29 Eylül 2023 Cuma

İslamcı siyaset ve Milliyetçi eksen / Islamic politics and Nationalist axis

Mehmet Özay                                                                                                                            29.09.2023

Yaşadığımız günlerin en dikkat çekici özelliğini, İslamcı siyasal düşüncenin ve/ya onun temsilcisi siyasi hareket/ler/in, partilerin milliyetçi düşünce sistemi ile kurduğu ilişkide kendini gösteriyor.

Bu durum, açıkçası Türkiye’de siyasal gerçeklik üzerinden okunmakla kalmıyor aksine, bize daha geniş bölgesel ve küresel düşünceler ve gelişmeler üzerinde de durma imkânı veriyor.

Siyasal İslamcılığın bir yandan, 2. Dünya Savaşı sonrası ulus-devlet bağımsızlıkları sürecinde ve bunun akabinde oluşan modern ulus-devletin toplumsal ve ekonomik sorunları çözen bir mekanizma değil aksine, sorunları üreten ve artıran bir mekanizma olmasının sonucu olarak ortaya çıktığı yönündeki kanaati dikkate almak gerekirse, bu durum, siyasal İslamcılığı reaksiyoner bir durumda göstermek için kafidir.

Her ne olursa olsun, 20. yüzyıl ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ve İslami düşünceyi öncelleyen toplumsal ve nihayetinde siyasal akımların kayda değer belirleyiciliğidir.

Bu noktada, hem bizzat yaşadığımız tekil tecrübeler, hem de işin bilimsel yanını, teorileştirme yanını ele alan uluslararası çalışmaların ortaya koyduğu veriler, bunun böyle olduğuna işaret ediyor.

Siyasal İslamcılığın, en keskin dönüşümünün İran Devrimi (1979) ile oluşunda bir anlamlılık bulmak kadar, böylesine devrim boyutuyla sonuçlanmayan ancak, devrimsel etkilere yakın toplumsal ve siyasal etkilere neden olan diğer ülkelerdeki gelişmeleri göz ardı etmek mümkün değil. Bu anlamda, Endonezya verilebilecek en iyi örneklerden birini teşkil ediyor.

İran’da yaşanan devrimin psikolojik anlamda heyecan üreten ve bu anlamda devrimi popülarize eden süreci, Şia ideolojisi sınırlılığı ile -tarihsel varlık gösterdiği, diğer bazı küçük bölgeler dışarıda bırakılırsa- kendi ulusal-sınırlarının ötesine geçebildiğini söylemek mümkün değil. Bu durum, İran devletinin devrim ihracı sürecine başvurmadığı anlamına gelmediğini söylemeyi gerektirmiyor.

Türkiye’de tanık olunan dönüşümün ise, Cumhuriyet ile birlikte laik-eksenli (laic-centric) başgösteren devrimlerin siyasal, toplumsal ve psikolojik sınırlandırıcılığına konu olan toplum ve toplumsal ilişkiler, Müslüman tekil bireyler ve gruplar adına kendini gizlilikler ile var etme mücadelesine zorlarken, bu süreçte Müslüman çevrelerin ürettiği toplumsallaşmaların örneğin, 1950 sonrasındaki görece ‘özgürlükçü’ ortamda -bütünüyle olmasa bile-, birer İslamcı siyasete dönüştüğünü söylemek gerekir.

Kurumsallaşan İslamcı ideoloji

Bu gelişmeyi, salt Türkiye sosyal gerçekliği ile açıklamak yerine, şu ya da bu şekilde küresel gelişmelerin tetiklemesi, psikoloji ile birlikte anlamakta yarar var.

Bu durum, dönemin küresel ilişkileri ve Batı’da gelişen ve dönüşen siyasal ideolojik yapılaşmaların da etkisiyle kendini ‘sağ’, muhafazakâr addeden oluşumların toplumsal görünümlüklerini siyasi partilerle ortaya koyarken, İslamcı sıfatını hak eden yapının/yapıların belki de, ‘pür bir siyasal kavram olmanın dışında ve ötesinde’ kendini -gerek siyasi parti gerekse sivil organizasyonlar bağlamında- bağlı bulunduğu dini-sosyal sistemin temsilcisi kılma çabasının bir ifadesi olarak görmek mümkün.

Ancak, tam da bu noktada, Batılı ideolojiler bağlamında ve bunların tanımlamaları çerçevesinde düşünülmek zorunda bırakılan bu Müslümanların merkezinde yer aldığı siyasi oluşum/lar nihayetinde, İslamcı siyasetin kurumsallaşmış aracı olarak görülmüşlerdir. 

Bu noktada, üzerinde çalışmalar yapılan cemaatler konusunun da, hangi cemaatin ‘İslamcı siyaset” ile bağı olduğu ve olmadığıyla ilgili açıklamalar ve sonuçlara ulaşmak mümkün. Nihayetinde, ‘İslamcı’ siyasetin arzu edilir bir olgu olup olmadığından ziyade, öncelikle İslamcı siyasetin neye tekabül ettiğinin belirlenmesi gerekir.

Bu noktada, cemaatlerin kime ve neye hizmet edip etmediklerinin de, aynı şekilde ince elenip sık dokunarak araştırılmaya ihtiyacı olduğuna kuşku bulunmuyor. Bu kısa izahın ardından, İslamcı siyaset ile Milliyetçi oluşumların oluşturdukları eksene göz atmakta yarar var.

Eksende buluşmak

Günümüz koşullarında hızlı dönüşüm ve değişim sadece, teknoloji alanında yaşanmıyor. Toplumsal ilişkiler ve siyasal yapılar ve düşünceler de değişimlere maruz kalıyor.

Bunun en açık göstergelerinden biri, Türkiye’nin geçtiğimiz yaklaşık son on yılına damgasını vuran -ve halen devam eden- ittifak oluşumları ve bunlar içerisinde İslamcı siyaset örneği olarak gösterilen AKP ile milliyetçi merkezi temsil eden MHP’nin kurduğu siyasi ittifaktır.

Bu ittifak bize, İslamcı siyasetin retorik, teorik ve pratiklerinde değişimler olabileceğini veya bu süreçlerle ilgili esnek yaklaşımlar sergileyebileceğini göstermesi açısından önemlidir.

Bunun karşısında. Milliyetçi partinin varlık koşullarını ve düşünce sistemini temel aldığımızda onun da bir önceki siyasi yapı, -yani AKP- gibi siyasal düşünce noktasında esnekleşebileceğini söylemek mümkün.

Bu çerçevede, kimin birincil/etkin aktör, kimin ikincil/edilgen aktör olup olmadığı tartışmasını bir yana bırakıp, bugün siyasal var oluşu ülke varoluşu ile özdeşleştirmiş bir ittifakın kimler tarafından oluşturulduğu ve oluşumun ortaya koyduğu dönüşüm ile bunun kanımca pek de gündeme getirilmeyen uluslararası etkisi üzerinde düşünmek gerekir.

Bundan kastım, sadece bugünkü mevcut iktidarın büyük ortağının temsil ettiği varsayılan İslamcı ideolojinin/siyasetin, tıpkı 19. yüzyıl örneklerinde görülebileceği üzere, kendini İslam coğrafyasında var olmanın ve temsil etmenin adı olmak kadar, gizli açık bir gerçeklik olarak Milliyetçiliğin, -bu anlamda elbette Türk Milliyetçiliği kastediliyor-, bu uluslararası çevreler nezdinde de gizli/açık bir meşruiyetinin ortaya konulduğunu iddia edebiliriz.

Milliyetçilik ve Uluslararasılaşma

Burada dikkat çeken hususlardan biri, İslamcı siyasal aktörlüğü üstlenen yapının açıkça kendini, farklı coğrafyalardaki Müslüman kitlelere ve de -ideolojik olarak kendine yakın toplum kesimlerine tanıtır ve sunarken, Milliyetçi ideolojik oluşumun böylesi bir politikayı hayata geçir/e/memiş olması gayet manidardır.

“Burada şaşırtıcı olan bir husus var mı?” sorusunu gündeme getirirsek, soranlar için cevabımız ‘evet’ olabilir. Elbette Türk milliyetçiliğinin İslam coğrafyasının kahir ekseriyetinde karşılık bulacağı bir Türk nüfusu yok -halkının büyük çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği Türk Cumhuriyetleri hariç-.

Burada iki temel belirleyiciliğin olduğunu düşünebiliriz. İlki, Türk Milliyetçiliğini -yukarıda dikkat çekilen ittifak özelinde sergilediği dönüşümdür. İkincisi, Türk Milliyetçiliğinin genel itibarıyla, Batı Avrupa’da karşılık bulan örneklerinden uzak bir boyuta sahip oluşudur.

Bu iki durum İslam coğrafyasına baktığımızda, ‘ekstrem’ milliyetçi alanların dışında Türk Milliyetçiliğinin temsil edilebileceği gayet önemli bir zeminin olduğunu iddia edebiliriz.

Bu noktada, adına İslamcı siyaset denilen olgunun kendini retorik, sembol, düşünce, pratik bağlamlarda temsil ve tanıtma sürecinde başvurduğu araçların önemli bir kısmının Milliyetçi ideolojinin araçlarının olmasının, söz konusu bu Milliyetçi ideoloji çevrelerinin niçin ve neden benzer bir uluslararasılaşmacılığa yönelmedikleri sorusunu akla getiriyor.

Bu yaklaşım karşısında, ‘İşin doğasına aykırı’ tepkisini ve cevabını vererek sıvışmamız pek mümkün değil.

Nedeni ise, yukarıda dile getirilen ve İslamcı ideoloji ile Milliyetçi ideolojinin, -her ne hedef ve amaçla olursa olsun- biraraya gelebilmesinin, bu iki ideolojinin düşünce ve pratiklerinde birbirlerini anlayabilecekleri ve ilgili retorikler, semboller, kavramlar ve düşünceler  bağlamında anlaşabilirliklerinin somut ve görünür bir yapı kazanmış olmasıdır.

Bunun karşısında, Türk milliyetçiliği ideolojisiyle hareket eden yapının, İslamcı ideolojinin temel kabullerinden azade olacak şekilde bir ittifak kurduğu söylemini kolay kolay kabul etmek mümkün gözükmüyor.

Tarihsel derinliklere pek fazla açılmadan, şu kadarını belki hatırlatmakta yarar var...

Kanımca, Türk milliyetçiliğinin -diyelim ki, modern siyasal anlamda doğuşunun gerçekleştiği 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren yapılanışında, Türklük geçmişinin İslam’dan bağımsız değil, İslam’la birlikte ele alınışına dair gayet kayda değer süreçler olduğunu yabana atmamak gerekir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder