11 Mart 2021 Perşembe

Bir ideolojik aygıt olarak sosyoloji ve Karl Marx / Sociology: As an ideological tool and Karl Marx

Mehmet Özay                                                                                                                            12.03.2021

Toplumu inceleme bilimi olarak adlandırılan sosyoloji’nin bizatihi kendisinin, bir ideolojik aygıta dönüşüp dönüşmediği konusu oldukça önemlidir.

Her ne kadar günümüzde bu bilim alanı, tek’in sosyolojisi gibi sapmalara maruz kalsa da, temelde en az iki kişiden mürekkep bir yapıdan başlayarak kurumsal boyuta kadar uzanan sosyal ilişkiler ağını inceleyen bu bilim dalı olarak bilinir.

Bununla birlikte, bu bilim dalının ideolojikleştirmenin aracı kılınması kendi doğasında olan bir hususiyettir. Bu hususu belki bir başka çalışmada ele almak mümkün. Ancak burada, sosyolojiyi bir bilimsel faaliyet olarak yerli yerine oturmak kadar, ondan hareketle nasıl ideolojikleştirmenin aracı haline getirilebildiğine değinmekte yarar var.

Belirgin toplumsallıklar

Öyle ki, adına kurucu sosyologlar denilen Fransa, Almanya başta olmak üzere bazı Batı Avrupa milletlerinin toplumsal gerçekliğinin ürünü olan sosyal düşünürlerin ortaya koydukları görüşler kendilerini anlama konusunda bir çaba olarak değerlendirildiğine kuşku yok.

Bununla birlikte, adına sosyoloji teorileri denilen ve Batı Avrupa sosyalliğinin, kavramsallaştırılmış ve genellemelere yönelik bu çabasının, bu ve benzeri toplumlar dışında, ne tür bir etkisi olduğunu herhalde ideolojikleştirilmiş yapılardan daha açık bir şekilde ortaya koyacak bir durum olamaz.

Sosyoloji’nin teorik yapısı ile ideolojikleştirilmiş konumu arasındaki ilişki bizatihi, sosyolojinin kendini temellendirdiği bilgi kaynaklarında ortaya koyar.

Karşılığını Aydınlanma düşüncesinde bulan bu bilgi kaynakları, yine Batı Avrupa toplumlarının düşünce geleneğinden beslenmekle birlikte, aynı zamanda bu gelenekten kopuşun ve bundan kayda değer bir şekilde evrilişin de adıdır.

Bununla birlikte, sosyolojinin ideolojikleştirilmesinde kurucu isimlerden biri olarak öne çıkan, sosyologluğundan ziyade, haddi zatında bir ekonomist olan Karl Marx’ı anmak gerekir.

Marx, ekonomi biliminin verilerinden istifade ile ortaya koyduğu teorik yaklaşımlarında, sırtını bir yandan Alman idealist geleneğinin güçlü ismi Hegel’e öte yandan, burjuva ekonomistleri olarak adlandırılan Adam Smith, David Ricardo, Adam Ferguson gibi isimlere yaslarken, döneminin Avrupa toplumsal ilişkiler ağında belirleyecilik rolü oynayan sanayileşmenin ürettiği ayrıştırıcılık üzerinden bir tür ideolojikleşmeye yönelmiştir.

Teoriden aktivizme: Karl Marx

Temelde her insan toplumunda karşımıza çıkan adalet/adaletsizlik ilişkisi üzerinden yapılandırdığı ideolojik duruşunda tavrını iki zıt kutupdan birinden yana kullanmaktadır. Buradan bir adaletin çıkıp çıkmayacağı ise bir başka sorundur.

Öyle ki, adına üretim araçları dediği, üretim süreçlerinde sermaye ve bu sermayenin edinebildiği üretimdeki araçların sahipli karşısında sermayedara hizmet eden ve üretim araçlarını kullanma kabiliyeti ile sahip olduğu emeğini satan kitle yani, işçinin karşılaşmasında ikincisi lehine geliştirdiği bireysel tutumu ve yaklaşımı, onu bir anlamda diyalektik merkezli teorik çalışmasının dışına iterek, onu bir aktiviste dönüştürmüştür.

Bu noktada, Marx’ı bir aktivist sosyolog olarak tanımlamak mümkündür. Ancak konumuz çerçevesinde sorun da burada başlıyor.

Marx, sosyolog kimliğini üzerinde taşıan bir sosyal bilimci/düşünür olarak devrim düşüncesini içinde saklamakla kalmayan, bunu dışa vuran, devrimi özleyen ve bunu pratiğe geçirmeye çalışan bir aktivisit, bunun araçlarını yazılarıyla kitlelere ulaştırmaya çalışan bir ideologdur.

Her ne kadar, yaşadığı dönemde, devrimi göremese de, bu yöndeki edimleri onu günümüze kadar ilgili kitleler nezdinde bir öncü kılarken, bu kitleler toplumsal ilişkilerde/düşüncelerde kendilerini yapılandırmada Marx’ın teorilerini sosyolojik bir gerçeklik olarak anlamak ve anlamlandırmak yerine, belki de daha çok onun aktivistlik/ideologluk yanından istifade ile doğrudan pratik çözümlere ulaşma arzusu peşindedirler.

Böyle bir ifade kullanırken, aslında ortaya bir genellemeci bir yaklaşım sergilediğimizi de ifade edelim. Zaten sosyolojinin yaptığı gizli/açık biraz da bu!

Sosyolog veya genel itibarıyla sosyolojiden beslenen kişiler, bu alanın bir bilim dalı olmasının gereği olarak algılama, anlama, analiz süreçleri ile araştırmalarını yürütürken,  bunun ötesinde sosyolojiyi bir toplum kesiminin çıkarları uğruna kullanacak şekilde bir çaba sergilemeleri, ideolojik yapılaşmanın kapısını aralamalarına yol açmaktadır.

İthâl ideolojiler

Batı Avrupa dışındaki toplumlarda, böylesi bir ideolojikleştirmenin dışarıdan ithâl edilme boyutu, sorunun daha da açmaza girmesine neden olmaktadır.

Belirli toplumların, kendi öz toplumsal gerçekliklerine ulaşma noktasında yaşadıkları kısırlıkları aşmanın adı, Batı Avrupa’nın ürettiği sosyolojinin teorilerine ve yaklaşımlarına kendini hazır hale getirmektir.

Bu çerçevede, geniş kitlelerin sosyolojinin teorik yapılaşmasını anlaması mümkün olmadığına göre, -ya da böyle bir beklentinin ne kadar sağlıklı olup olmadığı da tartışılabilir- alınması gereken sosyolojinin ürettiği ideolojikleştirmedir. Bu noktada araçsallaştırılan sosyoloji, geniş kitlelerin neredeyse varlık bilincini oluşturmasıyla gayet önemli bir ‘toplumsal işlev’ yerine getirmektedir. 

Yukarıda Marx örneğinde görüldüğü üzere sosyolojinin sağladığı ideolojikleştirmenin, Batı Avrupa dışındaki toplumlara ulaşmasında, sosyoloji teorilerinin bir imkân sağladığı da ortadadır.

Bu noktada, Batı ve ötekiler tartışmalarında, Batı Avrupa toplumsal gerçekliklerinin aynısının ve/ya benzerinin diğer toplumlarda aranmak istenmesi gibi genel bir eğilimden söz edebiliriz.

Örneğin, Batı’da sınıf temelli toplum algısı ve yapılaşması olduğunu ileri süren bir sosyolojik yaklaşımın Batı Avrupa Ortaçağlarına özgü feodal toplum yapısının diğer toplumlarda da olduğunu büyük bir cesaretle ifade edebilir. Ya da böylesi bir olgunun varlığına inandırıcılık kazandırma adına bazı araçları gündeme taşıyarak ortaya koyabilir. 

Bu çerçevede, dışardan bir yaptırım ve yapılaştırma olarak sömürgecilik süreçleri ile adına ulus devlet denilen ve kendine Batı Aydınlanması içerisinde yer bulmaya ve temeller aramaya -bir anlamda mahkum edilen- varlıklar, bizatihi böylesi bir arayışı ve yapılandırmayı ortaya koyabilir.

Batı Avrupa’daki tarihsel değişim süreçleri çerçevesinde gündeme gelen sosyolojik teorileştirmelerinin ortaya koyduğu hususlar bir gerçekliğe tekabül etmektedir.

 

Bununla birlikte, Batı dışı toplumlarda yaşanan değişimleri ya bizatihi dışarıdan, ya da dışarı ile bağlantılı iç unsurların zorlamaları ile ortaya konduğuna genel olarak tanık olunmaktadır.

 

Bu durum, söz konusu teorilerin dayandığı toplumsal değişme süreçlerinin gerçekleşmediği bir toplumda bunları uygulama imkânının, ancak ideolojik bir nitelik kazandırılmış bir yapıyla ve bu anlamda ilgili topluma uymayan yeni toplumsallıklarla ortaya çıkartılmasına yol açmaktadır.

 

Oysa, sosyolojinin gayet önemli işlevi olan, toplumlarda kurulu yapıları ve değişimleri anlama/anlamlandırma çabasının öncellenmesi gerekirken, bunun yerini bir anlamda kolaycılıkla anılabilecek ideolojik yapıya terk ettiği görülür.

 

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/03/12/bir-ideolojik-aygit-olarak-sosyoloji-ve-karl-marx-sociology-as-an-ideological-tool-and-karl-marx/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder