12 Temmuz 2012 Perşembe

Habib Nuh'un Kabrini Ziyaret


Mehmet Özay                                                                                                              11 Temmuz 2012

Habib Nuh'un Türbesi'nden bir görüntü
Geçenlerde, pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı Cohor Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlayan Causeway’dan Singapur’a geçtik ailecek... Bir başka deyişle, Asya’nın en Güneydoğu ucuna vardık. Causeway’den her geçişimde, uzun yıllar Asya’nın Avrupa’ya komşu en batı ucunda yani Üsküdar’da yaşadığım gelir aklıma. Üsküdar’dan Singapur’a bir yol başlıklı bir metinle de çıkarız karşınıza belki...

Neyse sadede gelelim... Yukarıda zikrettiğim ‘Ailecek’ kelimesi tuhaf kaçabilir. Sanki Singapur’da ‘pikniğe’ ya da alışverişe gider gibi... Hâl öyle değil tabii ki... Aksine birkaç yüzyıl öncesinin önemli şahsiyetlerinden birini ziyarete gittik. Bu postmodern şehrin Cumartesi sakinliğinden istifadeyle yolları aşıp, Palmer Road’a bağlanan Shanton Way’deki Habib Nuh’un kabrini ziyaretti amacımız. Habib Nuh’u 150. vefat yıldönümü vesilesiyle kısa bir yazıyla daha önce sizlere tanıtmıştım.

Singapur’un Velisi unvanıyla da anılan Habib Nuh’un tam adı, “Sayyid Nuh bin Sayyid Muhammed bin Sayyid Ahmad Al-Habshi”. Anne ve baba tarafından Yemenli olan Habib Nuh, 1788 yılında, aliesinin seyahat etmekte olduğu bir gemide dünyaya gelir. Alie önce Penang Adası’na yerleşir. Habib Nuh ise, Thomas Raffles eliyle modern Singapur’u kurmaya başladığı yıllarda Singapur’a geçerek oraya yerleşir.

“Habib” adı, tıpkı Seyyid, Şerif gibi Malay coğrafyasında -ki coğrafya ile, sadece günümüz de modern Malezya devleti sınırları içerisinde kalan görece küçük toprak parçası ile sınırlı değil. Aksine, tüm Takımadaları içine alan nüfusu üç yüz milyona varan geniş bir “ırkî aileden” bahsediyoruz- yaygın olan Peygamber nesline müntesip olanlara gönderme yapar. Aşağıda bu zatın kabrinin bulunduğu türbeden hareketle birtakım “güzellikleri”, “ilginçlikleri” paylaşacağım.

Palmer Road’dan başlayalım... Burası, sahilde dev kargo limanının uzandığı, biraz iç bölgede ise uluslararası şirketlerin “maharetlerini sergiledikleri” gökdelenlerin yükseldiği işlek mi işlek bir muhit. Burada da “türbe mi olur?” sorusunu sormayı haklı kılacak bir neden doğrusu. Habib Nuh’un türbesi, Hacı Muhammed Salih Camii’nin yanı başında. Gördüğüm, gezdiğim türbeleri düşünürsem, Habib Nuh’un türbesini ayrıcalıklı kılan ilk unsurun, cami ile aynı seviye de değil, yaklaşık 20 metre yüksekliğinde bir tepenin üzerine inşa edilmiş dikdörtgen plânlı yapı olmasında ortaya çıktığını söyleyebilirim. Öte yandan, türbenin mimari unsurları bağlamında da farklılık sergilediği dikkat çeker. Bu nedenle, itiraf edeyim ki, türbeyle yüzyüze geldiğim ilk ziyaretimde bir “İşte çok ilginç bir Çin mabedi” diye aklımdan geçmedi değil. Türbeye, caminin giriş kapısının yanı başındaki merdivenlerden çıkılıyor. İçinde türbedarının da olduğu, temiz ve nezih bir mekân.

Dikdörtgen şeklinde dizayn edilmiş türbenin aslında iki bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. İlki, kubbenin hemen ortasında yer alan iki ucunda mezar taşı bulunan Habib Nuh’un kabri. İkincisi ise doğu istikametindeki bir diğer kabir. Mezar büyüklükleri, kabir taşları ve de kabirler üzerine serilmiş, kaftanları andıran ipeğimsi örtüler dikkate alındığında ilginç bir benzerlik dikkat çekiyor.Habib Nuh’unkiyle hemen hemen aynı boyutlarda ve aynı özenle inşa edilmiş bu mezarın yeğenine ait olduğunu öğreniyoruz Hajı Nasrun amcadan. Kabrinin üzerinde yazılı kitâbede adı, “el-Habib Abdurrahman el-Habşi” olarak zikrediliyor.

Türbe hizasına vardığımızda Habib Nuh’un mezarı karşılaşıyoruz doğrudan. O da ne, başlarına “öylesine iliştirilmiş gibi duran örtüleri ile” birkaç bayan dua ediyor. Mezarın etrafında fırıl fırıl dönen bir kız çocuğu. Mezarın öte yanında ise simaından Tamil olduğu anlaşılan orta yaşlarda bir bey ise mezar taşını öpüyor, yüzünü sürüyor... “Herhalde, henüz yeni Müslüman olmuş bireyler” diye geçiriyorum içimden. Ancak öyle olmadığını Hacı Nasrun amcayla bilâhare yapacağım sohbette anlıyorum. Aşağıda değineceğim...

Türbe açıkçası her yönüyle -hem maddi hem manevi yönüyle- ilginç dersem abartmış olmam. Yukarıda zikrettiğim cami ile arasındaki ‘yükselti’ mesafesi kadar, 1980’li yıllarda Singapur hükümetinin şehrin ana arterine bağlayacak bir otoban inşaatı sebebiyle Türbe’nin yıkılması, bir başka yere taşınması ve nihayetinde otobanın Türbe’nin üzerinden geçmesi gündeme gelmiş ciddi ciddi. Ancak cami yönetiminin Singapur hükümeti nezdindeki girişimleri neticesinde bu üç şıkkın dışında bir alternatif gündeme gelmiş. Böylece, otobanın camiye teğet geçecek şekilde yapılmasına karar verilmiş. Ayrıca, otoban Türbe’den daha aşağı mesafede olmasıyla da ‘önemli bir kazanım’ olarak düşünülebilir. 

Türbe’nin yanı başındaki bölge otobüs terminali ile hemen karşısında devasa bir ağacın altına inşa edilmiş Çin Mabedi’ne rağmen kendine özgü niteliklerini sürdürüyor. Terminali Türbe sahasından ayıran tel örgüleri geçip içeriye doğru kıvrıldığınızda dev bir ağacın gölgesinde serinleyen yüzlerce güvercinle karşılaşmanız, sizi zaman mekân bağının koparıp Eyüp Sultan Meydanı’na taşıyacaktır. Tropik güneşin yakıcılığından kaçan güvercinler öğle sıcağında burada serinlerken, günün değişik vakitlerinde de yeşil türbeye tüneyerek arz-ı endam ediyorlar.

Güneşli günlerde yemyeşil kubbesinde oluşan parıltılar, kabirde yatan zatın halini arz ediyor sanki. Otoban’ın öte yanında dev vinçlerin dansına konu olan kargo limanındaki gürültüler bir yana, türbenin içine girdiğinizde sessizlik alıp götürüyor sizi... Tıpkı yaklaşık iki yüz yıl önce, Habib Nuh’un o dönem Singapur’unun işlek caddelerinden kaçıp, invizaya konu olan bu tepeye “tünemesi” gibi. Hacı Nasrun amca, o dönemlerde bu tepeden sahilin ve okyanusun alabildiğine gözler önünde uzandığını söylemesiyle, yukarıdaki “sessizlik” olgusu çok daha anlamlı hale geliyor.

Türbe ziyaretini sona erdirip, Hacı Nasrun Amcayla sohbete devam ederken, Türbe’ye Yemen, Endonezya, Malezya gibi ülkelerden ziyaretçilerin geldiğini söyledi. Bu arada, kendisine yukarıda zikrettiğim Tamil Bey’in ve pek de Müslüman olmadıklarını düşündüğüm birkaç Hintli bayanının Türbe ve civarında ne aradıklarını sordum hayretle karışık. Nasrun Amca, “kerametten” bahsetti... Türbe’nin sadece Müslümanlarca değil, diğer dinlere mensup kişilerce de ziyaret edildiğini, çünkü buranın onlarca da kutsal sayıldığını söyledi. Belki en şaşırtıcısı ise, ziyaretçilerin sadece Singapur vatandaşlarından ibaret olmadığı, Tayland’dan üst düzey bir Budist Rahibin de Türbe’yi ziyaret ettiği vakî. Bu hadiseye tanık olan Nasrun Amca, Budist Rahibe niçin onca yolu aşıp geldiği sorulduğunda bir rüyası üzerine geldiğini ve burada yatan zatın önemli biri olduğunu söylediğini aktardı. Evet bu ifadeler oldukça olağanüstüydü. Daha başka örnekler de veren Nasrun Amca’ya, Habib Nuh’u konu alan küçük eserde bu ve benzeri anlatılar olmadığını ifade ettiğimde, bu mekânın bu yönüyle bilinmesini istemediklerini, bu nedenle eserde bahse konu edilmediğini söyledi. Açıkçası, bu yaklaşım hoşuma gitmedi değil...

Bu vesileyle, Singapur’a yolu düşenlerin, alışveriş merkezlerinden sonra soluğu Santosa Adası’ndaki eğlence merkezinde almak yerine, bir zamanlar bu adanın  “çilehanesi” makamındaki bu köşesini ve de benzerlerini ziyaretleri makbule geçeceğine kuşku yok.  

http://www.dunyabizim.com/manset/10355/budistler-ve-hintliler-de-ziyaretcileri-arasinda.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder