30 Ekim 2012 Salı

Hint-Çin Savaşı mı Pan-Asya Düzeni mi?


Mehmet Özay

Genel anlamda Asya Kıtası’nın son dönemde giderek küresel anlamda ilgi odağı olmaya başladığını görüyoruz. Bu devasa kıtanın iki önemli medeniyet unsuru Çin ve Hindistan tarih öncesinden başlayarak özellikle Hint Alt Kıtası, Doğu ve Güneydoğu Asya bütününde sözü geçen belirleyici medeniyet taşıyıcısı rolünü icra etmiştir. Yirminci yüzyılla birlikte, boyunca bağımsızlık ve ulus-devlet yapılanmasının yanı sıra, bağlantısızlar blogu ile kendini tanıtan bu iki medeniyetin siyasi bileşeninin Bandung Konferansı’nda biraraya geldiği dikkat çeker. Süreçte Çin komünist ideolojinin kendine has donanımı ile öne çıkarken, Hindistan’ın daha çok ‘bağlantısız’ ekseninde yol alıyordu. Bu iki gücü, bundan yarım yüzyıl önce karşı karşıya getiren ise, bir ayı aşkın bir süreyle sınırlı da olsa Hindistan’ın Kuzeydoğusu’ndaki Arunachal Pradesh Eyaleti’nde  sıcak çatışmaydı.

Her iki ülke, genel anlamda Asya, özelde Doğu ve Güneydoğu Asya’nın son birkaç on yıl içerisinde elde ettiği ekonomik kazanımlar ve evrilmeye başladığı siyasi yapısı ile birlikte dünyanın ilgisine mazhar olurken, aynı zamanda, giderek artan bir şekilde gizli veya açık rekabet ortamına sürüklendikleri de gözlerden kaçmıyor. Çin’in “süper güç”lüğüne karşılık, Hindistan’ın sessiz sedasız “önemli bir güç” olma arzusu ve nükleer ve uzay çalışmalarında ortaya çıktığı üzere sergilediği çabalar, elli yıl önceki karşılaşmanın yeniden gündeme taşınmasına neden oluyor.

Bu iki siyasi varlığın bizce izlenmeye değer oluşuna katkı yapan bir diğer etken ise, Güneydoğu Asya özelindeki güç oluşumlarındaki şu veya bu şekildeki baskın rolleridir.  Bu minvalde, elli yıl önceki savaşı hatırlayarak bugüne ve yakın geleceğe projeksiyon tutmakta fayda var. Söz konusu bu savaşın dağlık bölgeleri içine alan 4057 km ile dünyanın en uzun sınırlarından biri olmakla iki ülke arasında sınır anlaşmazlığından kaynaklanması kadar, Komünist Çin’in dünya siyasi arenasında varlık gösterisine “katkı yapan” bir girişim olarak değerlendirilebilir. Tibet Platosu’nda sınır hesaplaşmasının bir neticesi olarak 20 Ekim 1962 tarihinde Çin ordusunun saldırısı ile başlayan “sıcak karşılaşma” en yoğun nüfuslu iki ülkeyi karşı karşıya getirmesiyle dikkat çeker. Çin özelinde bakıldığında, dünyanın o dönemki “süper” güçlerinin kendi aralarındaki -Küba Krizi gibi- meşguliyetlerinden istifadesinden yola çıkarak, stratejik bir “gözü açıklıkla” icraata geçirildi. Hatta bu girişimin bir benzeri Mao’nun 1950-51’de Tibet girişiminde bulmak mümkün. Çin’in saldırganlığını gündeme getiren sınır anlaşmazlığı, saldırı sonrasında elbette giderilmiş değil. Ancak bundan öte sonuçlar doğurduğu da kesin. Bunlardan biri Hindistan’ın uluslararası arenada “siyasi onuruyla” oynanmasıdır. Aslında bunun, sömürgecilik dönemine kadar uzanan tarihi nedenleri olmadığı söylenemez...  Sömürgeci İngilizlerin potansiyel tehditlere karşı sınır boylarını belirlemede kullandıkları “tampon bölge” oluşturma arzuları, o dönemde Çin yönetimini aşağılayıcı anlaşmalara konu olurken, yirminci yüzyılın ortalarında bu sefer Çin benzer bir girişimi silah gücüyle Hindistan üzerinde uygulamaya geçirmiştir. Bu bağlamda, İngilizlerin Hindistan’ı kuşatan sömürge dönemindeki sınır yaptırımları dikkate alındığında, 1962 saldırısının Çin için özel bir anlamı olduğu söylenebilir.

Hindistan’ın “hazırlıksız yakalandığı” bu Çin saldırısından ders almakta gecikmemiş ve akabinde ordusunun modernizasyonu kadar, sınır anlaşmazlığına konu olan bölgedeki askeri varlığını takviye etmiştir. Bu çerçevede, Hindistan’ın nükleer silah kapasitesinin Pakistan bağlamında bir yönelim olduğu dikkate sunulsa da, bu girişimin Çin’i dikkate almadığını söylemek bölge siyasi ve askeri yapılanmasında gerçekçi olmayacaktır. 1950 yılında dönemin İçişleri Bakanı Sardar Vallabhbhai Patel’in Nehru’yu Çin konusundaki uyarısında ipuçlarının bulunabileceği şekilde, Hindistan nükleer gücünü salt Batı’daki komşusu için değil, doğudaki için de önleyici bir tedbir olarak görmektedir.

Yarım yüzyıl önceki bu sıcak gelişmenin bugün hatırlanmasının son dönemdeki Doğu-Güneydoğu Asya minvalinde gün yüzüne çıkan eko/politik stratejiler olduğunu söylemiştik. Bunu daha özele indirgediğimizde karşımıza Hind-Çini bölgesinin bir başka deyişle, Tibet’ten başlayarak güneyde Malay dünyasına kadar uzatılabilecek ve odağında ‘Mekong Vadisi’nin yer aldığı- münbit topraklardaki siyasi ve ekonomik değişimlerin çıktığı görülür. Bu bağlamda Hind-Çini’nin kestiği Burma/Myanmar bu olası karşılaşmaya en somut örnektir. Myanmar üzerinde tarih boyunca Çin kadar Hindistan’ın nüfuzu göz ardı edilemeyecek bir öneme sahiptir.


Çin siyasi ve askeri elitinin yarım yüzyıl önceki girişiminin doğuş ve gelişimini dikkate almak, bir süredir Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki Adalar Krizi’nde bölge ülkeleri üzerinde “güç deneme” çabalarının yakın gelecekte nasıl bir yönelim seyredeği konusunda fikir verebilir. Hiç kuşku yok ki, elli yıl önce Nehru’nun “Çin üç beş mermilik atışmanın ötesinde bir girişimde olmaz” düşüncesine dayanan naif bakışının nasıl yanıltıcı olduğu kanıtlandığına göre, yakın gelecekte bir dizi dışsal faktörlerin de etkisiyle Çin’in sınır anlaşmazlıklarında nelere başvuracağı konusunda iyi hesap etmek gerekir. Bu bağlamda, çevre ülkelerle paylaştığı geniş sınırlarının belirsizliğiyle, Çin’in ‘21. Yüzyıl Asya Çağı’nda bir Pan-Asya oluşumuna mı zemin hazırlayacağı yoksa, doğusunda batısında teritoryal haklar bağlamında irili ufaklı savaşların tetikleyicisi mi olacağı konusu üzerinde stratejistlerin önemle duracağına kuşku yok. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder