26 Kasım 2012 Pazartesi

Obama’nın Myanmar Ziyaretinin Anlamı


Mehmet Özay                                                                                                                 15 Kasım 2012
Barack Obama'nın ikinci başkanlık süreci sembolik anlamı oldukça güçlü ve Amerika'nın gelecek dönemde materyalize edilebilecek en önemli dış politikalarından birine kapı aralamaya matuf bir geziyle başlıyor. Obama'nın 19 Kasım'da Myanmar'ı ziyaret edecek olması, Amerikan tarihinde bir ilk özelliği taşımasıyla gezinin sembolik anlamını ortaya koyuyor. Birkaç yıl önce, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un kaleme aldığı bir makalede ilân ettiği Asya Yüzyılı'na Amerikan yönetiminin geçen süre zarfında giderek artan bir şeklide önem vermesi, belki de Amerika seçimlerinde Obama'ya yönelen ilginin etkin faktörlerinden biri olarak zikredilmeye değer. Ortadoğu, Afganistan savaşlarından sadece psikolojik olarak etkilenmemiş, aynı zamanda, doğrudan ekonomiye etkisini de hayatlarında birebir tecrübe eden Amerika halkının, yönetimin yeni dış politikasının aynı oranda psikolojik ve de ekonomik cazibesine karşılık vermesi oldukça rasyonel bir çıkış gibi duruyor.
Peki Myanmar açısından bu ziyaretin anlamı nedir? Aşağıda değineceğimiz üzere, 1948'deki bağımsızlığın ardından, dönemin Başbakanı U Nu'nun önderliğinde, Soğuk Savaş'a taraf olanların baskılarına boyun eğmeyerek 'Bağlantısızlar Grubu'nun önemli üyeleri arasında ve bu anlamda 1955 Bandung Konferansı girişimcileri arasında yer almış olan Myanmar, ancak aradan geçen süreçte ve  de özellikle de son gelişmeler ışığında bakıldığında, kendi iradesinden daha çok dünyanın güç odaklarının yönlendirmesine konu olan bir ülke profili çiziyor.
Modern dönemde, Amerika'nın Myanmar'la olan ilişkilerinde dikkat çeken bir hususu hatırlatmakta fayda var. 1960'dan itibaren kendini dışarıya kapatmış Myanmar, 1970'li yılların ikinci yarısı, kalkınmış ülkelerin ilgisine giderek daha yoğun bir şekilde mazhar olurken, sosyal ve ekonomik geri kalmışlığın aşılmasında Dünya Bankası'nın ve Japonya, Almanya, Fransa, Avustralya, Kanada'nın yanı sıra ABD'nin  girişimleri sermaye aktarımı, dış teknik yardım ve ekipman desteği şeklinde gündeme gelmişti. Ancak bu süreçte Burma yönetimi sosyalist ekonomi politikalarından taviz vermeme yaklaşımı, batılı kurumların ve ülkelerin 'yardım' programlarının palyatif bir düzeyde kalmasına neden olmuştu.
Amerika'nın Asya Açılımı'na dönerek son dönemdeki gelişmeleri irdelemekte fayda var. ABD'nin ASEAN ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) üzerinden bölgeye dair plânlamalarını, tekil bir girişim olarak Myanmar üzerinden girişimleri ucuz işgücü ve hammadde gibi klasik yatırım fonksiyonları ve 'henüz bakir bir pazar' niteliği taşıması bağlamında salt ekonomi alanı ile sınırlandırmak mümkün değil. Aynı şekilde, bu nüfuzun Hindistan ve Çin gibi iki önemli kültür havzasının etkisinde varlık sürmüş bölgenin, sömürgecilik dönemini paranteze alarak, uzun geçmişinde pek de görülmemiş önemli dönüşümlere ve değişimlere kapı aralayacağını da öngörebiliriz. Öncelikle bu unsurlardan ilkine göz atalım. Amerika'nın her nereye giderse oraya tüm değerleri ve projeleriyle eğildiği bilindiğinden, Myanmar özelinde de aynı yönelimin hakim olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Bu çerçevede, bir yandan Myanmar demokrasisini yoluna koymada 'destek' olurken, bunun karşılığı olarak da ekonomik işbirliği, özellikle de yatırımlar noktasında Çin ve de şimdilik arka plânda yer alan Hindistan'a karşı güçlü bir açılım olacağına kuşku yok. Bu gücün bölgedeki önemli destekçilerinin varlığı da unutulmamalı.
Obama'dan günler önce, Amerika Savunma Bakanlığı'ndan üst düzey yetkililerin ziyaretinde Amerika'nın 2013 yılı başlarında Tayland'da gerçekleştireceği "U.S.-Thai Cobra Gold" adıyla bilinen Asya'nın en önemli askeri tatbikatına Myanmar'ın gözlemci olarak katılımının hazırlıkları yapıldı. Bu katılımın birkaç anlamı var. İlki, Myanmar'ın son iki yılı bulan reform sürecine ABD yönetiminin üst düzeyde 'onay' ve 'destek' verdiğidir. Bir diğeri ise ABD'nin Güneydoğu Asya'daki aktif müttefik ülkelerine Myanmar'ın da katılması anlamına geliyor. Bu bağlamda, Cakarta'dan, Singapur'a, Kuala Lumpur'dan bir yanda Bangkok'a öte yandan Manila'ya çizilen ittifak haritasının Naypyitav'a ulaşması, Malaka Boğazı'ndan Doğu'ya doğru Sunda Boğazı üzerinden Güney Çin Denizi'ne bağlayan küresel öneme sahip su yollarını, bu sefer Malaka Boğazı'nın Batı'sından Bengal Körfezi'ne taşıma ve böylece bölgeyi bir çembere oturtarak koruma ya da savunma bloku oluşturması elbetteki gündeme getirilebilir. Bu Güneydoğu Asya ittifak blokunun öncelikli hedefi Çin'in kaçınılmaz ekenomik ve de territoryal genişleme siyasetini hedeflediği aşikâr.
Myanmar ordusunun da, kuruluşundan bu yana sürekli dış yardıma muhtaç olduğu dikkate alındığında, ordu üst düzey yönetiminin bu yeni gelişmeler ışığında Amerika'dan gerek teknik, gerek malzeme ve donanım desteği almaktan oldukça memnuniyet duyacaktır. Bu destek, Çin'den veya Kuzey Kore'den gelen yardımlarla kıyaslandığında büyük bir farkı ortaya koyuyor. O da, Amerikan'ın askeri desteğini sunmada cömert davranırken, karşılığında ülke ekonomilerini doğrudan etkileyen ve küresel pazar oluşumlarına şu veya bu şekilde katkı sağlayan söz konusu ülke vatandaşlarına, halklarına yönelik baskı, insan hakları ihlâlleri vb. olguları masaya şart olarak koymasında yatıyor.
Peki Çin bu gelişmelerden nasıl etkilenir diye de sormak gerekir. ABD-Myanmar ilişkisininin Çin'i etkilemesi 20. yüzyıl boyunca Çin'in Myanmar üzerinde oynadığı rolde elbette ki bir değişim anlamı taşıyor. Bu rol, Çin'in bir dönem siyasi ideolojisini ihraç edeceği bir arka bahçe niteliğindeki Mekong Vadisi Havzası'ndaki varlığını da etkileyebilecek boyutta. Bu ideoloji ihracı yerel komünist partiler üzerinden yürütülürken, öte yandan askeri ve ekonomik yatırım ve belli ölçülerde yaptırımlarıyla bölge ülkelerini kendine bağımlı kılma amacını taşıyordu. Bu ilişki, Myanmar ordusunun ülkedeki etnik azınlıklarla sürgit devam eden savaşında üstünlük kurmasıyla yakından bağlantılıydı. Kurulan ilişkinin 'tek boyutluluğu' Myanmar ordusunun Çin'e mutlak bağımlılığı şeklinde bir algıya yol açması nedeniyle, Amerika'nın bölgeye nüfuz çabasının dengeleyici rolü üzerinde duranlar da olabilir. Myanmar yönetimi her halükârda dışa bağımlılığın getirdiği sancıyı yaşamaya devam ederken, en azından yeri geldikçe kartları karma işinde bir rolü olmasının avantajını elinde tutacaktır.
Aslında Güneydoğu Asya özelinde gündeme gelin itiş kakış yeni değil. Öncelikle bunu ortaya koymakta fayda var. II. Dünya Savaşı öncesinin İngiliz Sömürge Krallığı'nın hakimiyet ve sorumluluk alanındaki bölge, savaş sonrasının şartları gereği yerini ABD'ye terk etmişti. Bölge ülkeleri, bir yandan komünist blogun kendi sahalarına doğrudan nüfuzunu engelleme adına ABD ve Batı ile stratejik ortaklıklarını sürekli gözetirken, aslında bir yandan da Çin'in giderek güçlenen ekonomik yapısının kapsam alanı içinde olmaktan da olabildiğinde istifade etmeyi amaçlıyorlardı. Bölge ülkelerinin siyaset ehlinin kabiliyetine bağlı olarak ABD ve Çin çekişmesinden azami ölçüde istifade edebildiklerini düşünmek bile mümkün. Bu anlamda ortaya çıkan üçlü ilişkinin, ki bu ABD-Çin ve bölge ülkeleri bağlamı olarak düşünüyoruz- tek yönlü, hiyerarşik değil, zamanla gelişen koşulların bir zorlaması ya da doğurduğu imkânlar ölçüsünde çok yönlü ve kapsamlı boyuta evrildiği yönündedir.
Bunca lafın ardından, sıra şu soruyu sormaya geldi: Acaba Obama'nın, yıllarca ABD öncülüğünde insan hakları ihlâlleri nedeniyle siyasi, ekonomik yaptırımlara maruz kalmış Myanmar'da son aylarda giderek daha çok görsel platformlarda yer alan Rohingya Müslümanlarının ahvaline dair bir çıkışı olacak mı? Bugün evleri yakılan, işlerlerine, okullarına gidemeyen ve tüm bunlara neden olarak da ülke vatandaşı olarak tanınmayan, bundan daha da önemlisi ülkenin 130 civarındaki etnik unsuru arasında yer verilmeyen Rohingya Müslümanlarının son derece plânlı programlı bir şekilde yurtlarından sökülüp atılmalarına Obama yönetimi nasıl karşılık verecek? Aslında Rohingya Müslümanlarının mağduriyetine yirmi yılı aşkın süre önce ABD nasıl karşılık vermişti sorusuyla başlamak gerekir. 1989'dan itibaren dönemin Myanmar hükümeti iç-göç programıyla Arakan Eyaleti'nde Rohingya Müslümanlarının çoğunlukta olduğu kuzey bölgelere Burma Budistlerini yerleştirme projesini 'başarıyla' yerine getirirken, yeni yerleşimlerin Müslümanlara ait evleri ve topraklarını gasp ederken ve nihayetinde zulmün doruğa vardığı 1991 yılında Myanmar ordusu marifetiyle 145.000 Rohingyalı Müslüman Bengaldeş'e zorunlu göçe tabi tutulurken ve tıpkı bugün yapıldığı gibi Budist Myanmar yönetimi Rohingyalıların 'dışarlıklı göçmenler' olduklarını, bu nedenle mal-mülk sahibi olamayacakları gibi Myanmar'da yaşamaya da yasal olarak haklarının olmadığı (Charney 2009: 184-5) iddiaları karşısında, ABD öncülüğündeki Batılı kurum ve kuruluşlardan bir tepki gündeme gelmiyordu maalesef. Şayet böyle bir tepki uluslararası kurumlar ve tekil ülkeler aracılığıyla –ki burada adına İslam ülkeleri denilen bütünü es geçmememiz gerektiğini belirtelim- ortaya konmuş olsaydı, son yıllarda Rohingyalıların teknelerle okyanusta ölüm/kalım mücadelelerine ve de son aylarda ana vatanlarında maruz kaldıkları katliamlara tanıklık etmeyecektik belki de.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder