çevreleyen yaşadığımız birincil çevreye, diyelim ki, sokağımıza, mahallemize; iş ortamımıza; kasabamıza ve şehrimize; akademimize; ekonomimize; siyasetimize ve geniş toplumu oluşturan adına ulus-devlet denilen devasa yapıya doğru genişleyen bir bakış açısı geliştirmek  ve bunda, samimi olarak süreklilik göstermek gerekiyor.

Tüm bu sayılan ve sayılmayan alanlarda bilgimiz, becerimiz, iş yapma tarzımız, ahlâkımız, ciddiyetimiz, anlam yüklü eylemler sergilememiz ele alınmayı, dikkatle incelenmeyi, kritik yapılmayı belkiyor.

Bu süreçleri kimin ve nasıl yöneteceğini birilerine havale etmeden, işlerin yerli yerinde makuliyetine uygun bir şekilde sergilenebilmesinin imkânlarını ve araçlarını, ortaya koymak ve yaygınlaştırmak gerekiyor.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/hicret-yeni-yil-heyecanini-duymak-hijrah-feeling-the-excitement-of-hirji-new-year/

22 Haziran 2025 Pazar

Değişen dünya ve İran’ın ikilemi / Changing world and Iran’s dilemma

Mehmet Özay                                                                                                                             22.06.2025

İran’ın, ne tür bir açmazla karşı karşıya kaldığı meselesi, sadece bu ulus-devletle sınırlı olmayan boyutlara sahiptir.

ABD’nin, başkan Donald Trump’ın demeçleriyle gizli/açık ilân ettiği, “bak geliyorum” diyen saldırılarını, konuyu takip eden herkes, önümüzdeki hafta yapılacak NATO toplantıları sonrasında bekliyordu.

Tarih yazan Trump

ABD, başkan Trump’ın İran’daki nükleer tesisleri “bombalama emri” ile devir kapatıp devir açan gözü kara bir küresel siyasetçi olduğunu dünya aleme ilân etmiş durumda.

Trump muhtemelen, NATO toplantılarında küresel medyanın ve Avrupa liderlerinin daha da çok merkezinde yer alma adına olsa gerek, beklenen saldırı emrini bugünün erken saatlerinde verdi.

Ya da bir başka açıdan bakılacak olursa, kendisini küresel liderlik konumuna çoktan oturtmuş olan Trump’ın, NATO gibi ABD’nin küresel güvenlik şemsiyesinin içinde yer aldığı kurumun ve de bu kurumun önemli üyelerinin onayı ve desteğini alma gereği duymadan İran’a saldırıyı gerçekleştirdi.

Trump, “tarih yazan adam” olma konusunda ısrarlı ve bu konuda önüne çıkan tüm fırsatları veya bunu sağlayacak fırsatları, mümkün olduğunca yaratmada mahir olduğunu bir kez daha kanıtlamış durumda...  

Teknoloji

İran’ın nükleer çalışmalar yürüttüğü merkezlere yönelik bu askeri saldırının, yine ABD önderliğinde başlatılan ve  NATO’nun da içinde yer aldığı sırasıyla, 1991 Körfez Savaşı, Irak İşgali, Afganistan İşgali gibi süreçlerden gayet farklı bir nitelik taşıyor.

Bu durum, Batı’da başta askeri olmak üzere iletişim teknolojilerindeki gelişmişliğin bir ifadesi olarak görmek gerekir.

Önce İsrail’in Filistin, Lübnan ve İran’da çeşitli liderlere yönelik olarak düzenlediği ‘nokta atışı’ tabiri ile tanımlanacak saldırıları ve ardından, ABD’nin kara ve deniz güçlerini kullanmadan tek atışlık konumlarla sergilediği saldırılar, savaş ve iletişim teknolojisinde yeni bir boyuta girildiğinin apaçık kanıtıdır.

Hiç kuşku yok ki, bu saldırı ile ABD dosta düşmana küresel çapta neyi ve nasıl yapabileceğini ulaştığı teknolojik donanım, siyasi irade ve kararlılık ile göstermiş durumda.

İşin askeri-iletişim teknolojik boyutuna kuşku olmadığı gibi, bunun dışında elini bir kez daha kana bulayan ABD’nin, dünya barışının tarafların katılımıyla gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesini ilerletemediğinin de, yeniden tartışılmasına olanak tanıması anlamında önemli bir gelişmeyle karşı karşıyayız.

Küresel nizam

İsrail’in ABD’nin gizli/açık onayıyla başlattığı ve ardından, ABD’nin aktif olarak yer aldığı İran saldırıları sadece, tarihi bir vakıa olarak anlaşılmamalıdır.

Özellikle, bu iki ülkenin siyasi liderlerinin demeçleri ve siyasi gözlemcilerin yorumları başta, Ortadoğu’da olmak üzere, genel anlamıyla küresel düzenin bir şekilde yeniden kurulmakta olduğuna gönderme yapıyor.

Daha önceki pek çok yazıda dile getirdiğim üzere, Trump, bu konuda mesajlarını, geçen yılki başkanlık kampanya sürecinden beri veriyor ve başkanlık koltuğuna resmen oturduğu 20 Ocak’tan bu yana da, bu konuda ne kadar ciddi olduğunu -çelişkilerle de dolu olsa- her geçen gün ortaya koyduğu politikalarla sergiliyor.

Küresel düzenin yeniden tesisi konusu karşımıza, Rusya-Çin gibi her an, ABD’nin karşısında düşman safında yer alabilecek veya hali hazırda düşman pozisyonunda yer alan ülkeleri de içine alan bir boyuta sahip.

Küresel nizamı yeniden tesis meselesinde, ABD’nin ana hedeflerinden biri bugün için İran ise, bunun yanında ve ötesinde bir diğer ana hedef, İran’la yakın siyasi ve ticari ilişkileri olan Kuzey Kore ve Çin gibi ülkelerdir...

İslam dünyası!

Küresel düzenin yeniden tasarımında, ABD siyasi eliti ve teknokratlarının temelde hedeflerinde İslam dünyasının belirli bölgeleri üzerinde belki de, gelecek onlarca yılı içine alan bir belirlenimcilikle hareket ettiklerini söylemek mümkün.

Bu yeniden tasarımı saldırılar sonrasında İsrail başbakanı Netanyahu olan bitenin ardından, “Ortadoğu ve ötesine müreffeh ve barış dolu bir geleceğin hakim olacağı” söylemini, kurulması arzu edilen yeni düzenin bir ifadesi kabul edebilir miyiz?

Önceki süreçler bir yana, İran’a bugün yapılan saldırılar sürecine bakıldığında, geniş Ortadoğu’nun kilit ülkelerinin saldırıların bir şekilde bir yanında yer aldıklarına dair dolaşan haberleri ilk elden kabul edilemeyebilir.

Ancak, bununla birlikte, halkının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturduğu ulus-devletlerin -bazı karşı söylemlere rağmen, genel itibarıyla sessizliğe hakim olduğu dikkate alındığında, acaba bu ülkeler de Netanyahu’nun beklentisini paylaşarak gelecekte bölgede müreffeh bir nizam ve barış ortamı teşkil edeceği görüşünde olabilirler.

Şayet ortada, “müreffehlik” ve “barış” olacaksa buna, Müslümanların topyekün evet demeleri ve iştirak etmeleri gerekmez mi?

Ortalıkta gayet akıl karıştırıcı yaklaşımlar dolaştığından emin olmalıyız.

İran’ın ikilemi

İran devleti, kendisine yapılan saldırılar karşısında caymamış gözükse de, bunun psikolojik savaş yöntemlerinden biri olduğunu düşünerek, bir an için pratikte karşılığı olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak, daha bu saldırılar öncesinde İsrail’in, Filistin’le savaşının İran uzantılarıyla yaptığı girişimlerle zaten, İran’ın siyasi ve askeri moralitesine önemli ölçüde zayiat vermişti.

Unutmayalım, İsrail saldırılarının pekişmesinde ve sürecin İran’a taşınmasında, İsrail’den daha çok ABD’nin siyasi ve askeri caydırıcı niyetinin önemli rol oynadı.

İran’ın karşı karşıya kaldığı siyasal gerçekliği tekil bir durum, kendini ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak tanımlayan bir ulus-devlet ve de halkının önemli bir bölümü Müslüman olan bir ulusun sorunu olarak görmemek gerekir.

İran’ın tüm teolojik ayrışmalara rağmen, İslam dünyası içerisinde kabul edilen varlığı, bugün İran’ın karşı karşıya kaldığı sorunun, görünenin ötesinde ne denli büyük olduğunu ortaya koyuyor.

Bu noktada, İran’ın iki temel ikilemle karşı karşıya kaldığını söylemek mümkün.

Bunu söylerken, halkının çoğunluğu Müslüman olan diğer ulus-devletlerden sorumluluğu düşürdüğüm anlaşılmamalıdır.

İran’ın karşı karşıya kaldığı ikilemlerden ilki, bizatihi kendi halkına karşı olan sorumluluğudur.

Buradaki çelişki hem, İslami siyasal rejim hem de, Batılı özgürlükçü söyleme tekabül edecek şekilde, ‘Cumhuriyetçi’ yapının varlığına karşın, tipik bir sorun olduğuna kuşku bulunmuyor.

Öyle ki, demografik ve istatistik olarak halkın çoğunluğunun kararlarıyla belirlenen ve görünürde ve pratikte adına demokrasi denilen siyasal sistem yani, Cumhuriyet İran’da, 1979’dan bu yana yaşanan tecrübeyle olgun bir görünüme kavuşamamıştır.

Bu durum, bize küresel anlamda özellikle de, Batı’daki Cumhuriyetçi sistemlerde var olan sorunlar nedeniyle, İran’da olan biteni haklı çıkartacak bir duruma evrilmemelidir.

İkincisi, İran’ın, derin teolojik sınırlamalar ve ayrışmalar dışında, kendine yakın, komşu hissedebileceği ülkeler arasında halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlardan ziyade, dünün komünist ağırlığını üzerinde taşıyan Rusya, 1949’dan bu yana Rus komünizminden ayrışan ve kendine gayet özel bir yol çizen bununla birlikte, insan, toplum, siyaset, dünya, evren algısı noktasında Müslüman dünyadan ve hatta, ‘ehl-i kitap’ dünyadan oldukça uzak bir görünüm arz eden Çin gibi bir devletle yakınlaşmasıdır.  

Temelde uluslararası ilişkiler noktasında İran’ın, söz konusu bu iki devletle yakınlaşmasında sorun olmadığını kabul edebiliriz.

Ancak bu ilişkinin, İran’ı halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlardan ayrılışı ve koparılışı üzerine bina edilmesi halinde, ortada gayet önemli bir siyasal epistemolojik sorunun olduğunu ifade etmek gerekir.

Bugün olan bitenlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, ne Rusya ne de Çin İran’a karşı gerçekleştirilen saldırılar karşısında kınama veya barış girişimlerinde bulunma gibi standart politik çıkışlardan başka bir destek sunabilmişlerdir.

Sadece İran’ın nükleer kapasitesini değil, rejim değişikliğini ve bunun uzantılarıyla Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye yönelik girişimin, bugün yaşananlarla sınırlı kalacağını düşünmek yanlış.

Kendini bölgesel ve küresel aktör olarak adlandırlan ulus-devletlerin, bu süreçte alacakları rol hem kendi bölgelerindeki geleceklerini hem de, küresel gelişmelere yönelimlerini belirleyecektir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/degisen-dunya-ve-iranin-ikilemi-changing-world-and-irans-dilemma/

21 Haziran 2025 Cumartesi

Müslüman toplumlar ve demokrasi ihtiyacı / Muslim societies and a need for democracy

Mehmet Özay                                                                                                                             21.06.2025

Dosyalarım arasında rast geldiğim bir makale üzerinden, kısa bir görüş yazısı ortaya koyacağım. Konu, Dr. Tamimi Hoca’nın ‘İslam ve Demokrasi’ konulu bir makalesi.

Yaşadığımız bugünlerde, konunun güncelliğine kuşku olmadığı gibi en azından gelecek yüz yıl için de Müslüman toplumlar için güncelliğini koruyacağına kuşku bulunmuyor...

Bugün, ‘bizim demokrasiye ihtiyacımız yok’ diyen doktora öğrencilerimiz ile Dr. Tamimi Hoca’nın yazısının odağında da yer aldığı üzere, -en azından 1950’lerden itibaren- teorik söylemlerinde demokrasiye gayet önemli bir yer açan ancak, pratikleri ile bu açılımı daraltan ve nihayetinde, demokratik olmadıklarını her halükârda topluma gösteren siyasilerin var olduğu Müslüman toplumlarla karşı karşıyayız.

Batı’yla karşılaşma: İslam ve Demokrasi

Ele aldığım makalenin yazarı Dr. Azzam S. Tamimi...

Tamimi Hoca, “İslam Siyaset Düşüncesinde Demokrasi” başlığını taşıyan çalışmasını, 1997 yılında İrlanda’nın başkenti Belfast’da, aynı adla anılan camide düzenlenen bir etkinlikte sunmuş.

Geçtiğimiz yüzyılın sonlarında gayet güncel olan ‘İslam ve Demokrasi’ konusunun, dinleyicilerinin, ‘Hicrette olan’ Müslüman topluma ve muhtemelen, ihtida etmiş olan Avrupalı Müslümanlara yönelik olduğunu düşünmek mümkün.

Hemen hatırlatalım ki, -o dönem itibarıyla-, ‘İslam ve Demokrasi’ konusunun ele elınması bir rastlantı değil...

Dr. Tamimi Hoca’nın bu kısa makalesinde de zikrettiği, değindiği Malik bin Nebi, Seyyid Kutup gibi isimlerden bazılarının da zamanında, Batı’da gelişen ideolojiler ile İslam hakkında, karşılaştırma temelli olarak kaleme aldığı, söylem geliştirdiğine tanık olunmuştu.

İslam ile Demokrasi kavramlarının birlikte ele alınmasın bir rastlantı olmadığı, temelde Müslüman toplumların -daha doğru söylemek gerekirse, aşağıda değinileceği üzere Tahtawi örneğindeki gibi, Müslüman ilim adamlarının- kiminle, nerede, nasıl, ne şekilde karşılaştıklarının tastamam yansıması olarak karşımıza çıktığını bize bir kez daha gösteriyor.

Tıpkı, -kabaca ortaya koymak gerekirse-, 1950’lerden başlayarak Milliyetçilik, 1960’lardan itibaren Sosyalizm, 1970’lerden itibaren modernite, 1980’lerden itibaren post-modernite vb. süreçler bize, en azından 20. yüzyıl ortalarından itibaren, ‘Ortadoğu ve Kuzey Afrika eksenli’ siyasal ve sosyal değişimlerin içerisindeki kafa karışıklığı, nereye evrilmek istediği, neyi öğrenmek istediği gibi bir dizi soruya karşılık gelecek bir yönelimi bulunuyor.

Bu yaklaşım temelde, 20. yüzyıl ortalarından itibaren bağımsızlıklarını kazandığı ileri sürülen Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki Müslüman toplumların Batı’da, -en azından- 17. yüzyıldan itibaren gelişme kaydeden, devlet ve yönetim, toplum ve ekonomi, siyaset ve toplum gibi konulara karşılık gelecek, bir dizi paradigmatik yaklaşımlara verdikleri ve kendi içlerinden, büyük ölçüde kendi tarihlerinden çıkarsadıkları anlamları bütünlüklü hale getirme çabalarıyla yani, siyasal ideolojilerle karşılaşmalarının bir sonucudur.

Arap toplumu ve demokrasi

Dr. Tamimi Hoca’nın makalesinin başlığı, ‘İslam Siyaset Düşüncesi’ bölümü gayet geniş bir perspektifi yansıtıyor.

Ancak, hem konuyu ele alan Tamimi Hoca, hem eserinde zikrettiği isimler Ortadoğu ve Kuzey Afrikalı...

Bu noktada, İslam coğrafyasının ne demografik yapısı, ne coğrafi büyüklüğü gibi istatistiki verilerde öne çıkartılabilecek ve genelleştirilebilecek bir bölümünü teşkil etmiyor.

Bu durumu, Dr. Tamimi Hoca hemen makalenin başında açık seçik ortaya koyarak, Demokrasi’nin “Arap siyaset düşünürleri”  ve “Arap İslam literatürü” demek suretiyle ortaya koyuyor.

Benzer hususu, ‘Demokrasi’ kavramı için de söylemek mümkün...

Müslüman zihinlerin kafa karışıklığında gayet önemli bir yeri teşkil eden, ‘demokrasi’ kavramının Batı’da monolitik, tek düze vb. bir bağlama oturduğu varsayımı bize doğru adresi, doğru toplumsal süreci, anlamlı değişimleri aktarmaktan yoksun gözüküyor.

Başlıkta ortaya konulan ve bir tür gizli/açık kafa karışıklığına yol açan durumun yazar yani, Dr. Tamimi Hoca tarafından kasıtlı olarak yapıldığını belki söyleyemeyiz.

Ancak, okuyucular açısından böyle bir tehdit olduğuna Hoca’nın en azından, konuşmasının bir yerlerinde değindiğini varsayabiliriz.

Aksi halde, sorunun Müslüman toplumlar genellemesi kadar Batı Demokrasisi kavramı genellemesinin de önümüze hayli sorunlar açacağını söylemek mümkün.

Tahtawi, Fransa ve Demokrasi...

Tam da bu noktada, Dr. Tamimi Hoca’nın Batı demokrasisinin etkisine dair gündeme getirdiği Arap siyaset literatüründe Rifa’a Tahtawi’nin, Paris ziyareti sonrası 1834 yılında Arapça kaleme aldığı çalışmasında Fransa başkentinde gözlemlediği, bir ölçüde tanık olduğu gelişmeleri aktarmasını örnek vermesi tam da, yukarıda dile getirmeye çalıştığım, ‘Batı’da demokrasi’nin neye tekabül ettiğine dair önemli bir örnek teşkil ediyor.

Tahtawi’nin Paris ziyareti denilince aklıma ister istemez, ondan bir yüzyılı aşkın süre önce aynı mekana yani, Paris’e benzer bir ziyarette bulunmuş olan 28. Çelebi Mehmed ve oğlu Said Ağa geliyor...

İlgiçtir ki, Fransa demokrasisi Kuzey Afrika’da Tahtawi marifetiyle giderek yankı bulacak bir siyasal ideoloji olarak belirirken, Fransız Alex Tocquivelle’nin -aşağı yukarı benzer dönemde- ABD ziyareti sırasında yaptığı gözlemler, Atlantik Okyasunu’nun öte yakasında, farklı bir demokrasi pratiğinin nasıl uyglanmakta olduğunu başta Fransa olmak üzere Avrupa toplumlarına göstermeyi hedefliyordu.

 

Dr. Tamimi Hoca, Tahtawi’nin Arapça kaleme aldığı eserinde Fransa’daki -çoğuluculuk ilkesini içkin olan- demokrasi uygulamasının, İslam hukukuyla -bu, “ideolojik ve hukuki çoğulculuk” olarak okunmalıdır- uyumluluğuna vurgu yaptığını dile getiriyor.

Tahtawi’nin, Fransa Devrimi (1789) sonrasındaki dur durak bilmeyen siyasal ve toplumsal gelişmelerin 1830 yılındaki boyutunu gözlediği ve bu anlamda, dönemin Fransa Kralı 10. Charles’a karşı gerçekleştirilen ve demokratik yönetimi pekiştirmeye matuf ‘devrimi’ örnek veriyor.

Tahtawi’nin, dört beş yıl Fransa’da kaldığı biliniyor...

Dr. Tamimi, tarafından yukarıda dikkat çekilen görüşünün demokrasi kavramının, siyasal boyutu ile ortaya konduğu gözden kaçırılmamalıdır...

Tahtawi’nin, Fransa toplumunda demokrasinin temsili gücü elinde bulunduranlar yani, siyasi partiler/gruplar arasındaki ilişkileri ve siyasi kurumların işlerliğindeki önemi dışında nasıl bir toplumsal süreçte ortaya çıktığı, nasıl bir toplumsal süreç ürettiği gibi alanlarda ne söylediğini kanımca dönüp eserine bakıp aramakta yarar var.

Bununla söylemek istediğimiz, Dr. Tamimi Hoca’nın makalesi özelinde, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde ‘demokrasi’den ne anlaşıldığına dair bir yaklaşım ortaya koymaktır.

Siyaset ve toplum ilişki/siz/liği

Bu toplumların, ilgili ulus-devletlerinde yönetim erkiyle olan ilişkileri, ilişkisizlikleri, Müslüman siyaset bilimcileri ‘demokrasi’ konusuna eğilmeye sevk ettiğine kuşku yok.

Şunu söylemekte yarar var ki, demokrasi kavramının ‘siyasal sınırlarıyla’ ortaya konulma çabası anlamlı olmakla birlikte, bunun önemli bir yaklaşım eksikliğini de beraberinde getirdiğine kuşku yok.

Bu nedenle, yukarıda kısaca Fransız Alex Tocquivelle’nin Amerika’ya yaptığı geziye gönderme yaptım...

Yani, Alex Tocquivelle, Amerika’da demokrasiyi toplumsal yapılarıyla birlikte değerlendirirken, Tahtawi öyle anlaşılıyor ki, gözlemlerini ‘siyasal sistem ve kurumlar’ üzerine odaklamış...

Batı’da, hem Avrupa’da hem de Kuzey Amerika’da toplumsal gelişmeler, değişmeler, değişimler sonrası ortaya konulan bir siyasal sistem olduğunu, 19. yüzyıl Müslüman gözlemcileri ile 20. yüzyıl İslam siyasal düşünürlerinin kayda değer bir şekilde göz ardı ettiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.

Tahtawi’ye referansla Batı siyasal sistemine yönelik olumlu yaklaşım ve bunun, -Dr. Tamimi Hoca’nın makalesini sunduğu dönemi dikkate alarak söylemek gerekirse-, aradan geçen yüz elli yıla varan süreye rağmen, Kuzey Afrika ve Ortadoğu toplumlarında karşılığının ortaya çıkmamış olması üzerinde durulmaya değer bir konudur. 

Dr. Tamimi Hoca, biraz alelacele yazıldığı anlaşılan çalışmasında sırasıyla, diğer bazı 19. yüzyıl Arap düşünürlerinin çalışmalarına atıfla, kısaca ‘Demokrasi ve İslam’ konusundaki görüşlerini yorumluyor.

Arap düşünürler ve despotizm tıkanıklığı

Bu isimler arasında, Tunuslu Hayrettin (Khairuddin al-Tunisi), Cemaleddin Afgani (Jamal ad-Din Al-Afgani), Muhammed Abduh, Abdurrahman al-Kawakibi gibi isimler de birbiri ardına ve ortaya koydukları önemli kavramlarla gayet kısa olarak ele alınmış.

Belki de, ortak görüş şu diyebiliriz: Adı geçen isimler sorunu İslam’da bulmuyor...

Bununla birlikte, hedefe dönemlerinin Müslüman toplumlarını yönettiği iddiasındaki yöneticilerini koyuyorlar.

Peki, Müslüman toplumlara, toplumsal gerçekliklerine dair bir söylem var mı? Evet, konuya daha derinlikli bakmakta yarar var...

Görünen o ki, adı geçen düşünürlerin Batı toplumlarında ortaya çıkan siyasal sistemi ve kendi toplumlarındaki siyasal yapıları analizlerinde büyük ölçüde gözden kaçırdıkları husus, toplumsal yapının teşkili üzerinde durmamalarıdır.

Bu yaklaşımın tipik örneklerinden birinin Tahtawi olduğunu Fransa ziyareti görüşleri üzerinde kısaca belirttim.

Bir diğer örnek, Abdurrahman el-Kavakibi...

El-Kavakibi, teorik olarak “Müslüman toplumun başlarına seçtikleri yöneticilerin niteliklerinden sorumlu olduklarını” teorik olarak gayet güzel açıklıyor.

Ancak, 19. yüzyılda hangi Müslüman toplumun hangi yöneticisini, nasıl seçtiği konusuna dair örnekler -en azından, Dr. Tamimi Hoca tarafından makalesinde yer verilmiyor... Yine dönüp el-Kavakibi’nin çalışmalarına göz atmakta yarar var.

Belki burada, el-Kavakibi’nin neyi söylemediğini, Cemaleddin Afgani’nin ileri sürdüğü bir görüşle ortaya koymak mümkün.

Afgani’nin “Despotik Yönetim” başlıklı yazısına gönderme yapan Dr. Tamimi Hoca, onun Müslüman toplumlarda -burada yine, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu düşünmemiz gerekiyor- siyasal yönetimlerin “despotizme” düçar olmalarına sebebi, “Doğu’da (Müslüman toplumlarda) düşünürlerin kamuoyunu/halkı ‘Cumhuriyetçi yönetim’in değerleri hakkında aydınlatmamış olmasına” bağlıyor.

Soruna neden bulma çabalarında süreç bitmiyor...

Afgani’nin -uzaktan- öğrencisi Reşid Rıza’ya da değinen Dr. Tamimi Hoca, 20. yüzyılın başlarında çıkardığı uzun erimli dergisi al-Manar’la belirleyici olan Rıza’nın Müslüman toplumların siyasal geriliklerine sebep olarak, bu toplumların dinlerinin gerçekliğini (the truth of their religion) kaybetmelerine bağlıyor.

Hocasıyla öğrencisi arasında sanki gizli/açık bir düşünce yarığı var gibi...

İlki, düşünürlerin halkı siyasal olarak eğitmemesine vurgu yaparken ikincisi, geniş toplum kesimlerinin dinle ilişkilerine bağlıyor.

Müslüman toplumların, Din’nin hangi boyutuyla ilişkilerinde problem olduğunu anlamak için, herhalde yine dönüp Reşid Rıza’nın ne söylemek istediğine bakmak gerekiyor...

Dr. Tamimi Hoca’nın alıntılamasıyla “Gerçek İslam iki hususu içeririr: İlki Yaratıcı’nın birliği (ikincisi devlet işlerinde danışma (consultation). Despotik yöneticiler, Müslüman toplumun ilk ilkeyi terk etmelerini teşvik ederek, ikinci hususu unutmalarını sağladılar”.

Gayet ağır bir ifade... Değil mi?

Dr. Tamimi Hoca, -çalışmanın buraya kadar olan bölümünde- dikkat çekitği 19. yüzyıl Arap düşünürlerinin kendi bireysel eğitimleri, gözlemleri, seyahatleri, tecrübeleri ve düşünceleriyle şekillenen Demokrasi ve İslam olgusunu ele alıyor.

Öyle anlaşılıyor ki, bu düşünürler dönemleri itibarıyla önemli bir işlev yerine getirmiş olsalar da, görüşlerinin oluşmasında Batı’da ne tür toplumsal değişimlerin ortaya çıktığını anlama çabasında zaafiyet göstermiş gözüküyorlar.

Bunun anlaşılabilir yönleri var...

Örneğin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bağlamında o dönem itibarıyla Müslüman toplumun başındaki yöneticilerin ve onların yönetim yapılarının oluşturduğu ağır baskıdan kurtulmanın yollarını arama gibi acelecilik işin başında geliyor düşüncesindeyim.

Dr. Tamimi Hoca, makalesini 19. yüzyıl başlarından itibaren ele aldığı Kuzey Afria ve Ortadoğu toplum ve siyaset sorusunun ‘demokrasi’ olgusuna odaklayarak geliştirmesinin de pratik bir yönü bulunuyor.

O da, bizatihi Dr. Tamimi’nin kendi yaşadığı bireysel tarihinin ona öğrettiği açmazların üzerinden gelebilme çabasıdır.

Ancak ne, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren gelişme gösteren Batı’da demokrasi yönetimine duyulan ilgi ne de, 20. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya çıkan sözde ulus-devletlerin varlığı Kuzey Afrika ve Ortadoğu Müslüman toplumlarının uygun bir siyasal rejimle karşılaşmalarına olanak tanımış gözüküyor.

Ortada, kısır bir döngünün varlığı kendini ağır bir şekilde hissettiriyor...

Bugün, bizim öğrencilerin ‘demokrasi istemeyiz’ söylemi, Batı’da yaşananların sonucu gibi algılanabilir.

Ancak bu durum, Müslüman toplumlarda ‘yönetim’ sorusunu çözmeye kafi gelmiyor.

Çünkü demokrasi istemeyiz diyen öğrenciler, ‘diktatörlük istiyoruz’ diyerek sözde kendilerine çözümü sunmuş oluyorlar.

Dr. Tamimi Hoca’nın makalesini ele almaya devam edeceğim...

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-toplumlar-ve-demokrasi-ihtiyaci-muslim-societies-and-a-need-for-democracy/

 

İran’ın geleceğini belirlemek / Determining the future of Iran

Mehmet Özay                                                                                                                             20.06.2025

İsrail’in, kendini tehdit altında hissettiği ya da ulusal güvenliğinin tehdit altında olduğu iddiasından hareketle, İran’ın nükleer çalışmalar yürüttüğü tesislere yönelik saldırı farklı bir yöne doğru evrildi.

Gelişmelerin ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, bir başka ifadeyle, bir hafta önce kaleme aldığım yazıda, İran’ın karşı karşıya olduğu sorunun rejim olduğuna değişmiştim.

İsrail ve destekçilerinin İran’da askeri varlığa dönüşebilecek nükleer çalışmaları ve mekânları hedef almakla sınırlı olmayan bir sürecin yaşandığı gayet açık.

İran’da ‘rejimi değiştirme’ çabalarının olduğu artık kesinlik kazanmış durumda...

Tam da burada, şu hususu vurgulamak gerekir ki, İran’a yönelik askeri operasyonların ve de İran’da, mevcut siyasi rejimi sona erdirmeyi amaçlayan ‘küresel’ politikanın, salt İsrail devletinin ürünü olmadığı açık.

Sanılanların aksine, bu son gelişmeden geriye doğru gidildiğinde, İsrail’in öncüsü olduğu ve içinde yer aldığı savaşların da, tek başına altından kalkmadığını hatırlamak gerekir.

İsrail’in, teolojik-ideolojik alanda olmasa da, politik ve askeri bağlamlarda, diğer bazı ülkelerin onayı ve desteği ile hareket ettiği görülüyor.

ABD faktörü

Bu durum, İsrail yönetiminin söylemini geride bırakacak ve küresel güç yapısını belirlemeye yönelik ülkenin yani, ABD’nin Trump yönetimiyle birlikte çok daha belirleyici bir konuma geldiğini ortaya koyuyor.

Kanımca, İsrail’in İran saldırılarının plânlanmasından itibaren, İsrail’den daha çok, ABD’nin rol ve belirleyiciliği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Herkesin bildiği gerçeği paylaşacak olursak, ABD’nin desteği olmadan bugüne kadar İsrail’in ne, bir devlet olarak ne de, bir askeri varlık olarak ayakta kalması mümkündür.

Bu husus, gayet açık bir gerçek...

Başkan Donald Trump, ABD’de geçen Kasım ayında yapılan seçimler öncesindeki propaganda çalışmalarında özellikle de, Demokrat Parti adayı Kamala Harris ile kameralar önünde yaptığı canlı tartışma programında, “İsrail’in tehdit altında olduğu” söylemini açık seçik dile getirmişti.

Trump o günlerde, konuyu -doğal olarak- ABD iç politikasına yönelik olarak, seçimi Demokratların kazanması halinde, İsrail’e ne olacağına yönelik yaklaşımıyla sunmuştu.

Ve “üç gün içinde İsrail’in sona erdirilebileceği”ni ileri sürmüştü.

Bütüncül plân ve ABD

Aradan geçen altı, yedi aylık süreç sonrasında bugün İran’da sadece, nükleer çalışmaların askeri etkisiyle ortaya çıkmasını engellemeye yönelik bir gelişme olmadığı her haliyle kendini ortaya koyuyor.

ABD yönetimi ya da başkan Trump, İsrail’in ilk saldırısı sonrasında sanki, bu gelişmeden haberi yokmuş, ABD gözlemci konumunda bir ülkeymiş ve Doğu Akdeniz’e gönderilen ABD filosunun sadece, bölgedeki ABD çıkarlarını korumaya yönelik bir ön tedbir vs. açıklamarıyla gündeme geldi.

Ancak, üç dört içerisinde Trump ve ABD’den gelen açıklamalar, İsrail devletinin söylemlerinin önüne geçti.

Trump’ın yaptığı son açıklamalar arasında İran halkına, “Tahran’ı boşaltın” çağrısı İran’a yönelik topyekün bir savaş olasılığını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor.

Kanımca, ne İsrail ne de, ABD kara ordularını İran üzerine sevk edecektir...

“Tahran’ı boşaltın” söylemi de belki, tüm başkenti fiziki olarak ortadan kaldırma amacıyla da sarf edilmiş değildir.

En başta, işin psikolojik boyutunu ele alarak söylemek gerekirse, İran halkı özellikle de, başkente yaşayan milyonlarca insan üzerinde baskı ve güvensizlik oluşturmayı hedefliyor.

İlgili mekânların bombalanmasıyla İran’da zayıflayacak rejimin değişim sürecinde, başkentte oluşacak olan kaos ortamının katalizör işlevi yapacağı düşünülüyor olmalıdır.

İran’da zaten rejimden memnun olmayanlar, oluşan kaos ve kriz ortamında biyolojik, ekonomik varlıklarını düşünen kitlelerin bu süreçte belirleyici bir rol alacakları ortadadır.

Trump kararı

ABD’nin ve de ‘güçlü başkan’ Trump’ın İsrail saldırılarının ardında olduğuna yönelik ipuçları tek tek ortaya çıkması aslında hiç de sürpriz değil.

Bu sürecin son basamağı Kanada’da yapılan G-7 zirvesinde Trump ve İngiltere başbakanı Keir Starmer ile yapmış olduğu görüşmedir...

Bu görüşmeyle birlikte, İngiltere’de konu yasal zeminde ciddi bir tartışmaya yol açmış olsa da, ve de Starmer’ın geçmişte insan hakları avukatlığıyla öne çıkmış ve 2000’li yılların başlarında, Tony Blair yönetiminin Irak işgalini eleştirmiş olan bir kişi olsa da, tıpkı Tony Blair gibi benzer bir sürece evrilmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunun temel nedeni, Starmer’ın karşısında güçlü bir Trump liderliğinin olmasıdır...

Bu noktada, Trump’ın bu gelişmeye gayet hazırlıklı olduğu, hatta bu gelişmeyi yönetip plânladığını söylemek abartı olmayacaktır.

Öyle ki, İran ruhani lideri Ayetullah Ali Hamaney’in bedeninin ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağına karar verme noktasına kadar ulaşan, bir Trump nüfuzunun ortada olduğu aşikâr...

Ötekiler?

13 Haziran’dan bu yana yaşanan gelişmeleri politik-teolojik bağlamıyla ele almak kadar, bunun dışında ve ötesinde boyutları olduğunu da unutmamak gerekir.

Burada dikkat çeken nokta, İsrail’in bugüne kadar gerçekleştirdiği siyasi ve özellikle de, askeri girişimlerinin sanıldığının aksine, Batı ya da kimilerinin ifadesiyle, Hıristiyan dünyasından gelmediğini açık seçik ortaya koymak gerekir.

Bu durumu, yukarıda kısmen ABD’nin ve başkan Trump’ın oynadığı rolle gündeme getirmeye çalıştım.

Kaldı ki, ortada ABD dışında diğer Hıristiyan ve Yahudi teolojisi/dini ile bağlantısı olmayan diğer unsurların, ulus devletlerin de, şu veya bu şekilde, sürece gayet önemli katkıda bulunduklarını söylemek gerekir.

Bir başka ifadeyle dile getirmek gerekirse, teolojik bağlamda ortada bir Yahudi-Hıristiyan dengesi, tehdidi, saldırısı gibi gelişmeleri teolojik platformda ele alacak, açıklayacak bir yaklaşımın, bizi gayet yanlış bir düşünceye sevk edeceğini gündeme getirmek gerekir.

Bu durum, Ortadoğu merkezli gelişmelerinin sadece 2001’den, veya 1991’den ya da 1967 yılından itibaren olmadığı aksine, 1948’i de aşacak şekilde, 19. yüzyıl şartlarında oluşan ve gelişme gösteren dönemin, jeo-politik ve jeo-ekonomik koşullarının belirleyiciliği ile anlamlandırmak gerekir.

Söz konusu gelişmeleri gerek, 19. yüzyıl gerekse devamı itibarıyla, 20. yüzyıl bağlamları ile uzun dönemli olarak düşündüğümüzde karşımıza din’in, teoloji-politiğinin çıkmasının, Batı’daki gelişmeler nezdinde pek de, gerçekçi bir bağlama oturmadığını söylemek mümkün.

https://guneydoguasyacalismalari.com/iranin-gelecegini-belirlemek-determining-the-future-of-iran/

 

17 Haziran 2025 Salı

Anthony Reid hayatını kaybetti / Anthony Reid passed away

Mehmet Özay                                                                                                                             17.06.2025

Son yarım yüzyıldaki çalışmalarıyla Güneydoğu Asya tarihine damgasını vuran tarihçilerden Anthony Reid (1939-2025) vefat etti.

Reid’in toprağı bol olsun diyerek başlamak istiyorum...

Aslen Yeni Zellanda’lı olan Reid Hoca, 1960’lı yılların ortasından itibaren, farklı ülkelerdeki akademi kurumlarında çalışmalar yürütmüş ve emekliliğinin ardından, Canberra’da çalışmalarına devam etmekteydi.

Vefat haberi, kısa sürede bize ulaştığında, önemli bir bilim insanının, gayet önemli bir tarihçinin vefatından ötürü gayet büyük bir üzüntü duymuştum.

Kısa denilebilecek süre önce kendisiyle e posta ile yazışmış, bunun öncesinde de, Kuzey Sumatra Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen bir online programa davet etmiştik.

İlerlemiş yaşına rağmen, akademik ilgisi ve çalışmaları devam eden Reid Hoca, programa katılmaktan memnun olduğu kadar, artık onun tanık olduğu nesilden sadece bir tek kişinin bulunduğunu da, (Prof. Budi) ifade ederek hem, kendi bireysel tarihine sembolik olarak ışık tutmuş hem de, kendisinden sonra gelen neslin akademik oturumun konusuna olan ilgisinden memnuniyetini dile getirmişti.

Reid Hoca’yı nasıl, nerede tanıdığıma ve ilintili konulara, ilerleyen süreçte tamamlanacak olan anı çalışmalarımda bahsedeceğim...

Son birkaç yıl

Son birkaç yıla bakarsak... Reid Hocayla son dönemde haberleşmemizde, Açeli birkaç akademisyen dostun çabası ve yardımı olmuştu.

Reid’i iki yıl önce evinde ziyaret eden Açeli dostlar eşinin rahatsızlığını aktarmış ve Reid’in bir yandan eşine bakmakta bir yandan da, emeklilik günlerine rağmen, çalışmalarına devam ettiğini ifade etmişlerdi. 

Ancak, Reid Hoca, yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak, 8 Ağustos günü sabat saat 4 sularında vefat etti.

İyi insandı... Gayet iyi bir akademisyendi...

Bunu bize söyleten, kendisiyle hasbel kader yüz yüze görüşmüş olmak, tertip ettiği konferanslara katılmak, kendisini birkaç programa davet etmek ve nihayetinde, yazışmak suretiyle irtibatı devam ettirmekten kaynaklanan kısa ancak anlamlı bir durum bulunuyor.

Bunların ötesinde, kaleme aldığı sayısı yüzlerle ifade edilebilecek kitap, makale vb. çalışmalarına bugüne kadarki çalışmalarımızda başvuru kaynağı olarak yer verdiğimizi ve halen ilgili çalışmalarımız için Reid Hoca’nın eserlerinin göz ardı edilemez olduğunu da eklemeliyim.

Tarihçi ve tarih inşası

1939 doğumlu Reid’i tarihçiliğe ve Güneydoğu Asya toplumları tarihine iten saiklerden biri kanımca, babasının mesleğinden mütevellid küçük yaşından itibaren bölgede bulunmasıdır.

Yeni Zelanda dışişleri mensubu olan babası 2. Dünya Savaşı’nın ardından, uluslararası bir kurumun  görevlendirmesiyle Cakarta’da çalışmalarını yürüttüğü yıllar, Reid’in erken çocukluk yıllarını Endonezya’nın başkenti Cakarta’da geçirmesi anlamına gelir.

Reid’in ailevi, bireysel tarihinin onun gelecekte edineceği meslek ve hayatını adayacağını alanı belirlemesinde bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Reid’in tarihe ve tarihçiliğe olan ilgisinin, 60’lı yılların ortalarına doğru, Cambridge Üniversitesi tarih bölümünde doktorasını tamamlamasıyla, bir mesleğe doğru evrildiği söylemek mümkün.

Doktora tezini Kuzey Sumatra’da ‘sosyal devrim’ konusunu işleyen Reid, erken çocukluk yıllarını geçirdiği Cakarta’nın ardından, doktora öğrencilik yıllarında Endonezya’nın bir başka bölgesinde, bir başka can alıcı coğrafyasında bölge tarihini yeniden inşa etmekle meşguldü.

Reid’in, Endonezya ile olan bu bağının tarihsel bir şans olarak değerlendirmek kadar, belli bir dönemin ardından, bilinçli bir seçim olduğunu ileri sürmekte mümkün.

Öyle ki, yukarıda dikkat çektiğim Cakarta, Kuzey Sumatra bağlamında ve genel itibarıyla, Endonezya’nın 1960’lı yıllarda sadece Güneydoğu Asya bölgesinde değil, küresel olarak gayet önemli bir aksda yer aldığını hatırladığımızda kanımca, İngiliz yüksek öğretim sisteminin yönlendirmesinin de içinde olduğu süreçlerde, kendi kasıtlı ve niyetli seçimiyle Endonezya üzerine çalışmış olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Universiti Malaya

Reid Hoca’yı Güneydoğu Asya’ya bağlayan bir diğer önemli sürecin doktorasını vermesinin ardından, genç bir akademisyen olarak Kuala Lumpur’da, Universiti Malaya’da çalışmalarına başlamasıdır.

O dönem, Batı’da öğrenim gören Batılı tarihçilerin bölgedeki akademi çalışmalarını yürütmelerinde Universiti Malaya’nın önemli bir rolü olduğunu söylemek gerekir.

1957 Malaya Federasyonu’nun bağımsızlığını ilânıyla birlikte, İngilizlerin Singapur’da kurdukları Malay Üniversitesi Kuala Lumpur’a taşınması bir yandan, bu üniversitenin görece kayda değer bir tarihi olduğunu ve öte yandan da, yeni bağımsız bir ulus devlet olarak Malaya’da alt yapı şartlarının elverişliliği ile açıklamak mümkün.

Bu tarihi-entellektüel yapıya, Üniversite’nin bugün halen ayakta olan bazı binalarında tanık olmak, hissetmek mümkün...

Reid de, bu sınıflamaya giren akademisyenler arasında yerini aldı.

Kanımca, Malaya’nın İngilizlerden mütevellit var olan görece gelişmiş alt yapısı kadar, Malaya Yarımadası’nın Güneydoğu Asya’nın diğer bölgelerine erişimdeki stratejik kolaylığı diğer benzeri akademisyenler gibi, Reid’in de çalışmalarını yürütmesinde kolaylık sağlayan bir sistemi oluşturuyordu.

Reid Hoca’nın doktora çalışması için kütüphane tarihçiliği yapmadığı, aksine bir sosyal tarihçi titizliğini sergileyerek sahada, dönemin aktörleriyle birebir görüşmelerle toplumsal gerçekliği anlama, inşa ve aktarma süreçlerini gerçekleştirdiği kaleme aldığı eserinde gözlemek mümkün.

Kuzey Sumatra ‘monarşileri’ni sona erdiren ve gayet kısa denilebilecek sürede (1945-1946) gerçekleşen ‘sosyal devrim’ gibi gayet hassas bir konuyu bizzat sahada bulunarak çalışabilmiş olması önemlidir.

Eserinde yer verdiği görüşme yaptığı kişilere baktığımızda 19. yüzyılın sonlarında doğmuş ve Reid Hoca’nın çalışmasını yaptığı döneme kadar -ve hatta bazıları sonrasına değin- bölgenin siyasal, toplumsal, entellektüel tarihinde izler bırakmış isimler olduğu görülür.

Reid’in, Universiti Malaya sonrasında Canberra’da Avustralya Ulusal Üniversitesi (ANU) ve ardından, Amerika ve Singapur’da -Singapur Ulusal Üniversitesi’nde (NUS) devam eden akademik çalışmaları onu bütün bir Güneydoğu Asya tarihi üzerinde etkin ve yetkin bir isim olmasını sağlamıştır.

Bu çalışmaları nedeniyle dir ki, Amerika’ya davet edilmiş, Singapur’da Asya çalışmaları merkezini kurmuş ve geliştirmiştir.

Reid Hoca’nın Malay dünyası tarihinden Vietnam’a değin uzanan farklı çalışma süreçleri onu, bölge tarihi konusunda öne çıkarırken, hiç kuşku yok ki, aynı zamanda  Batı’dan ve Doğu’dan gelen öğrenciler özellikle de, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin yetişmesinde önemli rol oynamasını sağlamıştır.

Reid Hoca’nın altmış yıla varan akademi dünyasındaki aktif varlığında ve çalışmalarında önemli bir yeri Açe’nin oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bugün Reid Hoca’nın hayatını kaybetmesi pek çok kişiyi üzmüştür. Kanımca, en çok üzülenler ise Açeliler olmuştur.

Güneydoğu Asya’yı çalışanlar önemli bir Hoca’yı kaybetti.

Reid Hoca... İyi bir insandı. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/anthony-reid-hayatini-kaybetti-anthony-reid-passed-away/