Mehmet Özay 08.03.2025
Bu görüşleri, iki temel eksende ele
almanın, mümkün olduğunu söyleyebilirim.
İlki, yeniden-dirilişçilik
çabalarının, 19. yüzyıl ikinci yarısı ile, o dönem ortaya çıkan iki temel ve
meşhur aktörle ilintili bağlamıdır.
İkincisi, yeniden dirilişçilik
talepleri ve arzularına rağmenile, böylesi bir dirilişçiliğe elverecek
toplumsal gerçekliğin var olup olmadığı meselesidir.
Süreklilik
Doğu’dan Batı’ya, Müslüman
toplumlarda ortaya konulan yeniden dirilişçilik olgusu, içerdiği tüm
unsurlarıyla beraber, bir kurtuluş reçetesi olarak sunulan, -veya, belki de,
tekrarlanır bir şekilde (recurring) halen sunulmayı bekleyen- bir sürece
tekabül ediyor.
Burada, şu hususa açıklık
getirmekte yarar var.
Söz konusu yeniden dirilişçilik kavramı,
İslam tarihinin bir anında, bir
döneminde ortaya çıkıp sonrasında unutulmuş ve önemini yitirmiş bir olgu
değildir.
Buna ilâve olarak, dirilişçilik
olgusunu 19. yüzyıl yüksek sömürgeciliğine temellendirmenin de önemli bir
yanlışa tekabül ettiğini söylemek gerekiyor.
Aksine, yeniden dirilişçilik olgusu
ve bu olgu üzerine geliştirilen düşüncelerin, her dönemin kendine özgü toplumsallaşmanın
getirdiği değişimler nedeniyle, İslam tarihinin neredeyse her önemli döneminde,
her daim güncel ve gündemde olduğuna kuşku yok.
19. yüzyıl saplantısı
Bununla birlikte, bu olgunun ortaya
çıkışını 19. yüzyıl ikinci yarısı koşullarına bağlayıp, o dönemin ilgili
aktörlerini de, Cemaleddin Afgani ve öğrencisi ve ardından, -ve bir şekilde
muhalifi diyebileceğimiz, en azından metodolojik olarak ondan ayrıştığına kuşku
olmayan-, Muhammed Abduh üzerinden temellendirmenin bizatihi kendisi, yeniden ele
alınıp değerlendirmeyi gerektiriyor.
Bu iki ismin yanı sıra, aynı
dönemde, farklı coğrafyalarda da, dini dirilişçilik olgusu farklı sosyolojik ve
dini olgularla ortaya koyan isimler olduğu görülür.
Afgani ve Abduh -ve de diğerlerinin
oluşturduğu, dini-siyasi aktörlerin yeniden dirilişçilik bağlamında ortaya
koydukları çabaları, yaşadıkları dönemin açmazları, bunalımları ve de sorunları
karşısında, ürettikleri görüşler olarak kabul edilebileceği ilk elden dikkate
almak mümkün.
Ancak, Müslüman toplumların hem, coğrafi
hem de, kültürel farklılaşmaları karşısında özellikle, salt Afgani ve Abduh
gibi iki dini-siyasi aktör üzerinden, yeniden dirilişçiliği temellendirme
çabalarının, birbirinden ayrışan toplumsal gerçekliklerle belirgin bir
çatışmayı da beraberinde getirdiğine kuşku yok.
Bu noktada, ‘sömürgeciliği’ merkez
bir gelişme olarak ele alıp, buna yönelik üretilen çabalarda benzerlik kurma
çabası bile kanımca yanlış bir bakış açısının ürünüdür.
Bununla söylemek istediğim,
sömürgecilik süreçlerinin farklı Müslüman coğrafyalarda farklılaşan şekillerde
kendini ortaya koyduğudur.
Genellemecilik
Bu iki aktörün, büyük bir genelleştirmeciliğe
yönelmek suretiyle-, dönemlerindeki tüm Müslüman toplumların sorunlarını
anladıkları, bu sorunlara yol açan nedenleri gözlemleyip analiz ettikleri,
ilgili toplumlarda yer alan siyasi, dini ve entellektüel aktörlerle ortak bir
akıl üzerinden bir anlaşmaya vardıkları vb. süreçlerin oluştuğunu söylemenin ne
kadar mümkün olduğu hususu tartışmaya açıktır.
Böylesi bir konsensustan bahsetmek yerine,
aksine, bu iki aktörün dönemlerinde öne çıkan ve kendini, ‘yüksek sömürgecilik’
olarak ifşa eden toplumsal ve siyasal gerçeklik üzerine geliştirdikleri
düşüncelerinin, birkaç aşamada veya süreçte yaygınlaştığına tanık olunur.
Bunlardan ilki, yakın
çevrelerindeki bağlıları, müridleri vs.’dir.
İkincisi, dönemin elverdiği ve
Batı’dan devşirilme ve hatta, Batı modernleşmesinin kalbi olan Paris’te -çok
kısa bir süre- yayınlanma olanağı bulan gazetelerinin (urvat’ul vuska) ulaştığı
coğraflarda oluşturduğu kabul ve reaksiyondur.
Bu iki aktörün, ele aldıkları, söz
konusu bu toplumsal ve siyasal gerçekliği de seçmeci (elective) bir
yaklaşımlar yaptıklarını da vurgulamak gerekir.
Özellikle de, Afgani bağlamında
genişlemekte olan sömürgecilik sürecini karşılamaya matuf bir tür Pan-İslamcı
tutumun geliştirilmesidir.
Abduh özelinde ise, Müslüman
toplumların geri kalmışlıkları, -ki bunun sömürgeciliğe neden olan önemli bir
neden olarak ortaya çıktığını yabana atmamak gerekir-, karşısında ‘eğitim’
süreçleriyle her şeyin yerli yerine oturtulacağı kanaatidir.
Buradaki ‘eğitim’den kasıt da,
içinde -yeniden ele alınabilirlikleri noktasında, klasik İslami bilimlerin de
olduğunu göz ardı etmemekle birlikte, ağırlıklı olarak İslam ile bilim ile Müslüman
toplumlarda eğitim özellikle de, ‘modern’ eğitim olgusununbaşat bir yere sahip
olduğu hususudur.
Toplumsal gerçeklik
Buradan, konunun diğer vechesine
bakmakta yarar var...
Öncelikle şunu hatırlamak gerekir
ki, ‘toplumsal gerçeklik’ kavramının, belirli kesimler nezdinde rahatsız edici
bir yönü olduğuna kuşku yok.
Ancak, din’in kendisine yöneldiği
insan toplumlarının içinde bulundukları koşulları oluşturan tüm şartları
dikkate almak kaydıyla, ‘toplumsal gerçekliğin’ yabana atılır bir yönü olmadığı
anlaşılacaktır.
Diğer vecheden kasıt...
Giriş’te bahsettiğim hususlardan
ikincisine yani, yeniden dirilişçilik talepleri ve arzuları ile, olası bir
dirilişçiliğe elverecek bir toplumsal gerçekliğin olup olmadığı hususu...
Bu durum, temelde yukarıda ilk
bölümde, Afgani ve Abduh çerçevesinde dikkat çekmeye çalıştığım hususla
yakından bağlantılıdır.
Bu hususu, hipotetik bir
yaklaşımla, soru formunda gündeme getirebiliriz.
Diyelim ki, 19. yüzyılda ‘yüksek
sömürgecilik’ şartları gelişmemiş olsaydı ve bu sömürgecilik vasıtasıyla da,
Müslüman toplumların ‘sömürgecilik modernleşmesiyle’ karşılaşması gündeme
gelmeseydi, ilgili Müslüman toplumların ‘dirilişçiliğe’ ihtiyaç duymayacakları
söylenebilir mi?
Bu soruyla -ve buna
eklemlenebilecek bir dizi soruyla- kasıt, Müslüman toplumların dirilişçiliğinin
önündeki engelin bizatihi dış bir faktöre, örneğimizde görüldüğü üzere
sömürgeciliğe tekabül etmesinin dışında başka, -örneğin iç nedenler gibi,
olguların olup olmadığı düşünülemez mi?
Kanımca, elimizde, bunun
sağlamasını yapmaya elverecek epeyce malzeme bulunuyor...
19. yüzyıl
toplumsal gerçekliğini tecrübe eden ulema sınıfı içerisinden şahısların dile
getirdiği “İslamın terakki ve ıslahına mani’ olmadığı yönündeki görüşleri ve
hatta iddialarınına karşılık, Afgani ve de özellikle, Abduh’un model almak
istediği Batı modernleşmesi karşısında, Müslüman toplumların bugüne kadar niçin
benzeri bir çaba ve sonucu ortaya koyamadıkları sorunu halen gündemimizde
önemli bir yer işgal ediyor.
Öyle ki, 19.
yüzyıl ‘yüksek sömürgecilik’ dönemi sona ermesine, milli bağımsızlıkların
kazanılmasına, İslam’ın siyasi, ekonomik, kültürel birliğini tesise yarayacak
araçların, kurumların varlığına vb. rağmen, Batı modernleşmesine benzer bir
sürecin hasıl olmamasının nedenlerini, sadece 19. yüzyıl söylemlerine dönerek
değil, daha önceki süreçleri yeniden ciddi bir şekilde ele almakla
anlaşılabileceğini söylemek gerekiyor.
Dönemin İslam Dünyası dergisi, “... Mısır uleması İslamiyyesinden Merhum Şeyh Muhammed Abduh ve Kasım Emin Efendiler hayli işler yaptılar. Mısır’ın terakki perveri matbuatı bütün alem-i islamda rehber rolü oynamaktadır” söylemine ... ve de buna ilâve olarak, Rusya Müslümanları arasında önemli bir yeri olan bir düşünürün, “... İslam ve Terakki namında Rusça yazdığı risalesinde, din-i islamın terakkiye fünuna mani olmadığını ayet kerimeler ile isbat etmiştir”[1] yaklaşımlarına rağmen, karşımızda bir yandan, karşı çıkılan öte yandan, ulaşılmak istenen Batı modernleşmesinin Müslüman toplumlarda gerçekleşmemesi önemli bir araştırma sorusudur.
[1] “İslam aleminde yeni Cereyan”. (1913). İslam Dünyası,
6 Rebiul Ahir 1331, Cumartesi, Aded 1, s. 15
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder