10 Haziran 2023 Cumartesi

Yaşam bize ne öğretir? Enformel eğitim anılarım! / What does life teach us? My memoir of informal education

Mehmet Özay                                                                                                                            06.10.2023

Bireylerin tekil yaşamlarını şekillendiren ve yapılandıran unsurların, eğitim süreçlerinden geçtiği konusu yaygın bir kabulle gündeme getirilir.

Eğitime verilen bu önem, kendini formel eğitimde ortaya koyarken, aynı zamanda bu süreci anaokulundan yüksek öğretime kadar hiyerarşik bir şekilde, kapsamlı bir ağ şeklinde yatay (horizontal) ve dikey (vertical) düzeylerde yaygınlaştırdığına da tanık oluruz.

Bununla birlikte, adına ’formel’ (formal) denilen bu süreçlerin dışında, ’enformel’ (informal) olarak tanımlanan kurumlar vasıtasıyla da gündeme taşınması bilinmekle birlikte, üzerinde yeterince durulup durulmadığı tartışmaya açıktır.

Bireysel yaşamlarımızda, geçmişe doğru bir serüvene çıktığımızda, analitik bir işlerlikle neler öğrendiğimiz kadar, bu öğrendiklerimizi kimlerden hangi mekanizmalardan ve kurumlardan edindiğimiz konusu üzerinde durulmaya değerdir.

Yaşamlarımızı belirleyen normatiflik (normativity), içine doğduğumuz ailelerin kimlikleri, toplumsal sınıfları ve/ya tabakaları farklılaşsa da, sıra eğitime geldiğinde, formel eğitime pozitif bir ayrımcılıkla (affirmative discrimination) ilk sırada yer verildiği görülür.

Bu amacı ortaya çıkaranın, pekiştirenin devlet ve devlet aygıtını oluşturan tüm kurumlar olması şaşırtıcı değildir. Amaç, uysal bireyler yetiştirmekse, uysallığı gerektirecek mekanizmaları örneğin, sınavlar gibi araçlarla ortaya koymak mümkün.

Sınav ağlarıyla ve hiyerarşik düzlemde kurgulanmış öğretimin, hayata adım atmaya hazırlanan bireyler üzerinde ne türden yapıcı etkisi olacağını da tartışmak mümkün. Belki de, tam da bu noktada, enformel eğitimin -zaman zaman tesadüfi olarak ortaya çıksa da- önemini dikkate almak gerekir.

Bu noktada, bireysel seçimlerimiz diyebileceğimiz ancak, çokça yakın ve uzak çevremizden etkilenmelerle içine dahil olmayı tercih ettiğimiz, belki de çokça tesadüfler (incidentally) sonucu ulaştığımız enformel kurumlar (informal institutions) vardır.

Bu kurumların sahip olduğu kimlik ve aidiyet kadar, bu kurumlara kimliğini ve aidiyetini kazandıran içinde yer alan sorumluları, yöneticileri, çalışanlarıdır.

Bu yazıda, işte böylesi bir enformel eğitimi kendi yaşam pratiğimin belli bir dönemine tekabül eden ve bireysel yapılaşmama katkısı olduğunu düşündüğüm iki kişiyi merkeze alarak enformel eğitimin -en azından şahsım için- önemine vurgu yapacağım.

Bu önemi, uzun yıllar eğitim kurumlarında yer almış ve yer almaya devam eden bir kişi olarak sadece, kendi bireysel tarihimin erken bir döneminde tecrübe etmekle iktifa etmiş değil, aksine bugün giderek daha çok ihtiyaç duyulduğunu düşündüğüm bir yapı olarak değerlendirdiğimi ifade etmeliyim.

Niyetlenilmemiş yanıyla eğitim

Kişinin geçirdiği yaş hadleri, onun yaşama dair bakış açısını şekillendirmede önemli evreler olarak dikkat çeker.

Öyle ki, belli yaş hadleri kişinin geleceği doğru adımlarını şekillendirmede işlevsellik taşırken, diğer yaş hadleri geçmişe doğru bir serüven sürmeyi arzu eder. Ya da böylesi bir eğilim kaçınılmaz olarak kendini ortaya koyar.

Böylesi bir evreye gelmiş olmanın ipucu olsa gerek, bir süredir yaşamımda enformel eğitim bağlamında yer almış iki kişinin hatırası zihminde uçuşup duruyor.

Hayatıma erken gençlik döneminde giren bu iki kişinin, şahsiyetimin gelişmesine veya o yaşlar itibarıyla, bende var olan ancak, olgunlaşmaya muhtaç şahsiyet yapısının ortaya çıkmasına olumlu etkileri olduğunu düşünüyorum. Bu iki kişi, Mehmet Saraç ve Orhan Abi’ydi...

Olgunlaştırmaya aday çevre

Yaşadığımız toplumsal ortamın kendine çekici evrenlerinden biri olan spor özellikle de, futbolun tutkusunu erken yaşlarda kapmış birisiydim.

Sokak aralarında başlayan, ardından okul bahçelerine ve nihayetinde toprak sahalara ulaşan maçları birbirinden ayırt etmeden her birini önemseyen bir yaklaşıma sahiptim. Mahalledeki veya aşağı yukarı mahallelerdeki maçlarda yer alan; takım kurucu olmasam da, -basit bir gurura kapılmadan- her iki takımın da kendilerinden olmamı istediği sıradan bir oyuncuydum.

Çocukluk döneminde gelişen bu yapı, erken gençlik döneminde, mahalle dışına çıkma eylemine dönüşmüş ve bir amatör kulüpe kaydolmaya niyetlenmiştim...

Bunun tastamam kendinde bir niyet olduğunu iddia edemem tabii ki. Olsa olsa, çevre faktörü ve özellikle de, dönemin öne çıkan medyası yani, renkli televizyon döneminde ekranı dolduran futbol görüntüleriydi.

Bir de, ortaokul öğrenimi için kaydolduğum Halide Edip’in konumu, hemen yanı başındaki amatör spor kulübünün varlığı, bu süreci şekillendirmede önemli bir rolü vardı.

Amatör bir futbol kulübüne yazılmanın sokak aralarında, okul bahçelerinde süren top koşuşturmacanın ’sıradanlığını aşmanın’ ve ’kendimi geliştirmenin’ adı olduğunu söyleyeceğim, ancak buna pek kani değilim... Belki de, şu an içinde bulunduğum yaşın verdiği bir öğrenmişlikle, aklıma ve dilime gelen bir dil yapısından ibaret desem yanlış da olmaz.

Söz konusu bu sıradanlığı aşmanın ilk adımı hiç kuşku yok ki, gayet ciddiyetle yapılan, ayırma kayırmanın pek olmadığı, adilane (fairness) şartların hakim olduğu bir ortamda yapılan futbol seçmeleriydi... Detayları hatırlamıyorum...

Ancak, ’Fethipaşa Korusu’nun Boğaz’a endam, toprak sahasını hatırlamamak mümkün değil... Özbekler Tekkesi’nin hemen aşağısında tarihe ait olduğunu ansıtan taş örme duvarının kırılmış dökülmüş yerlerinden koruluğa her girişimde püfür püfür esen rüzgârıyla karşılayan saha...

Neyse... Hatırladığım, seçmeleri geçmiş olmam ve kulübe ’formel katılımımı’ sağlayacak süreçte velimden ’muvaffakatname’ talebinin yerine getirilmesiydi. Bababın yurt dışında olması nedeniyle, annemi ikna etmemle Orhan Abi’nin kulübun girişimdeki evinin kapısını çalmamız bir olmuştu...

Orhan Abi’nin yüzünün ’kırmızı’ olması birkaç ’tek’ aldığının ifadesiydi. Bu yüzleri çok iyi hatırlıyorum... Orhan Abi, olgunluğunu bozmadan anneme, muvaffakatname konusunu aktarmıştı. Böylece, en kısa sürede kendisine bu belgeyi getirerek kulübe kabul edilmem gerçekleşmişti... Bu muvaffakatname, enformel kurumla formel bir kurum olan aile arasında kurulan iletişimdi... Bir güven ortamının tesisiydi...

Orhan abi

Orhan Abi’yi bu görüşmedeki netlik kadar, onun zaman zaman ’antrenör’ olarak bizi çalıştırmasıyla, maçlara takımın önemli bir yardımcısı olarak katılmasıyla, kulübun neredeyse tüm teknik işlerini yüklenmesiyle de hatırlıyorum.

Kısa boylu (tıknaz), tombulca, biraz ’kel’ fiziki özelliklerinin yanı sıra, güler yüzlülüğü ile herkesin sevdiği bir ağabeydi.

Belki, bu fiziki yapısı onun -negatif anlamda- fiziki ’ağırlığı’na yorulup fulboldan ne anlayıp anlamadığını sorgulatabilir.

Ancak, gerçek tam da tersiydi... Sahada inanılmaz çevik, atak yapısı, çalım üstüne çalım yapışı ile de biz yeni kuşak amatörler için gizli/açık bir örneklik teşkil ediyordu. Bunun farkında mıydık o zaman, açıkçası bilemiyorum...

Karakter eğitimi

Yazının başında dikkat çekmeye çalıştığım, günümüzde ”karakter eğitimi” (character education) adı verilen hususu gizli/açık, kendi sıradanlığı ve basitliği ile ortaya koyan bir yanı vardı Orhan Abi’nin.

Antreman sahasında, emir-komuta ile ortamı geren değil, bizzat sahanın içinde, bizlerle -ilk gençlik yıllarındaki bireylerle- birlikte oyunun içerisinde olan bir eğitimciydi. Bugünün eğitim jargonlarından birine başvurarak söylemek gerekirse, ’yaparak öğrenme’ (learning in practice) kavramının tekabül ettiği bir yol takip ediyordu.

O dönem bize, ’ağır’ denilebilecek bedenini nasıl keskin, kıvram, estetik bir şekilde kullanılabileceğini, topa böylesi bir bedenle dahi nasıl hakim olunabileceğini gösteren ve bunu bizzat tek tek bizlere yaptırarak, pratik ettirerek güncelleştiren bir yöntem uyguluyordu.

O, futbolu bir zevk ve estetik halinde algılarken, futbolun sadece gol atmak değil, aksine, bütünüyle bir süreç olduğunu ve bu süreci yapılandıracak unsurlarla donanmamız gerektiğini ortaya koyuyordu.

Bu anlamda, futbolu, sadece sahada oynanan ve biten bir süreç olarak sınırlamıyordu. Aksine, kulüp içi iletişimde, soyunma odasında, koridorda velhasılı adına kulüp denilen kurumun bütünlüğüne hakim ve tüm bu alanlarda, kişisel tutum ve davranışların ortaya konulmasını öneren/öğreten bir yaklaşım sergiliyordu. Bu süreçlerde gizli bir ahlâkçılık olduğunu söylesem abartmış olmam sanırım...

Orhan Abi, döneminin adamıydı. Bununla söylemek istediğim, ağzının biraz küfürlü oluşuydu... Ancak, bu -sınırlı kelimeler içeren- küfürlülüğü karşısındaki bireye yönelik bir rencide ve haraket olarak değil, aksine bir toplumsal iletişim aracı olarak algılatmasını beceren yönüyle kalp kırmıyordu. Aslında, küfürle eklemlenmiş söylem ve iletişim biçimi, küfre hedef olmamak için kişilerin, sahada/ortamda gereği neyse yapmalarını salık veriyordu bir bakıma...

Orhan Abi’nin antremanlar kadar, kulüp içindeki eylemler bütünü ve maçlar gibi görece büyük ölçekli süreçlerdeki tutum ve davranışlarının öğreticiliğinin, bireysel yaşamım için ne denli önemli olduğunu şimdi fark ediyor ve anlıyorum.

”Mehmet Bey”

Mehmet Saraç... Kulübün patronlarından biriydi yanılmıyorsam... Ve Orhan Abi’den tamamen farklı özellikleriyle dikkat çekiyordu.

Bunların başında, ait olduğu/mensubu bulunduğu toplumsal statüsü onu, çevresindekilerden ayırdığı gibi, bizler nezdinde de onu farklı bir yere konumlandırmaya itiyordu.

Bir tür seçkincilik içeren tutumu, iletişimde dil ve beden dili bağlamında mesafeliliği ortaya koyuyordu. Bunu herhalde ‘soy isminin’ gönderme yaptığı toplumsal bağlamıyla ilişkilendirmek mümkün gibi… Paşalimanı’ndaki yalısından ‘bol benzin tüketen’ Amerikan arabasıyla kulübe gelişi de, bunda önemli bir pay oluştuyordu kanımca…

1950’li yıllarda top koşturmuş olduğunu, kulüpteki diğer bazı ‘büyükler’ gibi onun da içinde yer aldığı kulüp duvarında asılı fotoğraflardan biliyorduk.

Mehmet Bey’in ‘hali vakti yerinde’ oluşuyla, futbolla ilişkisi arasında bir tezat bulmak mümkün. Ancak, bir antrenör olarak sahada takımıyla birlikte yer almayı seven, bunu önemseyen bir yönü olduğu aşikârdı.

Kendisiyle karşılaşmamız, önce uzaktan gözlemlerle olmuştu… Ardından, Ümit Takım’dan Genç Takım’a geçmemizle antrenör olarak bizzat karşımızda yer alıyordu.

Eğitimli olduğu beden dili kadar, kullandığı dilde kendini ortaya koyuyordu. Kulübe geldiğinde, Koru’da sahaya indiğinde kendi jenerasyonu veya gençlerin kendisine gösterdiği hürmet, sahip olduğu maddi zenginliğine yönelik bir ‘çıkarcılık’ eseri değildi.

Aksine, bütünlüklü bir tutum sahibi olmasının karşısındakiler üzerindeki yansımalarıydı. İlerleyen yıllarda, yani, üniversite yıllarımda zaman zaman Koru’ya gidişimde rast geldiğimi ve kendisine ‘Mehmet Bey’ diye hitap etmem hiç kuşku yok ki, herkesin “Mehmet Abi’sinin” erken dönemde üzerimde bıraktığı söz konusu bu intibanın eseriydi.

Mehmet Saraç, teori ile pratiği birleştirerek karşısındaki gençleri, yapılan işte yani, futbol’da amacın sadece ‘gol atmak’ olmadığını aktarıyordu. UEFA’nın varlığı üzerinden bizi yerelden uluslararasına taşıyordu…

Teknik ve taktikler üzerinde duruşu futbolun rasyonalitesini aktarmanın bir aracıydı… Öte yandan, yemesinden/içmesinden uyumasına kadar bir futbolcunun yaşamının dinamikleri üzerindeki hassasiyetle bahsedişi, onun işini ve aynı zamanda karşısındaki genç kitleyi de ciddiye aldığını gösteriyordu.

O da biliyordu ki, karşısındaki yirmi kişiden belki de hiçbiri hayatlarını profesyonel futbolcu olarak gecirmeyecekti…

Ancak, içinde bulunduğu anı, yanında bulunduğu kitleyi anlamlı bir bütün haline getirmenin aracının önce işine inanmak ve bu çerçevede işini doğru ve düzgün bir şekilde yapmaktan geçtiğinin farkında ve bilincindeydi.

Mehmet Bey, tüm bu tutum, davranış ve söylemleriyle futbol’un bir bilgi olduğu, bu bilginin çaba gerektirdiği, çabanın da bir istençle olabileceğini ortaya koyuyordu açıkçası. Tüm ciddiyetiyle sahada, bir antrenör olarak yer alışını, kulübün toplantı salonunda devam ettiriyordu.

Farklı bir toplumsal statüden gelse de, Ramazan ayına tekabül eden günlerde önemli bir maç öncesinde kulüpte kampa girilmesi ve kamp akşamı birlikte iftar yapılması dikkat çekiciydi.

Futbolu, sıradan insanları, Ramazan pratiği içerisinde toplumsal bir bağ oluşturarak ‘biz’ duygusuna taşıyan bir dinamizmdi bu… Mehmet Bey de bizlerle birlikteydi…

Bireylerin yaşamı çekip çeviren ilişkiler ağında hangi koşullarda ne tür eğitim ve öğretime tabi oldukları önemlidir.

Adına ‘formel’ denilen eğitim yapılandırılış süreçleriyle gündemi belirlerken, kendinde ‘enformel’ kurumların da bireylerin gelişimlerinde, karakter oluşumunda, yapılaşmalarında göz ardı edilemeyecek katkıları ve işlevleri olduğu da bir gerçektir.

Bu durum, bizim tekil bireyler olarak hayata nasıl baktığımız, hayattan neler beklediğimiz ve hayatı nasıl yapılandırdığımızla ilişkilidir.

Hayatımın görece kısa ancak, kayda değer bir döneminde yer alan iki kişinin yani, Orhan Abi ve Mehmet Bey’in aradan geçen kırk yılın ardından üzerimde bıraktığı izlerin ne denli önemli olduğunu fark ediyorum.

Genç bir bireyle paylaşımları, ona sundukları katkı ve rehberlikleri için şükran borçluyum.

Ruhları şad olsun…

https://guneydoguasyacalismalari.com/yasam-bize-ne-ogretir-enformel-egitim-anilarim-what-does-life-teach-us-my-memoir-of-informal-education/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder