8 Kasım 2012 Perşembe

Kalkınmacı Asya Modelleri ve Müslümanlar


Mehmet Özay                                                                                                                    5 Kasım 2012

Bugün Laos'un başkenti Vientiane önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. Mekong Nehri'nin suladığı vadinin yanı başındaki Vientiane'de başlayan 9. Avrupa Birliği ve ASEAN Zirvesi, Güneydoğu Asya'da yeni bir düzenin tesis edilmekte olduğunun güçlü işaretini veriyor. Mekong'dan bahsetmişken, sembolik olarak dünün Tuna'sını, Elbe'sini, Ren'ini ve de Volga'sını hatırlamamak mümkün değil. Herhalde Avrupalı yetkililer de otellerinin yanı başında akan Mekong için, yukarıda zikrettiğim Avrupa Nehirleri'nin geçtiği coğrafyaları şekillendiren gelişimçi süreçlerin hayalini kuruyorlardır.

Aslında, genelde Asya, özelde ASEAN'da kurulmakta olan bu yeni düzenin ayak izlerini Güney Kore'de, Singapur'da, Tayvan'da, Tayland'da vd. yerli hükümetlerin ve de özellikle "otokrat" liderlerinin son dönem kalkınmacı politikalarında görmüştük. Bu politikalar, bir anlamda, geçmişle, dolaylı olmasa bile, yüzleşme eğilimindeki siyasi elitin Batı'ya yönelik intikam hislerinden kaynaklandığı söylemek abartı olmayacaktır.

Bununla birlikte, bölgenin, sömürgecilikten emperyalizme evrildiği yılları içine alan yakın geçmişine dikkat çekildiğinde, kalkınmacılığın kökenlerinin temelde Batılı kalkınma paradigmalarının devamı mahiyetinde olduğunu ortaya koyacak gelişmelerin daha o dönemlerde temellerinin atıldığı da bir gerçek. Her ne kadar, söz konusu o dönemler, Batı'nın insan haklarını öncelleyen, ırk/din/dil ayrımcılığı kaldırmayı "model olarak" da olsa gündemine sokan, doğanın sömürülmesine "sözde de olsa" karşı koyma talebini dillendiren liberal demokrasisinin gün yüzüne çıkmadığı yıllar olarak hatırlansa da, kapitalizmin ulaşmak istediği hedeflerin aracısı olarak bölge kaynaklarının ve de insanlarının kullanılmasında pek de sınır tanınmadığı aşikâr.

Bugün bir yandan ASEAN içinde ortaya konulmaya çalışılan bölgesel güç tesisine yönelik emekleme çabaları, öte yandan, -her ne kadar tarihin değişik evrelerinde neşet eden ve yaşadığımız dönemde bir kez daha nüksettiğine tanık olduğumuz "çatışmacı yaklaşımlara" rağmen- Çin ve Japonya ekseninde ortaya çıkan ve devam eden süreç, Hindistan'ın sessiz sedasız yükselişi gibi siyasi ve ekonomik ögeler bölgenin Batılı ekonomi algısının izleğinde olduğuna dair ipuçları sunarken, Batılı değerleri yüksek sesle dillendiren en önemli araç konumundaki Avrupa Birliği, Asyalı ulusların artık "güçlü ekonomiler haline gelmesini", "yüzmilyonlarca insanı 'fakirlikten' kurtarmasını", "dünya sahnesinde öz-güven kazanımını" alkışlarken, aslında kendi kurmuş olduğu bir düzenin tesis edilmesini alkışlarken, ortaya çıkan gururdan haklı olarak kendisine pay çıkarıyor. Oysa ki, yeni güç paylaşımında ortada yeni aktörlerden ne kadar bahsedilebileceği şüpheli olduğu kadar, milyonlarca insanın fakirlikten kurtuluşundan mı, yoksa farklı bir safhaya geçen ilişkiler ağında yeni bir tür 'köleci düzenin' tesisinden mi bahsedilebileceği hakkıyla tartışılmalıdır.

Bu ekonomik atıfların yanı sıra, Batılı anlamda seküler güçlerin ve de bu güçlerin dozunu artıracak Budizm gibi "bu dünyacı, tanrısız" dinlerin desteğini alan iç dinamiklerin bu süreçlerdeki rolü yabana atılır cinsten olduğu söylenemez. Japonya'da hakim gelenekselci yaklaşım, "atom-bombası kompleksini" üzerinden atabilmek için sarıldığı "endüstrileşme" savaşında, ulaştığı kapitalizm seviyesiyle zaferini ilân ederken, aslında "teslim bayrağını" çektiğini gösteriyordu. Bugün, Çin'de yaşayan ve önümüzdeki birkaç ayda neşet edecek siyasi kadro değişimine odaklanan beklenti, Batılı ekonomik ve sosyal değerlerine eklemlenmede güçlü bir adım atacak lider kadronun oluşumu yönünde olacak. Tayland, Singapur, Taiwan gibi "orta yolcu" Budizm ve Konfüçyüscü değerlere bağlı toplumlarının kapitalizmin hangi "orta yoluna" denk gelecek atılımlara imza attıkları ortadayken, sırada Myanmar'ın, Vietnam'ın, Laos'un dönüşümü ve değişiminin kimlere hizmet edeceğini tahmin etmek güç değil.

Bu geniş fotoğraf içerisinde tüm çekincelere rağmen, kendi has bir yeri olduğunu düşündüğümüz bir İslam coğrafyası var ki, oynayabileceği rol ile, bu yeni bölgesel ve de nihayetinde küresel yapılanmaya katalizör katkısı yapabileceği gibi, alternatif bir "model" teşkiline de kapı aralayabilecek bir potansiyeli içinde barındırmıyor değil. Bununla birlikte, dünya Müslümanları içerisinde, yaklaşık üçyüz milyon gibi önemi azınmanmayacak bir kitlenin bu gelişmelerde yukarıda zikredilen rollerden ne kadar azade oldukları kuşkulu. Gerek ASEAN içinde, gerekse tek tek ülkeler bağlamında hangi rolleri oynamak istedikleri veya bu süreçte kendilerine ne gibi roller tahsis edildiği üzerinde durulmayı hak ediyor. Kalkınmacılık ruhunun alabildiğine güçlü bir şekilde etkisini sürdürdüğü bir ortamda, gerek bölge Müslümanlarına gerekse diğer Üçüncü Dünya ülkelerine "modellik" noktasında sahnenin ön sıralarında yer aldığı imajını veren devletlerin "kapitalizmle" hesaplaşma süreçlerini dumura uğratacak bir girişimleri olduğunu görmek zor. Öte yandan, bu siyasi güçlerin, bugün için orta ve uzun vadeli geleceğe yönelik İslam düşünce ve medeniyeti çerçevesine oturtulabilecek bir hareketten veya hareketler zincirinden bahsedip edilemeyeceği sorunu gündeme getirilmeyi bekliyor.

Bölgenin kabataslak sınırları çizilecek olursa Batısında Maldiv Adaları'nın ve Açe'nin, ortasında Malay Yarımadası'nın, doğusunda Bangsamoro adıyla bilinen Katolik Filipinlerde yaşanan Müslümanların ana yurdu Mindanao'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı düşünmek gerekiyor. Elbette Patani, Rohingya gibi tarihin derinliklerinde iz bırakmış olanlar kadar, Kamboçyası, Laos'u, hatta ve hatta Singapur'u gibi Budist/dikta rejimler olarak değerlendirmenin hiç de temelsiz olmadığı siyasi güçlerin gölgesi altında etnik, dini, politik kısacası toplumsal bir bütün olarak -şu ya da bu şekilde- var olma savaşı veren Müslüman unsurların yaşadığı beldelerin de bölge içerisindeki önemlerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Tüm bu dış ve iç sınırların çevrelediği alan, bölgenin kadim İslam kültür ve medeniyetinin yeşerdiği topraklar olmakla en azından bölge için vazgeçilmez bir önem olarak dikkat çekerken, tüm bu unsurların bugün hangi emel, amaç, hedef birliği içinde oldukları sorusu karşısında verilebilecek bütüncül bir cevap bulunmuyor maalesef. Dünün anlam yüklü özgürlük hareketleri, gelişen şartlar muvacehesinde yerini birer birer "savaşma, özgürce üret ve tüket" mantığına uygun bir sürece çekilirken, hem "içerden" hem de "dışardan" gelen cazip tekliflerle onyılları içine alan mücadelelerin "ruh kökü" unutulmaya yüz tutturuluyor. Dün Açe'de, bugün Bangsamoro'da yaşanan dönüşüm, verilen mücadelenin dinamiklerini ne şekilde hayata yansıttığı elbette sadece bu coğrafyalarda yaşayan halklara liderlik edenlerin tekelinde değil elbette. Bu hareketler kadar, bu hareketlere şu veya bu şekilde zaman zaman cephe almış, şimdi ise bölgelerin ekonomik dönüşümüne öncülük yapma yarışına girmiş bölge ülkeleri ve liderlerini büyük bir sorumluluk beklediğine kuşku yok. İslamla bağlantıları olduğu iddiasını zamanı ve yeri geldiğinde yüksek sesle dillendirmekte çekince görmeyen bölge siyasi liderleri, içinde yer aldıkları bir İslam kültür ve medeniyetini tüm çerçevesi ile yaşanan gelişmelere yansıtacak bir bakış açısı geliştirmeleri sorumluluğunu taşıyorlar. Çünkü bugün yaşananlar, dün yaşananlardan mahiyet itibarıyla hiç de ayrı düşmüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder