30 Mayıs 2025 Cuma

Louis Massignon Müslüman toplumlara ne söyler? / What does Louis Massignon tell to Muslim societies?

Mehmet Özay                                                                                                                             31.05.2025

Düşünür sıfatıyla anmak gereken Fransız Louis Massignon’un (1883-1962), 20. yüzyıl boyunca ortaya koyduğu görüş, yaklaşım, tutum ve eylemlerinin Müslüman toplumlar ve Batı toplumları için ne anlama geldiği üzerinde durulmaya değer bir konudur.

Oryantalizm karşıtı!

Öncelikle, şunu vurgulamakta yarar var ki, Massignon ‘sıradan bir oryantalist’ değildir...

Ya da bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, -C. S. Hurgronje örneğinde olduğu gibi,- oryantalistler ve de çalışlamaları dikkate alındığında, Massignon’u oryantalist olarak değerlendirmenin bile yanlış olduğunu ileri sürebiliriz.

Massignon’u için ‘gnostik’ demek, daha doğru olacaktır...

Bu noktada, Massignon’un ortaya koyduğu akademik, bilimsel, entellektüel düşünce ve pratikleri ile bizatihi, toplum içerisinde var olan ve sosyal yapıyı onarmaya matuf eylemliliği ile mevcut standart oryantalist tutumlarla çelişen ve onlara, gizli/açık karşı çıkan bir yönelimi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Hayatının önemli bir bölümünde, Doğu ve çokça da, İslam mistisizmi üzerine ve özellikle de, Hüseyin ibn Mansur el-Hallac yaşamı ve eserleri üzerine çalışmalarıyla tanınan ancak, bunun yanı sıra, ulusal ve uluslararası siyasal gelişmeler çerçevesinde, eylemciliğiyle gündeme gelen bir kişi olan Massignon’un özellikle, Müslüman toplumlar için -ve adına- ortaya koyduğu bir tür yenilikten bahsetmek mümkün.

Mansur el-Hallac’ın sahip olduğu düşünce ve inancının bir yansıması olarak, döneminin kamusal alanında sergilediği yaklaşımlar hatırlandığında, Massignon’un -yukarıda dikkat çekilen eylemcilik yönünün çalıştığı, anlamaya çalıştığı, içselleştirdiği el-Hallac’ın, 20. yüzyıldaki tezahürü olarak yorumlamak abartı sayılmamalıdır.

Bunun yanı sıra, Massignon’un eserlerinde ortaya koyduğu düşünceleri ile bir yandan, Müslüman topluma öte yandan, Batı toplumlarına mesajlar verirken, eylemci yönüyle de, yaşadığı dönemin ‘küresel vicdanı’ olmayı bir tür içselleştirilmiş sorumluluk addetmiştir.

Tevhid ve ‘gerçek’lik normu

Massignon’un içinden çıktığı Batı toplumuna ve bu toplumu şekillendiren değerlere, düşüncelere yönelik eleştirisi, ‘doğru’ (truth), ‘hakikat’ (haqiqa) kavramlarını merkeze alan, bir bireysel inşa süreci olarak anılmayı hak eder.

Bu noktada, Massignon’u tek, yalnız kalmış bir birey olarak görmek mümkün değildir.

Aksine, onun, kendisinden önce gelen ve bizzat tanıdığı, teşrik-i mesaide bulunduğu, -örneğin, Charles de Foucauld gibi- birkaç öncü ismin ışığında ve izinde gitmesine ve bu isimler üzerinden, köklü dini-tarihi bir serüveni kat etmesine yol açmıştır.

Bu sürecin önemli bir bölümünde, çokça kendini -Doğu toplumlarının yozlaşmasına, dejenere olmasına, kadük kalmasına rağmen-, bir şekilde Doğu’da genel itibarıyla da, İslam düşüncesinde -çokça kitâbi olarak ve kısmen fiili olarak- varlığını sürdüren bir felsefi-dini boyutu bir cazibe merkezi olmuştur.

Sıradan, kendi halinde Müslümanlarla ilişkisi ve iletişimi Massignon’un Doğu’yu, Doğu düşüncesini araştırma, öğrenme sürecinde pratik bir değeri olduğu görülür.

Bu süreç, gayet anlamlı bir boyutu oluştururken, bu sürece eklemlenen kitâbi bilgiye dair araştırma ve bilgi edinme sürecinin, tarihi-arkeolojik bir boyuta tekabül etmesiyle bizatihi, kendini inşanın ve yaşadığı döneme vermek istediği cevabın şekillenmesinde de rol oynamıştır.

Bu yenilik, küresel anlamda, çokça da Batı ile irtibatlı gelişmelere konu olmuş, Batılılaşmayı tedirden yaşamış ve hatta, gizli/açık içselleştirmiş Müslüman toplumların unuttuğu ya da kendisine unutturulan ‘Tevhid’ (tawhid) anlayışının ve bunun pratiklerinin neler olduğu konusundaki düşünceleridir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Massignon, Doğu mistisizminin özellikle de, İslam mistisizmi üzerine derinlikli çalışmasıyla, 20. yüzyılın ilk yarısının siyasal dinamikleri ve toplumsal çalkantıları nedeniyle belki yakından hissedilmeyen, ancak ardından özellikle de, 20. yüzyılın sonlarında kendini giderek daha net bir şekilde ortaya koyan yaklaşımının anlaşılmaya değer bir yönü bulunuyor.

Hanif’lik

Massignon’un Müslüman olup olmadığı meselesi popüler bir nitelik taşıdığı kadar, çalışmaları dikkate alındığında, böylesine kayda değer bir entellektüel çaba ortaya koymuş ve bu çabasını yaşamına içselleştirmiş bir kişinin Müslüman olduğu kanatinin bazı çevrelerde olduğu biliniyor.

Bununla birlikte, yaşamının çeşitli evreleri ve özellikle, son dönemi dikkate alındığı düşünce ve eylem biçimlerinin onu Müslüman kılmaya matuf epeyce yönü içermekle birlikte, sözlü ve kaydi olarak Massignon’dan Müslüman olduğuna dair bir yaklaşım sadır olmaması bizim, onu ‘Müslüman’ olarak değerlendirmemize olanak tanımıyor.

Bu yaklaşımı, eleştiri bağlamında değerlendirmemek gerekir...

Ancak tam da, bu nokta, Massignon’un sistematik kitâbi, ilmi ve manevi (spiritual) boyutuyla bizatihi tecrübe ettiği, fiiliyatıyla yani, çalışmaları, konuşmaları, düşünceleriyle kamuoyuyla paylaşmasında ortaya çıktığı üzere din olgusunu anlama ve yaşama pratiğinin bir sonucu olarak görmek gerekir.

Bu bağlamda, söylenmesi gereken belki de bir diğer husus, Massignon’un dini bütün bir Katolik olması, bu anlamda köklü bir tarihi-dini geçmişin ruhunda, düşüncesinde yer ettiğini söylemek gerekir.

Massignon’un ‘modernitenin krizinin’ yoğunlaştığı bir dönemde yaşadığı dikkate alındığında, Protestanlık yerine Katoliklik üzerine eğilmesi ve bu mezhep bağlamında ‘otantik dini algıyı, düşünceyi, pratiği ortaya koyması üzerinde düşünülmeye değer bir konudur.

Bu çerçevede, Katolikliği kadim ‘hanif’ dinine bağlılığıyla anlamlandıran bir Massignon ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkündür.

https://guneydoguasyacalismalari.com/louis-massignon-musluman-toplumlara-ne-soyler-what-does-louis-massignon-tell-to-muslim-societies/

Timor Leste’nin ASEAN’a tam üyeliğinde önemli adım! / A significant step for the full ASEAM membership of Timor Leste!

Mehmet Özay                                                                                                                             29.05.2025

Güneydoğu Asya’nın, coğrafi büyüklük olarak küçük ülkelerinden Timor Leste’nin ASEAN üyeliğinde son safhaya gelindi.

26-27 Mayıs günlerinde yapılan 46. ASEAN Zirvesi çerçevesinde yapılan toplantılarda Timor Leste’nin, Ekim ayında yapılacak zirvede tam üyelik statüsü kazanacağı konusunda önemli açıklamalar yapıldı.  

Zirve çerçevesinde ASEAN dışişleri bakanları toplantısında, Timor Leste’nin tam üye kabulü için üye ülkelerin kendi yasal düzenlemeleri tamamlamakta oldukları ifade edildi.

Bu açıklama, Timor Leste’nin üyeliğinin kesinleşmek üzere olduğuna güçlü bir kanıt olarak değerlendirilmelidir.

2022 yılında Endonezya’dan bağımsızlığını kazanan Timor Leste, 2011 yılında ASEAN’a üyelik için başvuruda bulunmuştu.

Avustralya, Papua ve Endonezya’ya komşu olmasıyla jeo-stratejik öneme sahip Timor Leste, bölgesel birliğin 11. ülkesi olmaya hak kazanacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu gelişme, aynı zamanda dönem başkanlığını yürüten Malezya için de tarihi bir öneme sahip olduğuna kuşku yok.

Zirve

46. ASEAN Zirvesi, bölgesel birlik yapısının son dönemde yaşanan küresel gelişmeler karşısında yeni açılımlara konu olduğunu söylemek gerekir.

Özellikle, 2016 yılından itibaren ABD’nin bölgeden uzaklaşmasının ardından 20 Ocak 2025’den itibaren küresel gündemi işgal eden Trump yönetiminin farklı açılımlarla uygulamaya getirdiği gümrük vergileri ASEAN’ı acil çözüm sürecine getirdiği görülür.

Kuala Lumpur’da gerçekleştirilen 46.  Zirve bu anlamda, Çin ve Körfez Ülkeleri’nin ticaret ve ekonomi ilişkilerinde yeni bir evreye geçmeleri konusunda önemli bir gelişmeydi.

ASEAN’ın bölgesel birlik ve entegrasyon konusunda bir süredir gündemde olan Timor Leste’nin birliğe üyeliği kesinlik kazandı.

Timor Leste, Ekim ayında yapılacak zirvesine, ASEAN’ın 11. üyesi olarak katılacak.

2022 yılında Kamboçya’nın dönem başkanlığından bu yana gözlemci ülke olarak ASEAN zirvelerine iştirak eden Timor Leste böylece, önümüzdeki dönemden itibaren tam üye olarak birlik bünyesinde yer alacak.

Farklı nedenler

Bir süredir, tam üyelik için bekleyen Timor Leste’nin, “niçin bugün ASEAN’a kabul edildiği?” sorusunun yerinde olduğuna kuşku yok.

Bu çerçevede, Çin’e yakınlığında bilinen Timor Leste’nin üyeliğinin gerçekleşmesi konusunda, Pekin yönetiminin bir etkisi olduğunu düşünmek mümkün.

Çin’in son dönemde Mikronezya bölgesindeki ülkelerle artan ilişkilerinden Timor Leste’nin de pay alıyor. Örneğin, 2023 yılında Çin ve Timor Leste arasında, “kapsamlı stratejik işbirliği anlaşması” imzalanması dikkat çekici.

Bu durum, küresel gelişmeler doğrultusunda ASEAN-Çin yakınlaşmasının, Timor Leste’nin üyeliğini hızlandırdığını akla getiriyor.

ASEAN dinamikleri

Bununla birlikte, bölgesel birlik ASEAN’da kendi iç dinamiklerinin ve bu anlamda üyelik şartlarının yerine getirilmesi konusunda bağımsız olduğunu unutmamak gerekir.

Önemli şartlardan biri, aday ülkelerin sosyal ve ekonomik gelişmişlikleri...

2010 yılından itibaren bazı alanlarda önemli adımlar atmasına rağmen, Timor Leste’de endemik sorunlaran birini işsizlik ve de dolayısıyla yoksulluk oluşturuyor.

Yukarıda dikkat çektiğim üzere, Çin’in Timor Leste ile yakınlaşmasının, ASEAN kadar Avustralya ve bir ölçüde Yeni Zelanda tarafından yakından takip edildiğine kuşku yok.

Bu noktada, Timor Leste’nin ASEAN üyeliğine kabulünün, Çin’le daha da geliştirilme emarelerinin ortaya çıktığı dönemde, ‘bir tehdit oluşumundan’ ziyade, ekonomik ve ticari işbirliklerinden Timor Leste’nin de pay almasını sağlamak olduğunu söyleyebiliriz.

Bir diğer neden olarak, “kapsayıcılık ve sürdürülebilirlik” (inclusivity and sustainability) başlığını taşıyan Zirve’nin temelde, ASEAN içinde ve ASEAN+ formülasyonunda yer alan tek tek ülkelerle işbirliğinin geliştirilmesi çabasında, Timor Leste’ye yer verilmiş olmasını, yerinde bir karar olarak değerlendirmek gerekir.

Küresel belirsizlikle konusunda yaşanan çekinceler tek tek ülkeler kadar, bölgsele birlikleri de yeni çözüm arayışlarına iterken, teritoryal olarak küçük ancak, jeo-politik olarak önemli bir yeri bulunan Timor Leste’nin üyeliğinin netleşmesini, ASEAN mekanizmasının işlerliği bağlamında yerinde görmek gerekir.

Gelişmeler Timor Leste lehine

Ekonomik anlamda geri kalmışlığı, kurumsal yapılarının oturmamışlığıyla bilinen Timor Leste’nin ASEAN üyeliğiyle birlikte, önemli bir kalkınma sürecine girmesi bekleniyor.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Timor Leste ekonomik modernleşme sürecini ASEAN ile gerçekleştirmeye hazır...

Ancak, bu maddi nedenlerden önce, Timor Leste halkının bölgesel birliğe üyelikle psikolojik bir yenilenme yaşayacağını söylemek gerekir.

Özellikle, 1960’lı 1970’li yıllarda bölgede yaşanan şiddet olaylarının izlerinin Timor Leste’de sürdüğü hatırlanacak olursa, bir birlik olarak ASEAN, Timor Leste’nin yaralarının sarılmasında önemli bir işlev görecektir.

1967 yılında kuruluşu gerçekleştirilen ASEAN’a, Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle Vietnam, Kamboçya, Laos ve Myanmar’ın 1990’larda birbiri ardına bölgesel birliğe katılmaları hem birliği hem de -Myanmar hariç tutulacak olursa- yeni üyelerin ekonomik modernleşmesinde önemli gelişmelere konu olmuştu.

Benzer bir durumu, bugün Timor Leste için yaşanmaya başlandığını söylemek mümkün.

ASEAN, Timor Leste’nin üyeliği ile bölgesinde daha etkin bir nitelik kazanacağını söylemek gerekir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/timor-lestenin-aseana-tam-uyeliginde-onemli-adim-a-signifant-step-for-the-full-aseam-membership-of-timor-leste/

26 Mayıs 2025 Pazartesi

ASEAN’dan küresel kararlılık / Global determination from ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                             26.05.2025

Güneydoğu Asya Ülkleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN) 46. Zirvesi, bu yıl dönem başkanlığını yürüten Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da yapılıyor.

Bu yıl, ASEAN dönem başkanlığını yürüten Malezya’nın ev sahipliğinin, küresel bunalımlar ve belirsizlikler dönemine denk geldiğine kuşku yok.

Bununla birlikte, bu küresel sorunlara karşın, dinamik bir yönetim anlayışı benimsemiş olan Malezya hükümeti, ASEAN’ı yeni dönemde merkeze alan politikaları gündeme taşımasıyla dikkat çekiyor.

Kuala Lumpur’daki zirvenin görünür gündeminin yanı sıra, bu gündemin arka plânında olan bitene  kısaca değinmekte yarar var.

Bu noktada, “46. ASEAN zirvesi’nden beklentiler ne? sorusunu yöneltmek gerekir.

Bir süredir sıklıkla gündeme getirilen ve her ilgili toplantıda zikredilen “küresel belirsizlikler” durumu, kendini tek tek ulus-devletler ve bölgesel birlikler bağlamında derinden hissettirirken, 46. ASEAN zirvesi bu belirsizliklere bir karşılık verebilir mi?

Bu anlamda, 46. ASEAN zirvesi Kuala Lumpur’da gerçekleşirken, bazı ilkler yaşandığını söyleyebiliriz.

“ASEAN+”

Söz konusu zirveyi sadece, on üyeli bölgesel birlik toplantısı olarak görmemek gerekir.

Bunun ötesinde ASEAN, bu yüzyılın başından itibaren, tedrici olarak küresel güç merkezleri veya bu merkezlerin çekim alanında yer alan ülkelerle, “ASEAN+” ilişkisini geliştirmesiyle dikkat çekiyor.

Küresel güç merkezlerinden kasıt, hiç kuşku yok ki, ABD, Çin, Japonya, Güney Kore, Avrupa Birliği, Kanada, Rusya, Avustralya, Yeni Zelanda’dır...

Geçen yirmibeş yıllık süreçte, küresel ekonomi dengelerine adaptasyon anlamında bir ivme yakalayan ASEAN, bugün özellikle de, ABD başkanı Donald Trump’ın küresel ticaret sistemini kaosa sevk eden politikalarıyla, kendi ekseni bağlamında bölgesel ve hatta, küresel ekonomi ve ticaret gündemini belirlemeye çalışıyor.

Küresel ilişkilerde “tarafsızlık” ilkesiyle hareket eden ASEAN’ın ABD ile temelde bir sorunu bulunmuyor.

Ancak, Trump hükümetlerince oluşturulan politikalar sonrası ABD’nin bölgedeki varlığının giderek zayıflamış olduğu da bir gerçek.

Ekonomik varlığı dış ticari ilişkiilere dayalı ASEAN, ABD yönetimi tarafından oluşturulan  belirsizlikler sürecini, yeni ekonomik yapılanmalarla kendi lehine çevirmeye çalışıyor.

Bu durumda, merkeze Çin’in gelmiş olmasını yadırgamamak gerekir.

Çin’in konumu

Kuala Lumpur’daki zirvede ve ilgili toplantılarda gözlerin, Çin’de olduğunu kuşku yok...

Şunu hemen ifade etmekte yarar var ki, ASEAN için Çin yeni bir ticaret partneri değil.

Bu yüzyıl içindeki gelişmeler ve hatta, önceki yüzyılın son çeyreğinden itibaren ortaya çıkan gelişmelere bakıldığında, Çin’in bir birlik olarak ASEAN ile ya da ASEAN içerisinde güç merkezi teşkil eden tekil ülkelerle ekonomik kalkınma süreçlerinde sürekli dirsek temasında olduğu görülür.

Bu noktada, yukarıda dikkat çektiğim “ASEAN+” çerçevesine dönerek, Çin’in konumunu netleştirmek gerekir.

“ASEAN+” içerisinde yer alan ülkelerin ağırlıklı olarak, Batı eksenli eko-politik temelde yapılanan ülkelerin, -ki bunun içinde Japonya ve Güney Kore de vardır- içinde yer aldığı “ASEAN+” ilişkiler bütününe Çin’in dahil olmasının, ASEAN için, yeni bir eko-politik etkileşim anlamına geldiğine kuşku yok.

Her ne kadar, bir Doğu Asya ülkesi olmanın dışında medeniyet ve kültür bağlamında, gayet önemli bir yeri bulunan Çin’in, tarihsel ve geleneksel olarak ASEAN’ı oluşturan Güneydoğu Asya coğrafyasıyla olan ilişkilerinin, yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren, yeni bir form içerisinde gelişmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu görüşü ortaya koymamıza sebep, bizatihi kendisi bir ekonomik birlik hüviyeti taşıyan ASEAN’ın Çin’le ilişkilerinin, ekonomi eksenli yapılaşma sergilemesinden kaynaklanıyor.

Bununla birlikte, Çin’in, 1970’lerin ortalarından itibaren dünyaya ve özellikle de, Batı’ya açılma sürecinde, kendine biçtiği veya kendisine biçilen ‘yeni ekonomi’ yapılanmasından hareketle, yukarıda dikkat çekilen Batı bloğuyla benzeştiği söylenebilir.

Buna kuşku yok...

Bununla birlikte, Çin’den beklenen siyasal ve bir ölçüde, kültürel dönüşümün gerçekleşmemiş olması, Batı nezdinde Çin’in tehdit boyutuyla ortaya çıktığına ya da Batı’nın Çin algısında sadece ekonomik olarak değil, kültürel ve siyasal olarak da dönüşmesi beklentisinin gerçekleşmemesine tanık olduğumuz son on beş yıllık süreç bize gösteriyor.

Donald Trump’ın, birinci başkanlık döneminde yani, 2016 yılında başlattığı ve 20 Ocak 2025’den itibaren ortaya koymaya başladığı Çin merkezli küresel ticaret politikalarının arka plânında, Çin’de arzu edilen dönüşümün yaşanmamış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bugün, 46. ASEAN zirvesi çerçevesinde yapılan toplantılarda dikkat çeken husus bir ekonomi birlik olarak ASEAN’ın, Çin’le giderek daha çok entegre olma kararıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/aseandan-kuresel-kararlilik-global-determination-from-asean/

25 Mayıs 2025 Pazar

Filistin sorununun doğru değerlendirilmesi: Batı medyası ve ötekiler! / Correct assessment of the Palestine issue: The Western media and the ‘Other’!

Mehmet Özay                                                                                                                             25.05.2025

Filistin konusunda, geçen gün kaleme aldığım yazıya devam ediyorum.

Önceki yazıda, Filistin’de olan biten gelişmelerin sömürgecilik bağlamına gönderme yapılarak açıklanma gayretlerine ve bu bağlamda neyin, nerede kaybedildiğine vurgu anlamında, Malay dünyasında sömürgecilik sürecine kısaca değinmiştim.

Bu yazıda ise, yine Filistin tartışmalarında eleştirel bir yönelim olarak, ‘Batı Medyası’na yapılan eleştiriler konusuna kısaca değineceğim.

Yanlı basın

Sadecek, 7 Ekim 2023 tarihinden bugüne kadar yaşananlarla sınırlı olmayan aksine, Filistin konusunun gündeme geldiği -diyelim ki, bir önceki yazıda ortaya koyduğum kronoloji ışığında değerlendirdiğimizde, 1902’den itibaren Batı basınının Filistin konusunu işleyişinde taraflılığın, yanlılığın kendini ortaya koyduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu anlamda, Batı dünyasında yani, Avrupa ve Kuzey Amerika’da yazılı, görsel, sosyal tüm formları ile medyanın Filistin’e yönelik söylemlerinde, tarafgirlikleri, önyargıları, gizli/açık gerçekleri örtbas edişleri vb. hususların, giderek daha fazla bir şekilde gündeme gelmesinin kendi içinde anlaşılır bir yanı var.

Nihayetinde, Filistin toprakları, bu toprakları, Yahudi yerleşimcilere açılması, bu süreci yönetenlerin temelde Siyonist ekibin olması vb. tümü birden, Batı’da basın dünyasından bağımsız değildir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Batı ülkelerinde, Avrupa ve Kuzey Amerika’da yayınlanan önde gelen basın aygıtlarının Filistin topraklarını, Yahudi yerleşimine dönüştürülmesinde sağladığı yumuşak güç bugün kendini çok daha fazla hissettiriyor.

Bunun, gayet pratik bir nedeni bulunuyor.

Küresel bir aygıt

Geçmişte, basın ve basının ulaştığı alanların sınırlılığı ile günümüzde, -haddi zatında, 1980’lerden itibaren gelişme gösteren küreselleşme arasında bariz bir ayrışma var.

Batı basını, 1980 öncesinde güçlüydü…

Ancak, 1980 sonrasında, daha da güçlü hale geldi…

Filistin olgusunun gündeme gelmeye başladığı yıllara yani, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarına bakıldığında, Batı basınının yine güçlü olduğu görülür.

Öyle ki, 19. yüzyıl ortalarından itibaren sömürge topraklarından Avrupa başkentlerine çekilen denizaltı kablolarıyla haber akışı, kadar sömürge yönetimini de, plânlayan ve uygulayan bir ‘aklın’ varlığı ve bunun hizmet ettiği ya da bunun sonucu olan basının egemen yapısı da, bir vakıa olarak ortadaydı.

Bugüne geldiğimizde, basın dünyasının dünya çapında yaygınlaşması ve birkaç on yılda, dünyanın önemli bir bölümünün adına, ‘sosyal medya’ denilen aygıtla haşır neşirliğinin oluşturduğu bir yoğunluk hiç kuşku yok ki, Filistin sorununun da, küresel kamuoyuna aktarılış ve tüketiliş biçimlerinde belirleyici oldu ve olmaya devam ediyor.

Basının ve özellikle de, Batı basınıyla ilgili bu durum ve değerlendirmenin, hiç kuşku yok ki, yaşadığımız dönemde basının küreselleşmiş boyutu ve etkisiyle, daha da önem kazandığı ve bu nedenle, eleştiriyi -hiç kuşku yok ki- hak ettiği görülüyor.

İçerik ve zihniyet

Bunlara ilâve olarak, basınla ilgili gelişmelere dair şunu ifade etmekte yarar var…

Basın kurumunun, kendine ‘haber niteliği’ olduğu iddiasını gündeme getirmesiyle haber niteliği olan olguları toparlama, bir araya getirmesiyle sınırlı olmayan bir boyutu bulunuyor.

Bu boyut, elde edilen ham verinin işlenmesi yani, analizi ve yorumlanmasıyla haberin, kendisine ulaştırıldığı okuyucu üzerindeki nüfuz alanının gizli/açık tam da kendini oluşturuyor.

Bu durum, Batı’da üretilen haberlerin konu, Müslüman toplumu ilgilendiren hususiyetler olduğunda sadece, Filistin meselesi bağlamıyla sınırlı olmayan aksine, belki de, tüm alanlara özgü bir ‘yapılaşmayla’ karşımıza çıktığını söylemek gerekir.

Bunun yanı sıra, basın denilen kurumsal yapının, Müslüman toplum ürünü olmadığı, üstüne üstlük tarihsel kronolojik bağlam dikkate alındığında, epeyce geç denilebilecek bir zaman dilimi sonrasında, Müslüman dünyanın basın denilen olguya yakınlaşmaya başladığını tarihi bir veri olarak ortaya koymakta yarar var.

Müslüman toplumlar ve basın

Bu durum, kabaca ifade etmek gerekirse, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Fas’dan Malay Takımadaları’na değin, adına Müslüman coğrafya denilen bütünde basının gelişimi, hiç kuşku yok ki, Batı’ya bağımlı bir sürece tekabül eder.

Müslüman toplumların yoğunlukta olduğu bölgelerde gazete ve diğer süreli yayınların hayata geçirilişinde dahi sömürge yönetimlerinin doğrudan veya dolaylı etkileri dikkat çeker.

Bu durum, Müslüman bireylerin ve kurumların, basına ilgi göstermedikleri anlamına gelmiyor. Bu konuda ele aldığımız akademik çalışmalara bakılabilir.

Bununla birlikte, Müslüman toplumların haber kaynakları konusunda Batı basın evrenine bağımlılıklarının sadece, 19. yüzyıl ikinci yarısıyla sınırlı olduğunu söylemek güç.

Bugün, basın dünyasının tecrübe ettiği süreçlere yakından ve dikkatlice bakıldığında, adına Müslüman denen bireylerin, grupların, kitlelerin ürettiği ve tükettiği basın ürünlerinin merkezinde Batı enformasyon üretiminin olduğu açıkça görülecektir.

Bu bağımlılığın sadece ‘teknik’ ve ‘teknolojik’ boyutta olmadığı, içerik, enformasyon ve nihayetinde, bilgi üretimine doğru giden bir yapısallık boyutunda kendini ortaya koyduğuna kuşku yoktur.

“Öteki” basın

Basının gelişimine dair bu gayet kısa açıklama ile söylemek istediğim, Müslüman dünyada basının gizli/açık, bilinçli/bilinçsiz olarak, ‘Batı basını’nın uzantısı ve/ya bağımlısı olduğunu ortaya koymaktır.

Bunu aşma konusunda, yine tarihi süreçte bir bilinç hasıl olmuş olsa da, bugün dahi bunun üstesinden hakkıyla gelinebildiğini söylemek güç.

Yani…

Filistin konusunda Batı medyasının tutumu, sunumu, yaklaşımı ile gündeme gelen ve getirilen eleştirilere odaklanılırken, halkının kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu toplumlarda yöneticisinden muhabirine kadar çalışanlarının Müslüman kimliğini taşıyan tüm vechesiyle basın kurumlarının, Filistin konusundaki sunumlarındaki gerçeklik eleştirilmeye değer bir durum taşıyor.

Burada, Filistin konusunda bir tür seçiciliğin olmadığını söylemek istemiyorum.

Ancak, bu seçiciliğin bile sadece belirli ve bir anlamda, olan biten tüm küresel gelişmelerden bağımsızmış gibi ele alınan Filistin gibi bir olguya hasredilerek ortaya konması bile kendi başına bir sorun olduğuna işaret ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/filistin-sorununun-dogru-degerlendirilmesi-bati-medyasi-ve-otekiler-correct-assessment-of-the-palestine-issue-the-western-media-and-the-other/

23 Mayıs 2025 Cuma

Filistin sorununun doğru değerlendirilmesi / Correct assessment of the Palestine issue

Mehmet Özay                                                                                                                             23.05.2025

Filistin’de olan biten gelişmeleri anlamaya yönelik olarak yapılan çalışmalar özellikle de, kamuya açık toplantılarda dikkat çekilen hususların birbirini yineleyici boyutları bulunuyor.

Bu durum, Müslüman toplumların bu tür akademik ve entellektüel olması beklenen çalışmalarında, bir tür tıkanıklığın var olduğunu açıkça ortaya koymayı gerektiriyor.

Bu tıkanıklığın, bizatihi Filistin konusunda tarihsel gerçeklikleri ve neden-sonuç ilişkilerini değerlendirmeyle de ilişkisi bulunuyor.  

Bu yazıda, söz konusu bu çabaların neye tekabül ettiği ile, acaba gözden kaçan başka bir olgu veya olgular dizisi olup olmadığını kısaca ele alacağım.

Bu çerçevede, temel bir husus karşımıza çıkıyor…

Bu da, tarihi veriler konusu.

Bugün, Filistin konusunda sıklıkla gündeme gelen ‘sömürgecilik’ (colonialism) bağlamını, bu nedenle dikkatlice ele almak gerekir.

Kronoloji göstergesi

Gelişmeleri bu yönde değerlendirmemize neden olan husus, Filistin konusunu, belli başlı bir düzlemde görmek gerektiğinde 1968, 1948, 1917-1915, 1902 koşulları ile sıralanan özellikleriyle gündeme getirmekten kaynaklanıyor.

Tarihi geriye sararak gündeme getirmek istediğim, bu tarihi kronolojik gelişmelerin her birinin, Filistin konusunu anlamaya matuf yönleri olduğuna kuşku yok.

Bununla birlikte, var olan sorunu bir tür tekrarlar silsilesi olarak kayda geçirmek ile, “Acaba gözden kaçan başka olgular yok mu?” diye sormakta yarar var.

Alternatif

Bu, tarihi kronoloji üzerine temellendirilen Filistin okumasının bize, son yüzyılda olan bitene dair bir fikir verme niyeti ve amacı taşıdığı malum.

Ancak, bu son yüzyılın diyelim ki, sadece Filistin konusunda değil, genel itibarıyla ve bütünlüklü olarak Müslüman toplumlar çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir.

Nihayetinde, ilgili konuşmalarda, tartışmalarda karşımıza çıkan olgu, Müslüman toplumlardan bir toplum yani, Filistin ile sınırlı değil.

Belki kimileri, Mescid-i Aksa (Kudüs) üzerinden bir yönelim sergileyerek sorunun olağandışılığına vurgu yapabilir.

Evet, bunda haklılık payı yok değil…

Ancak, Mescid-i Aksa’nın varlığı, Müslümanlarla ilişkisi vb. hususlar dahi, son yüzyılda genel itibarıyla, Müslüman toplumlarda yaşanan değişimlerden uzak ele alınması mümkün gözükmüyor.

Bu nedenle, “son bir yüzyıl” söyleminin dışına çıkacak bir yaklaşım önerisini gündeme getirmek gerekir.

Sömürgecilik

Filistin’in, son yüzyılda karşı karşıya kaldığı sorunu açıklamada başvurulan kavramsal bir aygıt olarak ‘sömürgeciliğin’, bize anlatmak istediği husus oldukça önemlidir.

Müslüman toplumların, 20. yüzyılın geneli dikkate alındığında, sömürgecilik sürecini aşmış ve adına ulus-devletler denilen ve -kimi bölgelerde ve toplumlarda benimsenmesi problemli de olsa, ‘özgürlük’ olgusuna kavuşmalarını sağlamasının aksine, Filistin toprakları ve halkı aynı yüzyıl yani, 20. yüzyıl boyunca giderek artan bir şekilde sömürgeciliğe maruz kalmıştır. Vurgu bu…

Ve bu sömürgeciliğin, bu yüzyılın başlarından bugüne kadar giderek arttığı ve bugün, herbirimizin gözleri önünde cereyan eden gerçekliğinin, Filistin’i ortadan kaldırmaya matuf bir yönelim kazandığı da görülüyor.

Sömürgecilik olgusunun hatırlanması, gündeme getirilmesi oldukça önemlidir…

Çünkü, Müslüman toplumların bugün Filistin meselesiyle sınırlı olmayan aksine, diğer başka alanlarda da, gizli/açık karşı karşıya kaldıkları sorunların halen, sömürgecilik dönemiyle doğrudan ilişkisi ve ilintisi bulunduğunu fark etmemize ve yeniden ele almamıza olanak tanıyor.

1902 vurgusu

Yazının girişinde ortaya koyduğum, kronolojik akışın en sonunda yer alan 1902 yılı, bu anlamda önemlidir.

2. Abdülhamit dönemine vurgu anlamına gelen 1902 yılı, ‘Siyonist emeller’in pratiğe geçirilmesi önündeki bir kuvve olarak, bir tür zafer bir edasıyla ortaya konulmasına neden oluyor.

Bir tarihi veri olarak, 2. Abdülhamit dönemi gelişmesinde bir yanlışlık yok.

Ancak, gelişmeleri bu tarihi veri üzerine temellendirmek bizi, Filistin konusu ile doğrudan ilişkili kılınan sömürgecilik süreçlerini anlamamıza gizli/açık mani olmaya matuf bir yönü bulunuyor.

Evet, o dönem itibarıyla Filistin toprakları ve onu çevreleyen geniş bölge elden çıkmamıştır. Ancak, yönetim bağlamında zaafiyetlerin kendini çoktan hissettirdiği bir bölgedir.

Evet, doğru Filistin toprakları Siyonist emelleri tatmin edecek bir gelişmeye konu olmamıştır. Ancak, sömürgecilik süreçleri farklı bağlamı ile bölgede kendini hissettirmekteydi.

Bu yaklaşımda, sömürgecilik bağlamının, Ortadoğu ekseni ile sınırlandırıcı bir yönelim bulunduğunu söylemek gerekiyor.

İki temel açılım

Burada, yine analitik olarak, iki temel husus bulunduğuna işaret etmek istiyorum…

İlki, Filistinliler açısından ki, 19 yüzyılın son birkaç on yılında, “Filistinliler” diyebileceğimiz bir bütünlüklü toplumdan bahsedebilir miyiz yoksa, Osmanlı topraklarında var olan, yaşam süren Arap toplumumu demeliyiz… Biraz düşünmek gerekiyor…

İkincisi, Müslüman toplumların sömürgecilikle karşılaşmalarında kaybedilen önemli alanlardan, kanımca en dikkat çekici olanı, Malay coğrafyasındaki gelişmelerdir.

Bu yaklaşımın rasyonalitesi, Malay coğrafyasının sadece örneğin, Ortadoğu gibi ‘jeo-politik’ bağlamı olmadığı, aksine, bunun ötesinde, ‘jeo-ekonomik’ yönüyle, çok daha belirleyici bir boyutu bünyesinde taşıdığını unutmamak gerekir.

Bu coğrafi karşılaştırmanın dışında bir diğer husus, Sinositlerin güç aldığı Avrupa devletleri, özellikle de, siyasi anlamda İngiliz varlığının ve ekonomik anlamda diyelim ki, Hollanda’nın Malay coğrayfasındaki sömürgeciliği ve bunun, 19. yüzyıl boyutunda yüksek sömürgeciliğe evrilmişliği olgusudur.

Bu durum, Filistin özelinde Avrupa karşısında kaybedildiği belirtilen güç dengesinin Ortadoğu’da değil aksine, Malay coğrayfasındaki gelişmelerle bağlantılı olduğunu söylememizi gerektiriyor.

2. Abdülhamit özelinde, Osmanlı yönetiminin, siyonistler karşısında ortaya koyduğu yaklaşımın doğruluğuna kuşku yok.

Ancak, bu yaklaşımın sürdürülebilir ol/a/mamasında, siyonist yapılaşmaya destekleriyle ortaya çıkan İngiltere ve Hollanda’nın sömürgecilik süreçlerine ve dolayısıyla da, Malay coğrafyasına eğilmemiz bir sorunluluk arz ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/filistin-konusunun-dogru-degerlendirme-correct-assessment-of-the-palestine-issue/

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Keşmir sorunu / Kashmir issue

Mehmet Özay                                                                                                                             19.05.2025

Hindistan’a bağlı Jammu-Keşmir bölgesinde, 22 Nisan’da yaşanan saldırının ardından, Hindistan ve Pakistan arasında, bugüne kadar gelen çatışmacı eğilimin kendini gösterdiği bir süreç yaşanıyor.

Hindistan ve Pakistan arasında sınır güvenliği, ulusal güvenlik vb. bağlamda bir sorun olarak nükseden Keşmir bölgesiyle ilgili soruna, daha geniş bir perspektiften bakılmalıdır.

Bu noktada, Hindistan ve Pakistan arasında hangi ülkenin haklı, hangisinin haksız olduğu gibi ön belirlemeci bir duruş sergilemek yerine, tarihsel, sosyolojik ve siyasal gelişmeleri değerlendirmeye alan kapsamlı bir tutumun yerinde olacağına kuşku yok.

Keşmir siyaseti!

Öncelikle, soruna gayet temel bir açıdan yani, Keşmirliler bağlamında bakarak gelişmeleri anlamaya çalışmak mümkün...

İki farklı ulus-devlet çatısı altında yaşam süren ve yaklaşık yirmi beş milyon nüfusa sahip Keşmirlilerin, coğrafya olarak ikiye ayrılmış olmalarına rağmen, ortak bir siyasal hareket ve hedeften bahsedilemiyor...

Benzeri coğrafyalardaki ayrışma, farklılaşma ve hatta iç çatışma süreçleri olarak karşımıza çıkan yapının aynısı veya benzerinin, Keşmir içinde de olduğunu söylemek mümkün.

Bu durum, Keşmir toplumunun siyasal zaafiyetinin temel itibarıyla, tarihsel bir devamlılığının olduğunu ortaya koyuyor. 

Seçenek: “Biri ya da öteki”

Öyle ki, Hindistan ve Pakistan’ın 1947 yılı bağımsızlık süreçlerinde kendine, “biri ya da diğeri” çözümünün sunulmuş olması bile Keşmir siyasetinin, ne denli kendini ifade etmekten uzak olduğunun göstergesidir.

O dönem verilmesi beklenen cevapta gecikilmesi, bugün karşımıza iki ulus-devletin sınırları içerisinde iki bölge yani, ‘Özgür Keşmir’, ‘Jammu-Keşmir’ varlığını üretmiş durumda.

Bu çerçevede, bölge halkının aklının hâlâ 1947 yılı öncesinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ancak, ortada ne bunu aşabilecek bir siyasal ve toplumsal çözüm çabası, önerisi bulunuyor ne de, Hindistan ve Pakistan anlaşmazlığını ortadan kaldırabilecek, ‘bir iç siyasal çözüm’ üretimi Keşmirlilerden sadır oluyor. 

Bu ayrışmış yapının, halkının büyük bir bölümünü Müslümanların teşkil ettiği Keşmir toplumunun, varlık sorunu olduğuna kuşku yok. 

Bu cümleler, Keşmir’i ve/ya Keşmirlileri suçlayıcı mahiyet taşımıyor kuşkusuz ki...

Burada dikkat çekilmek istenen gerçek şu ki, bu ve benzeri temel yaklaşımlar ortaya konulmadıkça ve bunlardan hareketle çözüme dair bir süreç başlatılmadıkça, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilimi ne, dindirmek ne de, sona erdirmek mümkün olacaktır.

Uzun dönemli bakış

Bununla birlikte bu durumu, bugünün ya da yakın geçmişin bir ürünü olduğunu söylemek de güç...

Temelde, sorunun 19. yüzyıl ilişkilerine kadar geri götürülmesi gereken boyutunun, günümüz jeo-politik ve jeo-stratejik bakış açılarında ve/ya bunları ortaya koymaya çalışan çevrelerce ne denli dikkate alındığı ise kuşkulu.

Bunun dışında, Keşmir bölgesinin bugün ikiye ayrılmışlığı, Hindistan ve Pakistan bağımsızlıklarına giden 1947 öncesi süreçte neredeyse, tüm bölgeyi etkisi altına alan siyasal ve toplumsal kargaşayla başlatılmasını da doğru değerlendirmek gerekir.

1940’lardan 80’lere uzanan süreçte, Keşmir sorununun, Soğuk Savaş yıllarınının da etkisiyle, 1980’lerde yeniden ortaya çıkması ve sonrasında, zaman zaman parlayan ve bazı toplumsal ve tekil eylemlerle şekillenen bir vechesi bulunuyor.

Sürecin sonlarına gelindiğinde karşımıza, 2016 ve 2019 eylemleri geliyor. 22 Nisan 2025 gerilimi, son on yılı içini alan sürecin devamı mahiyetinde.

Ulus-devletçi çıkarlar

Karşımızda çatışmanın iki önemli aktörü Hindistan ve Pakistan’ın bütün bir bağımsızlık süreci boyunca kendilerini ‘çatışmaya odaklamış’ bir siyaset çizdiklerine kuşku yok.

Öyle ki, her iki ülkenin sahip olduklar nükleer varlıklarını, birinin diğeri üzerinde hegemonya teşkili üzerinde şekillenmiş olması sorunun salt Keşmir bölgesiyle de sınırlı olmadığının bir işareti gibidir.

Sanki, üzerinden iki ulus-devlet kendi ulusal güvenliklerini yapılandırmada Keşmir’i, Keşmir sorununu kullanışlı bir aygıt olarak ortaya koyuyor.

Hindistan, uzunca bir dönem önce yazıldığı üzere, Jammu-Keşmir’de bir Keşmirli’ye dört Hindistan askeri olacak şekilde bölgeyi militarizasyon kapanına almasını ile Pakistan, ‘Özgür’ denilen Keşmir’de bizatihi, Keşmirlilerin kendi siyasal geleceklerini tesisde gerekli adımları atamamış olmasını birarada değerlendirmek gerekiyor.

Keşmir konusunda dikkatle ele alınması gereken husus, yazının başında da dile getirdiğim üzere, kolaycı bir yaklaşıma kapılmadan bir ülkenin haklılığı diğerinin haksızlığı üzerine bina edilemecek bir durumun olduğudur.

 https://guneydoguasyacalismalari.com/kesmir-sorunu-kashmir-issue/

14 Mayıs 2025 Çarşamba

Trump, Ortadoğu ve barış / Trump, the Middle East and peace

Mehmet Özay                                                                                                                             14.05.2025

Trump, Ortadoğu’da...

Devlet ve hükümet başkanlarının, göreve gelmelerinin ardından yaptıkları uluslararası resmi ziyaretler, genel itibarıyla önemli bir ittifakı sembolize eden veya son derece stratejik öneme sahip ülkelere yapılır.

ABD başkanı Donald Trump’ın, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine yaptığı resmi ziyaretlerin bu anlamda, neye tekabül ettiği üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

Belki de, ilk söylenmesi gereken husus, Trump’un, Beyaz Saray’da göreve geldiği 20 Ocak gününden bu yana, gümrük vergileri üzerinden küresel çapta geliştirdiği ve belki de, ‘ticaret şantajı’ olarak adlandırılabilecek gelişme sonrası, ABD dış ilişkilerinde reel ticaretin ilk adımını atıyor oluşudur.

Trump’ın, Suudi Arabistan ve Körfez gezisini bu şekilde değerlendirmek mümkün.

Yeniden tasarım

ABD yönetimi, ticaret savaşlarında -daha önceki yazılarda dile getirdiğim üzere-, aşırı gümrük vergilerini ‘makul’ düzeylere indirmek suretiyle, ilgili ülkeleri anlaşma masasına çekmeyi başarırken, bu sefer Ortadoğu ziyaretleriyle bölgenin yeniden tanzimi konusunda adımlar atıyor.

Bu anlamda, Trump’ın bölgeye ilk ziyaretini Suudi Arabistan’a yapıyor oluşu hem, ‘ittifak’ hem de, ‘ticaret’ ilişkisinin aynı anda var olduğunu ve de geliştirilmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Uluslararası gözlemcilerin dikkat çektiği üzere Trump, tıpkı ilk başkanlık döneminde olduğu üzere, ilk resmi ziyaretini Suudi Arabistan’a yapması, bunun gelişigüzel seçilmiş bir ülke olmadığına işaret ediyor.

Barış normu

Trump’ın ticaret eksenli bu Ortadoğu gezisinin, benzeri küresel öneme sahip siyasi liderlerin ziyaretlerinde olduğu gibi bölgenin barış normlarına bir etkisi olup olmayacağını da sormak gerekir.

Ziyaret edilen bölgenin Ortadoğu oluşu, aynı zamanda akıllara, hiç kuşku yok ki, ‘bölgesel barış’ gibi en azından, neredeyse 20. yüzyılın başından bu yana, hiç bitmeyen savaş-barış dikotomisinde bir gelişme olup olmayacağı sorusunun da gündeme gelmesini sağlıyor.

Nihayetinde, küresel bağlamda çatışma söz konusu olduğunda sürekli gündemde yer işgal eden bölgenin Ortadoğu olması, küresel güç Amerikan’ın anlamlı bir adım atmasını da zorunlu kılıyor.

Suriye’ye resmiyet

Bu noktada, iki temel açılımın öne çıktığı gözlemleniyor.

İlki, Trump’ın Filistin’deki gruplarla ilgili açıklaması; ikincisi ise İsrail’in Filistin’e yönelik yeni saldırıları. Koordineli olarak gerçekleştirilen bu iki olgunun, aynı hedefe hizmet etmekte oluşunu unutmamak gerekir.

Bu iki olguyu destekleyici mahiyette, bir diğer dikkat çekici gelişme ise Suriye ulus devletinin başında bulunan Ahmad al-Sharaa’nın, Suudi Arabistan’da Trump’la ‘görüştürülmesidir’.

Bu durum, iç içe geçmiş unsurları bünyesinde barındıran siyasal bir duruma tekabül ediyor.

Öyle ki, Trump’ın ülkesini derleyip toparlamaya çalışan Ahmad al-Sharaa ile ‘nezaket’ eksenli bir görüşme yaptığı söylenebilir. Ancak bu görüşmenin başka içerikler taşıması da mümkün...

Bu noktada, geçen on yıllar hatırlandığında, söz konusu bu görüşmenin yukarıda, Filistin’e yapılan vurguyu tamamlayıcı mahiyette olduğuna kuşku yok.

Bunun yanı sıra, Suriye’ye yönelik yaptırımların kalkması ve diğer ülkelerin bu anlamda teşvik edilmesi, yeni bir Suriye tezinin gelişmekte olduğuna işaret ediyor.

Bu durum, yeniden ‘inşa edilmekte’ olan Suriye’nin sadece, ABD tarafından tanınırlılığını ortaya koymuyor, aynı zamanda küresel bir lider olarak Trump’ın, diğer bölge ülkelerini de, Suriye’deki yeni rejimi tanımaya davet ediyor.

İran

Trump’ın söylemi ve Suudi Arabistan, ve Körfez ülkeleri -en azından bazılarının- açıklamaları, İran’ın da Ortadoğu’ya getirilmek istenen yeni tasarımda yeri olduğunu ve ABD – İran ilişkilerinin yeniden başlatılacağını gösteriyor.

Trump, henüz İranlı bir yetkiliyle yüz yüze görüşmemiş olsa da, taraflar arasında görüşmelerin oludğu anlaşılıyor.

Tüm bu söylem ve eylemleri, adına İslam coğrafyası denilen Ortadoğu’da merkezi -ya da merkeze yakın- nitelikleri ile öne çıkan ülkelerle ABD arasında yeniden kurulmakta olan, ya da ilerletilmekte olan- ilişkiler şeklinde anlaşılmaya müsait.

Trump’ın bu gezi sayesinde iç politikaya yani, ABD toplumuna verdiği mesaj ise, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ticaret ve yatırımlarıyla, ‘Önce Amerika’ olgusunun giderek güçlü bir şekilde desteklendiği şeklindedir.

Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin Trump’ın gezisinden ne edindikleri ise ayrı bir soru olarak ortada duruyor.

Belki kısaca, İslam coğrafyasının sözde merkezini oluşturan bu ülkelerin ABD ile işbirliği geliştirmekten gayet memnun kalmalarının onlar için bir kazanım olduğunu söylemek mümkün.  

11 Mayıs 2025 Pazar

Osmanlı Devleti egemenliğini nasıl kaybetti? / How did the Ottoman State lose its sovereignty?

Mehmet Özay                                                                                                                             12.05.2025

Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığının sona ermesi meselesi bugün, çeşitli vecheleriyle kendini hissettiriyor…

Bu durum, bize tarihi geçmişe yeniden bakma ve olan biteni yeniden yorumlama imkânı tanıyor.

Bunun, bir imkândan ziyade, bir tür zorunluluk olarak gündeme getirilmesi de diyebiliriz…

Ya da, belirli çevreler, Osmanlı varlığının sona ermesi üzerinden bazı açıklamalarla, bu siyasi bütünün bugüne nasıl etki ettiği konusunu, suni, yüzeysel ya da gerçekçi bağlamlarda ortaya koymaya çalışıyor şeklinde de anlaşılabilir.

Bu noktada, Osmanlı’nın nerede kaybettiği sorgulaması yapılırken, cevabın ‘yakında’ değil, ‘uzakta’ olduğunu hatırlatmak ve vurgulamak gerekir.

Burada hemen cevabı vereyim…

Osmanlı’nın siyasi varlığını kaybetmesi, Hint Okyanusu sınırlarında gelişmelerden dolayıdır.

Bir diğer ifadeyle, Osmanlı’nın siyasi varlığını kaybetmesi, Hint Okyanusu merkezli gelişmelere karşılık verememesinden ötürüdür.

Bu gelişmenin somut yönü ise, Açe Devleti’nin Osmanlı’yı Hint Okyanusu’na, ‘her açıdan davetine’ Osmanlı siyasi elitinin kararsız, tarafsız, belirsiz yaklaşımında kendini ortaya koymuştur.

 Avrupa mı, Hint Okyanusu mu?

Osmanlı’nın, nerede ve nasıl kaybettiği tartışmaları ne, Osmanlı içerisindeki siyasal, ekonomik, sosyal yozlaşmalarla ne de, Orta Avrupa fetihler serüveninin doğal sınırlarına ulaşmasıyla ne de, Avrupa’nın kendine gelerek Osmanlı’ya karşılık vermesi ya da tarihsel bir şansla açıklanabilir.

Bu yaklaşımları, bir an için bir kenara bırakıp, farklı bir alana, ‘uzak’ta bir alana bakmakta yarar var.

Öyle ki, Osmanlı ve Müslüman toplumlar bağlamında değil, küresel olarak gelişen ve değişen bir tarihsel sürecin Osmanlı’yı nereye süreklediğini rasyonel bir şekilde açıklamamıza el verecek bulgular, metinler ve bunlar üzerinden geliştirilen yorumlar mevcuttur.

İki temel süreç: 1453 ve 1517

Osmanlı’nın, siyasi bir bütün olarak kendini ortaya koymasında, 29 Mayıs 1453’le İstanbul’un fethiyle belirlenen boyutunu destekleyici olarak, 1517 Ekim’inde Kahire’ye girilmesinin başat bir yönü bulunur.

Bu iki gelişme, Osmanlı’nın siyasal ve askeri yükselişini gerçekleştirmede, iki önemli parameter olarak dikkat çeker.

Hem, İstanbul -ki sonradan ‘İslambol’ olarak adlandırılmıştır- hem de, Kahire bu anlamda, Osmanlı’nın Doğu toplumlarıyla ilişkisini ya da Doğu toplumlarında Osmanlı algısının oluşmasını sağlayan önemde unsurlardır.

Her ne kadar, Bizans başkenti Constantinople, Doğu Roma niteliğiyle Batı Roma’nın ve de dolayısıyla, Avrupa’nın dini-siyasi ve kültürel dinamiklerinin temsilcisi olsa da, Osmanlı’nın Bizansa yönelik siyasi ve askeri egemenlik tesisi süreçlerinde Avrupa monarşilerinin belirsiz, muğlak tutumu ve siyaseti temelde Contantinople’un sanıldığının aksine, pek de öyle, Avrupa’nın yakınında hissedilebilecek bir yer olmadığına işare eder.

1453’de Contantinople’ın alınarak, ‘İslambol’a dönüştürülmesinin Doğu’da yani, Müslüman toplumlardaki yansıması, bugünkü modern Müslüman toplumlar arasında -halen- var olan ve bir şekilde devamlılık arz eden algıda kendini ortaya koyar.

1517’de Kahire’nin alınışı ise, Osmanlı’nın doğuyla bütünleşmesinin bir gereği olduğu gibi, ‘din’le ve de geniş Müslüman toplumlarla bütünleşmesi anlamına geldiğine kuşku yoktur.

Burada, Osmanlı siyasi elitinin, halifelik kurumunu benimseyip benimsemediğini, teo-politik olarak bu gelişmenin neresinde bulunduğu ya da işine geldiği zaman mı bu kurumun yükünü üstüne aldığını ya da almadığını tartışmayacağım.

Ancak, Kahire’nin alınışı, tarihsel kronolojik olarak Emeviler, Abbasiler, Memlukler üzerinden gelişen siyasal varlığın, Kutsal Topraklar üzerinde kurduğu ‘korumacılığı’, belki, -Osmanlı algısından bakıldığında- ‘hizmetkârlığı’, Osmanlı’ya devri anlamına gelmesiyle bütünlüklü bir yapı sunar.

Yine, tıpkı, Constantinople’ın alınması ve İslambol yapılmasında olduğu gibi, Osmanlı’dan bağımsız gelişen bir tarihsel sürecin Kahire üzerinden, Kutsal Topraklar’da ‘hizmetkârlığı’n -özellikle de, Doğudaki- Müslüman toplumlarda doğurduğu yeni bir siyasal algının oluşumuna hizmet ettiğine kuşku yok.

Bu durumu da yine, günümüz Doğu Müslüman toplumlarının halifelik kurumuna yönelik geliştirdikleri algı ve bu kurum üzerinden geliştirdikleri düşünce yapısına bakarak bir ölçüde de olsa, bu tarihsel ilişkiyi kurmak mümkün gözüküyor.

Doğu: Neresi?

Doğu’dan kastığımız, Avrupa’nın tarih bilincinde milattan önce başlayan ancak, en azından 2. yüzyılda, Ptolemy’den itibaren gelişme gösteren, 11. ve 12. yüzyıl Haçlı seferleriyle pekişen ve 15. yüzyıl sonunda Hindistan’a ulaşılarak perçinleştirilen Doğu yani, Hindistan ötesine gönderme yapıyoruz.

Bir başka ifadeyle, Malay Takımadaları’nda varlık süren Müslüman devletlerin İslamlaşma süreçleri ve bunu takip eden boyutuyla, Kutsal Topraklar ve çevresindeki siyasal ve entellektüel gelişmelere yakınlaşmaları Malay toplumlarının hem İstanbul hem Kahire süreçlerine yönelik ilgi ve yönelimlerini belirlemiştir.

Burada, Malay siyasal yapılarının kasıtlı ve bilinçli bir yaklaşımı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Ve bu durumun, Osmanlı’nın nerede kaybettiği meselesiyle doğruda ilişkisi vardır…

Osmanlı’nın siyasal varlığını yitirişi yakınındaki değil, uzağındaki ilişkilerle belirlenmiştir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Osmanlı’nın kaybedişi Doğu ile ilişkilerinden kaynaklanmıştır…

Bu, basit ve gelişigüzel ortaya konulan bir iddia değildir.

Aksine, uzun erimli tarihsel süreçlerde gerçekleşen gelişmeler, eldeki farklı kaynaklar ve sağlıklı ve rasyonel yorumlarla desteklenen bir yaklaşımdır.

Osmanlı’dan Doğu’ya

Osmanlı’nın İstanbul fethiyle Doğu toplumlarına örneğin, günümüz Batı Asya ve bir ölçüde Kuzey-batı Hindistan coğrafyasına fetihnameleri doğrudan veya dolaylı olarak ulaştırdığını söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, en azından, bölge tarihi kaynaklarına dayalı olarak söyleyebileceğim, bu sürecin Malay Takımadaları’na doğrudan ulaşan bir boyutu bulunmuyor.

Ancak, Kahire üzerinden Kutsal Topraklar’a egemen olan veya ‘hizmetkârlığı’nı edinen Osmanlı’dan Malay Takımadaları’nda Açe Devleti’nin haberdarlığının aynı yıl yani, 1517’de başladığını söylemek mümkün.

Bu yaklaşımda ne, tarihsel kronolojik olarak ne de, siyasal bilinç gelişimi noktasında şaşılacak bir husus bulunuyor.

Nihayetinde, Açe Devleti’nin bölgesinde yani, Kuzey Sumatra’da yeni kurulmuş bir devlet olmadığı, aksine 12. yüzyıldan itibaren bölgede var olan Samudra-Pasai Sultanlığı’nın devamı olması, her açıdan Malay dünyasındaki tarihsel sürekliliğe gönderme yapıyor.

İkincisi, Açe Devleti’nin yine, Samudra-Pasai döneminden ticaret, ekonomi ve kültürel bağlar noktasında Hindistan ile olan ilişkisi ve İslam’la ilişkisi noktasında Hicaz bölgesiyle irtibatının, Osmanlı’nın 1517 sürecinden haberdarlığında önemli iki alan olduğu ortadadır.

Açe’de siyasal bilinç

Tıpkı bölgedeki Müslüman olan ve olmayan diğer toplumlar gibi denizcilikle ve de ticaretle meşgul olan Açe Devleti’nin, Batı Avrupa denizci uluslarının öncüsü olan Portekizlilerin Hint Okyanusu’nun doğusuna yönelmeleriyle Osmanlı Devleti’ni Hint Okyanusu’na daveti gerçekleşmiştir.

Açe kaynakları, bu süreci işaret ederken, 1530’lara gönderme yapar…

Eldeki somut belgeler ise, Açe’den 1560’larda birkaç kez tekrerlanan elçi gönderme süreçleriyle, Osmanlı saray elitini Hint Okyanusu gelişmelerinden haberdar etmek kadar, bu gelişmelere doğrudan taraf olabilmelerini sağlayacak siyasi hamleyi yaptığını ortaya koyar.

Benzeri bir süreç, bundan üç yüzyıl sonra yeniden tezahür etmiştir.

19. yüzyıl koşullarında, Batı’da Kuzey Afrika’dan başlayarak Doğu’da Cava Adası’na kadar Batı Avrupa ‘yüksek sömürgecilik’ süreçlerine konu olduğu bir dönemde, aynı Açe Devleti’nin 19. yüzyıl ortasından yüzyıl sonuna kadar ki süreçte, -en az- üç kez Osmanlı başkentine gönderilen elçilerle, Osmanlı’yı bir kez daha ve tedrici olarak bölgedeki gelişmelerde aktif rol alması yönündeki siyasi davetini gerçekleştirdiğini hatırlamak gerekir.

Osmanlı’da devşirmelerin oluşturduğu siyasal elitinin aralarındaki iç çatışmalar, devletin Batı’ya yani, Avrupa’ya yönelik bir tür ‘siyasal obsessif’ haline gelen eğilimi, Doğu’yla temasta bilgi kaynaklarından yoksunluk vb. gibi birbiriyle ilintili pek çok olgunun birleşiminin neden olduğu bir tür siyasal kayıtsızlık, Açe Devleti’nin 16. yüzyıl ve 19. yüzyılda yaptığı siyasi, ekonomik davete cevaplar veril/e/memesi yıkımı getirmiştir.

Burada gayet dikotomik bir durum bulunduğunu fark etmek gerekiyor...

O da, Açe Devleti iki farklı yüzyılda uzun erimli bir tarihsel süreçte, Osmanlı ile ilişkisini devam ettirme siyasi basiretini gösterirken, aynı yüzyıllarda Osmanlı’nın, Açe Devleti’nin Hint Okyanusu’na davetine yönelik ilgisizliği giderek yerini, Batı Avrupa güçlerinin baskısıyla ilgi geliştirememesine neden olmuştur.

Buraya kadarki söylemde, uzun dönemli süreçte, Avrupalıların ne yapıp ne yapmadıklarına değinmedim…

Şu kadarını söyleyebiliriz…

Tarihsel süreçleri, farklı coğrafyaların ve farklı siyasal aktörlerin yapılaştırıcı kuvvetleriyle ele almak gerektiğinde, Osmanlı’nın Avrupa ile karşılaşmalarıyla, Avrupa’nın özellikle de Batı Avrupa’nın Hint Okyanusu süreçlerini merkeze almak yerine, bu süreçler bağlamında Hint Okyanusu bölgesine ve bu bölgenin siyasi aktörlerine dikkat çekmek gerekiyor.

Bu durum bize, bir açıdan son beş yüz yılı, bir diğer açıdan son bin yılı doğru yeniden nasıl değerlendirmemiz gerektiğine dair fikir veriyor.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/osmanli-devleti-egemenligini-nasil-kaybetti-how-did-the-ottoman-state-lose-its-sovereignty/