11 Mayıs 2025 Pazar

Osmanlı Devleti egemenliğini nasıl kaybetti? / How did the Ottoman State lose its sovereignty?

Mehmet Özay                                                                                                                             12.05.2025

Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığının sona ermesi meselesi bugün, çeşitli vecheleriyle kendini hissettiriyor…

Bu durum, bize tarihi geçmişe yeniden bakma ve olan biteni yeniden yorumlama imkânı tanıyor.

Bunun, bir imkândan ziyade, bir tür zorunluluk olarak gündeme getirilmesi de diyebiliriz…

Ya da, belirli çevreler, Osmanlı varlığının sona ermesi üzerinden bazı açıklamalarla, bu siyasi bütünün bugüne nasıl etki ettiği konusunu, suni, yüzeysel ya da gerçekçi bağlamlarda ortaya koymaya çalışıyor şeklinde de anlaşılabilir.

Bu noktada, Osmanlı’nın nerede kaybettiği sorgulaması yapılırken, cevabın ‘yakında’ değil, ‘uzakta’ olduğunu hatırlatmak ve vurgulamak gerekir.

Burada hemen cevabı vereyim…

Osmanlı’nın siyasi varlığını kaybetmesi, Hint Okyanusu sınırlarında gelişmelerden dolayıdır.

Bir diğer ifadeyle, Osmanlı’nın siyasi varlığını kaybetmesi, Hint Okyanusu merkezli gelişmelere karşılık verememesinden ötürüdür.

Bu gelişmenin somut yönü ise, Açe Devleti’nin Osmanlı’yı Hint Okyanusu’na, ‘her açıdan davetine’ Osmanlı siyasi elitinin kararsız, tarafsız, belirsiz yaklaşımında kendini ortaya koymuştur.

 Avrupa mı, Hint Okyanusu mu?

Osmanlı’nın, nerede ve nasıl kaybettiği tartışmaları ne, Osmanlı içerisindeki siyasal, ekonomik, sosyal yozlaşmalarla ne de, Orta Avrupa fetihler serüveninin doğal sınırlarına ulaşmasıyla ne de, Avrupa’nın kendine gelerek Osmanlı’ya karşılık vermesi ya da tarihsel bir şansla açıklanabilir.

Bu yaklaşımları, bir an için bir kenara bırakıp, farklı bir alana, ‘uzak’ta bir alana bakmakta yarar var.

Öyle ki, Osmanlı ve Müslüman toplumlar bağlamında değil, küresel olarak gelişen ve değişen bir tarihsel sürecin Osmanlı’yı nereye süreklediğini rasyonel bir şekilde açıklamamıza el verecek bulgular, metinler ve bunlar üzerinden geliştirilen yorumlar mevcuttur.

İki temel süreç: 1453 ve 1517

Osmanlı’nın, siyasi bir bütün olarak kendini ortaya koymasında, 29 Mayıs 1453’le İstanbul’un fethiyle belirlenen boyutunu destekleyici olarak, 1517 Ekim’inde Kahire’ye girilmesinin başat bir yönü bulunur.

Bu iki gelişme, Osmanlı’nın siyasal ve askeri yükselişini gerçekleştirmede, iki önemli parameter olarak dikkat çeker.

Hem, İstanbul -ki sonradan ‘İslambol’ olarak adlandırılmıştır- hem de, Kahire bu anlamda, Osmanlı’nın Doğu toplumlarıyla ilişkisini ya da Doğu toplumlarında Osmanlı algısının oluşmasını sağlayan önemde unsurlardır.

Her ne kadar, Bizans başkenti Constantinople, Doğu Roma niteliğiyle Batı Roma’nın ve de dolayısıyla, Avrupa’nın dini-siyasi ve kültürel dinamiklerinin temsilcisi olsa da, Osmanlı’nın Bizansa yönelik siyasi ve askeri egemenlik tesisi süreçlerinde Avrupa monarşilerinin belirsiz, muğlak tutumu ve siyaseti temelde Contantinople’un sanıldığının aksine, pek de öyle, Avrupa’nın yakınında hissedilebilecek bir yer olmadığına işare eder.

1453’de Contantinople’ın alınarak, ‘İslambol’a dönüştürülmesinin Doğu’da yani, Müslüman toplumlardaki yansıması, bugünkü modern Müslüman toplumlar arasında -halen- var olan ve bir şekilde devamlılık arz eden algıda kendini ortaya koyar.

1517’de Kahire’nin alınışı ise, Osmanlı’nın doğuyla bütünleşmesinin bir gereği olduğu gibi, ‘din’le ve de geniş Müslüman toplumlarla bütünleşmesi anlamına geldiğine kuşku yoktur.

Burada, Osmanlı siyasi elitinin, halifelik kurumunu benimseyip benimsemediğini, teo-politik olarak bu gelişmenin neresinde bulunduğu ya da işine geldiği zaman mı bu kurumun yükünü üstüne aldığını ya da almadığını tartışmayacağım.

Ancak, Kahire’nin alınışı, tarihsel kronolojik olarak Emeviler, Abbasiler, Memlukler üzerinden gelişen siyasal varlığın, Kutsal Topraklar üzerinde kurduğu ‘korumacılığı’, belki, -Osmanlı algısından bakıldığında- ‘hizmetkârlığı’, Osmanlı’ya devri anlamına gelmesiyle bütünlüklü bir yapı sunar.

Yine, tıpkı, Constantinople’ın alınması ve İslambol yapılmasında olduğu gibi, Osmanlı’dan bağımsız gelişen bir tarihsel sürecin Kahire üzerinden, Kutsal Topraklar’da ‘hizmetkârlığı’n -özellikle de, Doğudaki- Müslüman toplumlarda doğurduğu yeni bir siyasal algının oluşumuna hizmet ettiğine kuşku yok.

Bu durumu da yine, günümüz Doğu Müslüman toplumlarının halifelik kurumuna yönelik geliştirdikleri algı ve bu kurum üzerinden geliştirdikleri düşünce yapısına bakarak bir ölçüde de olsa, bu tarihsel ilişkiyi kurmak mümkün gözüküyor.

Doğu: Neresi?

Doğu’dan kastığımız, Avrupa’nın tarih bilincinde milattan önce başlayan ancak, en azından 2. yüzyılda, Ptolemy’den itibaren gelişme gösteren, 11. ve 12. yüzyıl Haçlı seferleriyle pekişen ve 15. yüzyıl sonunda Hindistan’a ulaşılarak perçinleştirilen Doğu yani, Hindistan ötesine gönderme yapıyoruz.

Bir başka ifadeyle, Malay Takımadaları’nda varlık süren Müslüman devletlerin İslamlaşma süreçleri ve bunu takip eden boyutuyla, Kutsal Topraklar ve çevresindeki siyasal ve entellektüel gelişmelere yakınlaşmaları Malay toplumlarının hem İstanbul hem Kahire süreçlerine yönelik ilgi ve yönelimlerini belirlemiştir.

Burada, Malay siyasal yapılarının kasıtlı ve bilinçli bir yaklaşımı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Ve bu durumun, Osmanlı’nın nerede kaybettiği meselesiyle doğruda ilişkisi vardır…

Osmanlı’nın siyasal varlığını yitirişi yakınındaki değil, uzağındaki ilişkilerle belirlenmiştir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Osmanlı’nın kaybedişi Doğu ile ilişkilerinden kaynaklanmıştır…

Bu, basit ve gelişigüzel ortaya konulan bir iddia değildir.

Aksine, uzun erimli tarihsel süreçlerde gerçekleşen gelişmeler, eldeki farklı kaynaklar ve sağlıklı ve rasyonel yorumlarla desteklenen bir yaklaşımdır.

Osmanlı’dan Doğu’ya

Osmanlı’nın İstanbul fethiyle Doğu toplumlarına örneğin, günümüz Batı Asya ve bir ölçüde Kuzey-batı Hindistan coğrafyasına fetihnameleri doğrudan veya dolaylı olarak ulaştırdığını söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, en azından, bölge tarihi kaynaklarına dayalı olarak söyleyebileceğim, bu sürecin Malay Takımadaları’na doğrudan ulaşan bir boyutu bulunmuyor.

Ancak, Kahire üzerinden Kutsal Topraklar’a egemen olan veya ‘hizmetkârlığı’nı edinen Osmanlı’dan Malay Takımadaları’nda Açe Devleti’nin haberdarlığının aynı yıl yani, 1517’de başladığını söylemek mümkün.

Bu yaklaşımda ne, tarihsel kronolojik olarak ne de, siyasal bilinç gelişimi noktasında şaşılacak bir husus bulunuyor.

Nihayetinde, Açe Devleti’nin bölgesinde yani, Kuzey Sumatra’da yeni kurulmuş bir devlet olmadığı, aksine 12. yüzyıldan itibaren bölgede var olan Samudra-Pasai Sultanlığı’nın devamı olması, her açıdan Malay dünyasındaki tarihsel sürekliliğe gönderme yapıyor.

İkincisi, Açe Devleti’nin yine, Samudra-Pasai döneminden ticaret, ekonomi ve kültürel bağlar noktasında Hindistan ile olan ilişkisi ve İslam’la ilişkisi noktasında Hicaz bölgesiyle irtibatının, Osmanlı’nın 1517 sürecinden haberdarlığında önemli iki alan olduğu ortadadır.

Açe’de siyasal bilinç

Tıpkı bölgedeki Müslüman olan ve olmayan diğer toplumlar gibi denizcilikle ve de ticaretle meşgul olan Açe Devleti’nin, Batı Avrupa denizci uluslarının öncüsü olan Portekizlilerin Hint Okyanusu’nun doğusuna yönelmeleriyle Osmanlı Devleti’ni Hint Okyanusu’na daveti gerçekleşmiştir.

Açe kaynakları, bu süreci işaret ederken, 1530’lara gönderme yapar…

Eldeki somut belgeler ise, Açe’den 1560’larda birkaç kez tekrerlanan elçi gönderme süreçleriyle, Osmanlı saray elitini Hint Okyanusu gelişmelerinden haberdar etmek kadar, bu gelişmelere doğrudan taraf olabilmelerini sağlayacak siyasi hamleyi yaptığını ortaya koyar.

Benzeri bir süreç, bundan üç yüzyıl sonra yeniden tezahür etmiştir.

19. yüzyıl koşullarında, Batı’da Kuzey Afrika’dan başlayarak Doğu’da Cava Adası’na kadar Batı Avrupa ‘yüksek sömürgecilik’ süreçlerine konu olduğu bir dönemde, aynı Açe Devleti’nin 19. yüzyıl ortasından yüzyıl sonuna kadar ki süreçte, -en az- üç kez Osmanlı başkentine gönderilen elçilerle, Osmanlı’yı bir kez daha ve tedrici olarak bölgedeki gelişmelerde aktif rol alması yönündeki siyasi davetini gerçekleştirdiğini hatırlamak gerekir.

Osmanlı’da devşirmelerin oluşturduğu siyasal elitinin aralarındaki iç çatışmalar, devletin Batı’ya yani, Avrupa’ya yönelik bir tür ‘siyasal obsessif’ haline gelen eğilimi, Doğu’yla temasta bilgi kaynaklarından yoksunluk vb. gibi birbiriyle ilintili pek çok olgunun birleşiminin neden olduğu bir tür siyasal kayıtsızlık, Açe Devleti’nin 16. yüzyıl ve 19. yüzyılda yaptığı siyasi, ekonomik davete cevaplar veril/e/memesi yıkımı getirmiştir.

Burada gayet dikotomik bir durum bulunduğunu fark etmek gerekiyor...

O da, Açe Devleti iki farklı yüzyılda uzun erimli bir tarihsel süreçte, Osmanlı ile ilişkisini devam ettirme siyasi basiretini gösterirken, aynı yüzyıllarda Osmanlı’nın, Açe Devleti’nin Hint Okyanusu’na davetine yönelik ilgisizliği giderek yerini, Batı Avrupa güçlerinin baskısıyla ilgi geliştirememesine neden olmuştur.

Buraya kadarki söylemde, uzun dönemli süreçte, Avrupalıların ne yapıp ne yapmadıklarına değinmedim…

Şu kadarını söyleyebiliriz…

Tarihsel süreçleri, farklı coğrafyaların ve farklı siyasal aktörlerin yapılaştırıcı kuvvetleriyle ele almak gerektiğinde, Osmanlı’nın Avrupa ile karşılaşmalarıyla, Avrupa’nın özellikle de Batı Avrupa’nın Hint Okyanusu süreçlerini merkeze almak yerine, bu süreçler bağlamında Hint Okyanusu bölgesine ve bu bölgenin siyasi aktörlerine dikkat çekmek gerekiyor.

Bu durum bize, bir açıdan son beş yüz yılı, bir diğer açıdan son bin yılı doğru yeniden nasıl değerlendirmemiz gerektiğine dair fikir veriyor.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-devleti-egemenligini-nasil-kaybetti-how-did-the-ottoman-state-lose-its-sovereignty/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder