19 Ekim 2012 Cuma

Myanmar’da Rohingya Algısı


Mehmet Özay                                                                                                                   12 Ekim 2012

Bir ülke düşünün ki, emsali ülkelerle birlikte aynı yıllarda bağımsızlıkla tanışmış, benzer ‘kurtarıcı ordu’ olgusuna sahip olmuş, bir zamanlar sömürgeci olan ancak ardından yeni bağımsız ulus-devletin modernleşmesine “gönüllü” katılımcılar olarak Batılı yönetimlerin desteğini almış, bununla birlikte aradan geçen altmış yıllık süreçte emsallerinden hayli geriye düşmüş. İşte bu ülke Myanmar. Güneydoğu Asya’nın dünyaya kendini kapatmış ülkesi Myanmar, yeni bir hamle ile bu emsal ülkelerle aradaki farkı kapatmaya karar vermiş bir görünüm çiziyor. Bununla birlikte, azınlıklar konusu ülkenin eti-kemiği mesabesinde. Bu sorunları aşmadan, Batı’dan ya da Doğu’dan gelecek ekonomik ve siyasi desteklerin uzun erimli olması güç. Ülke askeri eliti süreci kendi lehine çevirme adına, dünya ile barışmanın ölçütü olarak eline silah almış tüm etnik unsurlarla masaya oturdu. Bunun ötesinde, anlaşma için masaya oturanların, masaya oturma nedenlerinin dışında gizemli bir elin değişiyle birlikte hareket ettikleri imajını ortaya çıkaracak şekilde üzerinde anlaştıkları bir diğer husus daha var. O da, Rohingyalıların konumu. Rohingyalıların, ne ülke askeri/siyasi elitinin ‘siyasi yatırımlarında’, ne de “ortak dil geliştirme becerisi göstermeleri beklenen azınlık grupların söylemlerinde yeri var.

Hint-Çini/Tibet/Malay dünyası arasındaki bu geçiş ülkesi resmi rakamlara göre 130 civarındaki etnik unsuru ile tam bir antropoloji cenneti. Bu etnik ve kültür mozayiğinin üretebileceği geniş evren yerine, bu topraklarda çoğunluk unsurunu teşkil eden Burma etnisitesinin Avrupa’nın ürettiği milliyetçiliğin en vulgar biçimini sergilemeyi tercih etmesiyle, istisnasız bütün toplulukların hayatını kabusa çevirmeye yetmiştir. O dönemki adıyla Burma’da bizzat yaşayarak toplumu gözlemleme ve inceleme imkânı bulan Furnivall’ın ürettiği “çoğulcu toplum” kavramına gerçek hayatta hakkıyla işlerlik kazandıracak ve bundan azami ölçüde istifade edecek bir toplum inşası yerine, ülke askeri elitin statik duruşu ve bakışı altında bir “ordu devletine” dönüşmüştür. Bu anlamıyla, benzerlerine dünyanın değişik yerlerinde, örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönem ile ellili ve altmışlı yıllarda rastlanabilecek türden ultra-faşizan duruş, Myanmar’ın üzerine öylesine yapışmış ki, çıkmak bilmiyor. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ve bağımsızlıkla devam eden süreçteki rolü ile, ülkenin kurucu unsuru olma iddiasına “milli ideoloji” haline dönüştüren generaller topluluğu, yarım yüzyıl boyunca ürünü oldukları Japon faşizanlığını aşabilmiş değiller. Faşizanlığı praktize etmede mahir cunta rejimi, bu olgunun felsefi temellerini Burma Krallığı’nda bulduğu iddia edilebilir. 

Öyle ki, ordunun dün sömürgeciye karşı başkaldıran, bugün halklar üzerinde tek karar mercii olmasında somutlaşan kendi içinde maruz kaldığı bu ideolojik evrim, artık bu kurumun varlığının “ülke, halk, vatandaş” gibi unsurların korunması, gözetilmesi için değil, bizâtihi kendi varoluşunun teyidi ve tasdiki adına vatandaşı, halkı aleyhine işletilen bir mekanizmanın üretilmesine yol açmıştır. 

Bu fotoğraf içinde Rohingya (Arakan) Müslümanlarının nerede durduğu sorusu önemli. Ülke yönetimiyle özdeşleşen faşizan yapılanmanın tarihsel köklerinin Burma Krallığı’na uzandığını söylerken, Rohingyalıların maruz kaldıkları tüm imkânsızlıkların da başlangıç noktası, 1784’de Arakan bölgesine yönelik Burma  istilâsıdır. Bu tarih, aynı zamanda, daha birkaç ay öncesinde yaşanan saldırılar ve zorunlu göç hadiselerinin ilki olmakla, Rohingyalıların içine itildikleri açmazın tarihsel sürekliliğini anlama noktasında da ciddi bir öneme sahiptir. Rohingyalıların maruz kaldıkları “exodus”, belki de pek çoklarınca, imparatorluklar çağı savaşlarının doğal süreçlerinden biri kabul edilebilir. Bununla birlikte, bu “exodus”ların modern versiyonlarını tanımlamada kullanılabilecek yegâne kavram ise “apartheid”dan başkası olmasa gerek. 

Ülkenin aktif siyasetinin yeniden yapılanması sürecine konu olan son birkaç yılda başat bir figür olarak öne çıkmakla kalmayan, belki bundan da önemlisi, küresel sempati objesi haline ge/tiri/len Suu Kyi’nin Rohingya meselesindeki duruşu, bir başka deyişle duramayışı, demokrasi prensesinin rejimin temel paradigmasına ne kadar yakın durup durmadığını göstermesi bakımından da ilginç bir veri sağlıyor. Rohingya sorunu karşısında verdiği “Bilmiyorum” cevabıyla, yaşanan dini ve etnik ayrımcılığa dolaylı teşvikte geri kalmadığını ortaya koyan Suu Kyi’nin bu yaklaşımı, mensubu olduğu Burma etnik yapısının tarihsel ve sosyal hafızasının bir yansıması aslında. Modern ve seküler siyaset anlayışına içkin demokrasi ve insan hakları bağlılığı bile Suu Kyi’yi içinde yeşerdiği Budistlikle meczedilmiş Burmalılık etnik unsurunun maruz kaldığı tarihi/psikolojik baskısından kurtulabilmiş değil. Rohingyalıların görünürde Rakhine Budistleri elinde maruz kaldıkları ‘apartheid’ aslında tabiri yerinde kullanarak ifade edersek, buz kütlesinin görünen yüzü. İstisnasız tüm etnik unsurların katılımı ve desteğiyle cunta rejimine karşı daha düne kadar verilen demokrasi, eşit haklar vb. olgular çerçevesinde yürütülen mücadelelerin unutulduğunu ortaya koyarcasına, bugün bu unsurların önde gelenleri Rohingyalıları ülke topraklarında yeri olmadığı hükmünü çıkarsamada cuntacılardan hiç de geride kalmıyorlar. Üstüne üstlük bu yaklaşımlarıyla, Güneydoğu Asya’da apartheid olgusunu canlı bir şekilde dünyaya ilân ediyorlar. Tüm bu yaşananlara tanık olanlar Arakan Eyaleti’nde olan bitenin uluslararası camianın algısının ötesinde olduğunu ileri sürerken, geçenlerde Yangon’da yapılan “21. Yüzyıl Myanmar’ında Ulusal Aidiyet ve Kimlik” tartışmalarının nasıl bir anlamı olabileceği üzerinde düşünmek gerekiyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=230800

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder