31 Ağustos 2019 Cumartesi

Monşerlik algısı üzerine


Mehmet Özay                                                                                                                        31.08.2019

Bir süre önce Ankara’da gerçekleştirilen Büyükelçiler toplantısı her yıl düzenlenen kurum içi bir etkinlik olup pek yankı bulmasa da, bir iki çevrede ele alındığına tanık olundu. Bu noktada kaleme alınan bir yazı, kariyer diplomatlık kavramı üzerinden son dönemde kurum dışından yapılan atamalara dolaylı bir gönderme yapıyordu.

Söz konusu yazıda, kariyer diplomatlığın ne denli ‘meşakkatli’ bir iş olduğu üzerinde durularak, dışarıdan yapılan atamalarla göreve gelenlerin bu meşakkati çekmedikleri ve dolayısıyla üstlendikleri görevi yerine getiremeyecekleri üstü kapalı olarak dile getiriliyor, eleştiriliyor.

Tabii kariyer diplomatlık olgusu başka bağlamlarda da gündeme gelmişti ve gelmeye devam ediyor. Örneğin, bunlardan biri ‘monşerlik’…

Geçmişi 19. yüzyıl Osmanlı elçilerinde görülen bazı özelliklere atıflara kadar geri götürebilecek bu kavram, bir tür Batı özentisini içinde barındırırken, kuşkusuz günümüz için bunun ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bundan mütevellittir ki, bu kavramın kendileri için kullanılmasından oldukça alınan elçiler olduğunu da ileri sürmek mümkündür.

Bu kavram üzerinden ortada kayda değer bir anlaşmazlıktan ve hatta bir tür çatışmanın varlığından söz etmek mümkün.

Herhalde bu noktada, ‘elçilik’ vazifesinin neye tekabül ettiğini, bir dönem bu görevde bulunmuş bir kişinin ifadelerini hatırlayarak ortaya koymak mümkün. ‘Kariyer diplomatlıktan’ gelmeyen ve henüz çiçeği burnunda elçinin, şık bir otel restoranında ağırladığı misafirler arasında bulunan bir dostun aktardığına göre, söz konusu elçi içinde bulunduğu makamı tanımlarken, “Aman efendim, bizler neyiz ki, adımız üzerinde elçiyiz. Görevimiz, Ankara’nın taleplerini buraya, buranınkileri Ankara’ya iletmekten ibaret.” der. İki taraf arasında ‘taşıyıcı’ konumunda olunmasını ifade eden ‘elçiye zeval olmaz’ lafı da, bununla alâkalı olsa gerek.

Göz yaşartacak denli bir alçakgönüllüğü içinde barındıran bu yaklaşımın geçici olduğuna, aynı ‘kariyer diplomatlıktan’ gelmeyen elçinin göreve başlamasından birkaç yıl sonraki tutum ve yaklaşımlarda ortaya çıktığına tanıklık ediliyor, aynı dostun aktardığına göre. Öyle ki, artık elçimiz aradan geçen süre zarfında olgunlaşmıştır, görev yaptığı ülkeyi baştan sona hıfz etmiş olmaklığıyla artık tabiri caizse bulutlar üzerindedir, ulaşılamaz bir noktadadır.

Bu tür bir davranış ve yaklaşım değişiminin tek bir bireyde kalıp kalmadığı ve/ya genelleştirilip genelleştirilmeyeceği ise tabii ki, bir bilimsel bir araştırmayı gerektirir. Ancak ‘pür gözlemler’ bilimsel araştırmaların başlangıç safhası olması, bazı hipotezlerin ortaya konması açısından kayda değer bir süreç olduğu hatırlandığında, biraz durup düşünmekte fayda var.

Yukarıda dikkat çekilen ‘monşerlik’ olgusunun ısrarla kullanılmasının nedeni, elçilik makamında bulunanlar ile bu makamdan beklentileri olan çevre ve/ya çevrelerin görüş ayrılıklarında aramak gerekir.

Anlaşmazlığın nerede odaklandığını ise, herhalde bunun ‘diplomatlık’ kavramı ile bağlantılı olup olmadığıyla birlikte düşünmekte fayda var. Diplomatik üslup/tavır/yaklaşım denilerek, iki ülke arasını bozmama konusu anlaşıldığı sürekli dile getirilir. Sanki elçilerin görevinin, yabancı muhatabına sürekli tebessüm etmekle, el sıkışmak arasında gidip gelen dar salınımlı bir etkileşimden ibaret olduğu izlenimi uyandırıyor ve oldukça steril bir ortama gönderme yapıyor. Hem de sadece alçakgönüllü ve monşer olarak adlandırıldığı gözlemlenen elçilerce değil, bunların altında yer alan memurin kadrosundakilerden de bunları işitmek mümkün. Sizce de can sıkıcı bir durum değil mi, Allah aşkınıza? Bu sterillik ile gerçeklik arasındaki ayrım, kimin, neye ve nasıl hizmet ettiği ve edebileceği sorularını da akla getiriyor ister istemez.

Burada belki de, değişen Türkiye’nin veya Türkiye’nin değişmek isteyen çevreleri ve kurumları ile değişmemekte ısrar edenleri ve/ya kurumları arasındaki bir çelişkiden de bahsetmek mümkün!

Ülkenin tarihsel derinliği yeniden ortaya çıkarma, farklı coğrafyalardaki milletlerin veya bu milletler içindeki bazı unsurların sizden beklediklerine makul bir şekilde karşılık vermenin gerekleri ile bu derinlikten bihaber olmakla, sizden beklenti içindeki kitleleri görmezden ve duymazdan gelmenin ayrışmasıdır aslında karşımıza duran.

Ancak iki ülke ilişkilerini bozmama bağlamının, ilgili ülkelerin ana yurda en iyi şekilde tanıtılması, ana yurdun da ilgili ülkede karşılığını en iyi şekilde sağlanmasına mani değil ve olmaması gerektiğini belirtmek gerekir.

Görev yapılan ülkenin insanlarını, kültürünü, adetlerini, dinini vb. toplumsal yapılarını anlamama çabası, hatta ve hatta tiksinti duyarcasına bir tür kaçışma haline sahip olunması sahip olunması beklenen derinlikten yoksunluğa götüren araçlar hükmünde olduğu gayet açık. Tam da burada, monşer ifadesinin kullanılmasına sebep olan vak’aların neler olduğu ve olabileceğine dair bir görüntü çıkıyor önümüze.

Geçenlerde, göz gerdirmekte olduğum bir tarih kitabında, 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı elçilerine dair pek de iç açıcı gelmeyen ifadeler vardı. Akla, acaba söz konusu bu kuruma karşı eleştirel tutumun geliştirilmesinde kurumun ağır tarihi hatalarla bezeli geçmişinin bir rolü yok mu sorusu geliyor ister istemez. Bunun ardından, “Ama bizi çalıştırtmıyorlar ki…” ifadeleri kulağıma gelir gibi oluyor nedense.

Ülkesini ve ülkesinin devlet başkanını, uluslararası arenada temsil etmekle yükümlü olan kişilerin, herhalde yurt dışında yanlarında bulacakları, desteklerini alıp desteklerini esirgemeyecekleri kişilerin başında, kendi vatandaşları ile ilgili ülkenin size yakın siyasi ve toplumsal çevrelerinin olmasından gayet daha doğal bir durum olamaz.

Tıpkı diğer kurumlar gibi bu kurum da değişim süreçlerine tabi ve aynı zamanda, değişimi yönetebilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Ancak bunun için güçlü bir irade ve iradelerini serbestçe ortaya koyma kabiliyetine sahip bireylerin olması gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder