Mehmet Özay 16.12.2024
Nihayetinde, karşımızda istikrarsızlığıyla dikkat çeken
bir coğrafya, siyasal bilincini oluşturmada zorlanan bir toplum, farklı etnik
ve dini yapıların biraradalığını kabul ve birlikte yaşama konusunda zaafları
olan bir sosyal ve siyasal gerçeklik bulunuyor.
Bu noktada, bir önceki yazıda dile getirdiği, kısa
dönemli gözlem ve tecrübeleri göz önüne almak kadar, aynı bölgeyi ve toplumu
uzun dönemli olarak ele almanın da kaçınılmaz olarak önem arz ediyor.
Osmanlı Devleti’nin merkezinde başlatılan ve ardından,
Batı Avrupa güçlerinin siyasal, toplumsal ve dini gerekçelerle Osmanlı’yı,
Avrupa sistemine tabi olmaya veya ‘davete’ yönelik talepleri olduğu gerçeği
karşısında, söz konusu reform sürecinin nereye evrildiği veya evrilmediği
kadar, bu uzun dönemli reform sürecinin 20. yüzyıl ikinci yarısından bugüne
kadar geçen süreçte Suriye örneği gibi ülkelerde nasıl bir sonuç doğurduğu da
önemle ele alınması gerekir.
1839 ve 1856
19. yüzyılda, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde, görece
dış/uzak bir eyalet olarak yer aldığı söylenebilecek olan Suriye’ye yönelik merkezin
yani, Pay-i Taht’ın siyasi ilgisi, 1839 yılında başlayan, 1856’da
güçlendirilme iddiasıyla devam ettirilmeye çalışılan Osmanlı Tanzimat/Reform
sürecinin doğrudan bir etkisidir.
Temelde, bu iki reform sürecinin, Osmanlı siyasi ve
bürokratik elitinin ‘değişim’ yönündeki istek ve arzuları olsa da, bu değişim
belirli kurumsal alanlarla sınırlılık taşır.
Bu nedenledir ki, süreçte ortaya konulmak istenen ve
içerden yönetilmek istenen değişim veya böylesi bir değişimin ortaya konulması
hususunda, dış aktörlerin ve faktörlerin söz konusu bu değişimi yönlendirme,
hatta yönetme işinin, Batı Avrupalı devletlerin güdümüne girmesine yol açtığı
Cevdet’in “Tevarih’in de açık bir şekilde ortaya konur.
1839 ve 1856 reform süreçlerinde, Batı Avrupa güçlerinin
siyasal, toplumsal ve dini gerekçelerle Osmanlı’yı Avrupa sistemine tabi olmaya
yönelik talepleri -veya ısrarları, hatta zorlamaları-, kayda değer ölçüde,
adına azınlıklar denilen ve ‘seküler Avrupa’nın dini ve humanist söylemleriyle
şekillenen bir kamuoyu bilincinin de talepleriyle şekillendiğini söylemek
gerekir.
Bununla birlikte, söz konusu reform sürecinin sesi güçlü
çıkan iç yani, Osmanlı bürokrasi elitinin ve de yeni yeni ortaya çıkmakta olan
entellektüelleşme yolundaki sivil okur-yazar çevrelerin ve bunların Suriye
coğrafyasında var olan benzerlerinin rolünü yadsımadığımızı belirtelim.
Değişim: iç kaynaklı mı dış kaynaklı mı?
Osmanlı merkezinde yani, başkentte ortaya çıkan, resmi ve
sivil değişim taleplerinin bir benzerinin, içinde Suriye’nin de olduğu Arap
topraklarında da gündeme gelmesini yukarıda dikkat çekilen iç ve dış
bağlamlarıyla birlikte ela almakta fayda var.
Söz konusu reform sürecinin yönetilmesinin ve
yönlendirilmesinin araçlarından biri, ilgili bölgelere atanan valiler başta
olmak üzere, bürokratik erkan olurken, diğer bir bölümünü, başta yerel eşraf
olmak üzere, bölgedeki okur-yazar, sivil, dini ve seküler çevrelerin katkısı
oluşturuyordu.
Suriye’de reform sürecinin, kısmen 1839 ancak, daha çok
1856 sonrasına tekabül eden yönelimleri olduğunu söyleyebiliriz. En azından,
elimizdeki veriler bize bunu söylemeyi olanaklı kılıyor.
Bu çerçevede, 1864 yılında yapılan Eyalet Reform Yasası, merkez
dışında Eyaletler’deki idari sistemin işlerliğine yönelikti ve bu süreç,
Suriye’de 1866 yılında başladı.[1]
Benzeri dış/öteki eyaletler içerisinde diyelim ki, Libya
Hicaz, Arap Yarımadası, Yemen gibi bölgelerden ziyade, reform çalışmalarında
önceliğin Suriye’ye verilmiş olmasının anlaşılır maddi nedenleri bulunuyor.
Bu durum, Anadolu sınırları dışındaki ilk eyaletin Suriye
olması kadar, Suriye’nin Mısır ve Arap Yarımadası’na geçişi sağlayan önemli bir
coğrafi ve toplumsal aktarma organı olma rolünü göz ardı etmemek gerekir.
İslam hukuku, Avrupa hukuku
Bir başka
ifadeyle söylemek gerekirse, Eyalet kamu
idaresini yeniden şekillendirecek unsurlar, temeller itibarıyla, “modern devlet
aparatının normlarını” benimsiyordu.[2]
Bu siyasal
girişimde, ne kadar başarılı olunup olunmadığı konusu bir yana, Suriye’de
uygulamaya konulmak istenen değişimde, hiyerarşik bir yaklaşımın benimsenmiş
olmasının getirdiği zorluklar kendini ortaya koyuyor.
Hiyerarşik
diyoruz, nihayetinde, ‘merkez eksenli’ bir değişim süreci kendini ortaya
koyması, aslında Osmanlı siyasi ve bürokrasi elitinin ‘reform’dan kastının ne
olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Nedir bu
zorluklar?
Bu
‘zorlukların’, iki temel noktada neşet ettiği görülüyor. İlki, merkez-çevre
ilişkisindeki kopukluk, zayıflık, sürdürülemezliktir.
İkincisi,
Batı’dan alınan kamu idaresi yönetim şekillerinin yerel toplumun siyasal,
toplumsal ve dini nitelikleriyle uyuşmamasıdır.
Toplumsal
kesimleri yakından ilgilendiren ve onların günledik yaşamlarını çekip çevirecek
böylesine önemli bir idari reform sürecine yönelik tepkilerin ve ardından gelen
belli ölçülerdeki başarısızlıkların, aslında değişim taleplerinin
toplumun/toplumların kendilerinden gelmek yerine, dışarıdan dikte ettirilmesi
gibi gayet normal ve insani bir yönü bulunuyor.
Burada durup
düşünüldüğünde, Osmanlı reform sürecini ortaya koyan başkent İstanbul’daki
siyasi ve bürokratin elitin, sivil unsurları, bilinci, mekanizmaları ne ölçüde
mobilize ettiği konusu gündeme geliyor.
Eyalet İdare
Reformu’nun belirleyici özelliklerinden ilki, idari mekanizmanın işlerliğinin
yerel parlamenter uygulamayla pekiştirilmesidir.
Salt ve mutlak
bir vali kontrolü yerine danışma süreçlerini yürürlüğe koyacak bir sisteme
işlerlik kazandırılmasının hedeflenmesi görünürde, makul ve rasyonel bir tutum
olarak gözüküyor.
Nihayetinde, o
döneme kadar Eyalet İdaresi’nden maksadın sivil vali, askeri komutan veya sivil
ve askeri sorumluluğu üstlenen bir tek valinin görev ve sorumluluğunun temelde
‘vergi toplama’ ve ‘güvenliği’ tesis merkezinde gerçekleşmiş olmasını aşan bir
boyutun eyalet sistemine bir dış müdahale olarak getirildiğini ortaya koyuyor.
Ancak, Suriye
ve benzeri bölgelerde toplumsal yapının aşiret, etnik gruplar, dini gruplar vb.
yapılanmalarla şekillenmiş olması, arzu edilen reform sürecinin ne yönde
sürdürüleceği konusunda kafa karışıklığının temellerini oluşturduğu da
ortadadır.
Nihayetinde,
bir din olarak İslam’ın öngördüğü yönetim biçimini, Müslüman olsun veya olmasın
tüm toplum kesimlerini içerecek şekilde ortaya koyamamış olmanın doğurduğu
sorun büyüktü(r).
Bunun ötesinde,
böylesi bir dini/siyasal kaynağın dışından yani, Avrupa’dan gelen siyasal talepler
ve hatta baskılar ile gerçekleştirilmek istenen değişimin ise -tüm çabalara
rağmen- ne, merkez’de ne de, -Suriye örneğinde olduğu gibi- çevrede kabul
edilebilirliği gayet kuşkuluydu.
Hem iç ve hem
de dış bağalmlarıyla bugün Suriye’de toplumsal ve siyasal göstergeler dikkate
alındığında 19. yüzyıl son on yıllarında yaşanmış olanlardan ne tür
farklılıkları veya benzerlikleri içerdiğini yeniden düşünmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder