4 Şubat 2019 Pazartesi

Endonezya-Hindistan bağlamında ‘Asya Düzeni’ (I) / ‘Asian Order’ in the context of Indonesia and India (I)


Mehmet Özay                                                                                                                         04.02.2019

foto: thejakartapost.com
Asya-Pasifik bölgesine yönelik önem, küresel bir belirginlik kazanmış durumda. Bu gelişmenin durması bir yana giderek varlığını daha da etkin bir şekilde sürdüreceğini öngörmek kehanet olmayacaktır.

Öyle ki, bir yandan Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) gibi kurumlar öne çıkar ve yeni birlikler hayata geçirilmeyi beklerken, aynı zamanda devletlerarasında ikili ilişkiler de farklı bir boyuta taşınıyor.

Bu bağlamda, tarihsel olarak Çin’le birlikte bölgenin iki önemli kültür ve medeniyet kaynağından biri olan Hindistan ile Malay dünyasının özellikle demografik yapısıyla temsilcisi konumunda olan Endonezya arasında yetmişinci yılına ulaşan siyasi ilişkiler yeni açılımları ile gündeme geliyor.

Bölgesel alternatif

Hindistan başbakanı Narendra Modi’nin geçen yıl Mayıs ayında Endonezya’ya yaptığı resmi ziyarette yeni kapsamlı stratejik işbirliği anlaşması ile söz konusu yetmiş yıllık birikimin yeni bir düzeye taşınması hedefleniyor.

Bugün Asya-Pasifik bölgesi denildiğinde gündemi belirleyen ABD-Çin çekişmesine karşılık, bölgede demografik, teritoryal genişlik ve etki alanı, doğal ve zengin kaynaklar gibi bağlamlarıyla Hindistan ve Endonezya alternatif ve potansiyelleri ile dikkat çekiyor. Bu birbirine komşu iki ülkenin sahip olduğu ve Asya-Pasifik bütününe ve hatta küresel boyuta taşınabilecek özellikler sadece bunlarla da sınırlı değil.

Sömürgecilikten ABD’nin varlığına parçalanmışlık hali

Uzun dönem biri İngiliz diğeri Hollanda sömürgeciliğine konu olan bu iki ülkenin kadim dönemden başlayan dini ve kültürel ortak noktaları kadar, bizatihi sömürgecilik karşısında tavır alışlarında gözlemlenen benzerlikleri, iki ülkenin modern dönemde siyasal işbirliğine kapı aralanmasındaki temel faktörler olarak göze çarpıyor. Bu noktada, sonun başlangıcı diyebileceğimiz 2. Dünya Savaşı yıllarına kısaca bakabiliriz.

O yıllarda yaşanan siyasal hesaplaşmanın bugünlere uzanan bir etkisi olduğuna şüphe yok. Bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı öncesinde Japonya’nın, Batılı sömürgecilerin varlığına son verme gayesiyle neredeyse tüm bölgede sergilediği yayılmacılık, farklı bir gelişmeden kaynaklanan sebeple ABD’yi bölgeye taşıdı.

Endonezya’da İslami yapılaşmanın ve modern milliyetçi hareketlerin hazırladığı sürecin ardından Japonların varlığıyla Takımadalar yani, Endonezya bağımsızlığa ulaşırken, eski gücünden çok şey kaybetmiş ve ortaya çıkan yeni siyasi ve toplumsal taleplere karşılık veremeyeceği düşüncesiyle İngilizler de Hindistan topraklarında bağımsızlığı onayladı.

Bu bağlamda, ABD 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle imparatorluk devrini kapatan İngiltere Krallığı’nın yerini alırken, etkisi bugüne kadar devam edecek bir sürecin de habercisi oldu. Soğuk Savaş döneminde bölge iki blok arasında ayrışmaya konu olurken, bazı ülkelerin -ki bunların başında Hindistan ve Endonezya geliyordu- tarafsızlık tercihleri siyasi farklılaşmaları ortaya koyuyordu.

Soğuk Savaş’ın ardından ise, küresel siyasal etkileşimler ve çekişmeler konusunda az yoğunluklu bir dönem yaşansa da, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren giderek artan bir şekilde ABD-Çin mücadelesine tanık olunuyor. Ortaya çıkan bu yeni çatışmacı ortam salt mevcut ABD başkanı Donald Trump’ın siyasi duruşu ve/ya duruşsuzluğu ile açıklanamayacak kadar derin bir bağlamı olduğu ileri sürülebilir.

Bir alternatif mümkün (mü?)

Ancak ortaya çıkan bu durum karşısında Endonezya ve Hindistan’ın siyasi işbirliğinin bölgeye kazandırabileceği neler var sorusunu da sormak gerekiyor.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, 2. Dünya Savaşı sonrasında, bağımsızlık mücadelesini izleyen yıllarda Doğu ile Batı’yı ikiye ayıran ve aslında Batı toplumsal yapılaşması ve düşüncesinin ürettiği kapitalizm ve komünizm mücadelesi karşısında tarafsızlığı ile öne çıkan iki ülkeden bahsediyoruz.

Bununla birlikte, iki ülke, adına ‘bağlantısızlar’ denilen oluşumun iki önemli temsilcisi olsalar da, Soğuk Savaş döneminin küresel ilişkilerde belirlediği hiyerarşik yapılanmadan ne kadar uzak durabildikleri de bir o kadar tartışmaya açık bir konudur.

Söz konusu iki ülke için de, belki bu süreci en iyi tanımlayacak hususlardan birinin ‘içe kapanma’ olduğunu ileri sürebiliriz. Bir yandan, sömürge döneminin yaraları, öte yandan daha bu yaralar tazeliğini korurken, doğu-batı ayrışmasının getirdiği derin yarılma kendinde ve dinamik bir siyasi ve toplumsal yapıya kavuşuncaya kadar, en azından koru/n/macı bir psikolojiyle içe kapanmayı bir alternatif olarak ortaya koyuyordu.

Her ne kadar, bağlantısızlar oluşumu, bir blok olarak kabul edilebilecek güney-güney ilişkisi ve işbirliğinin ilk örneklerini verse de, direnç noktalarında sürdürülebilirliğinin gerçekleştirilememiş olması da bir o kadar gerçeklik payı içeriyor.

Farkılık, düzen ve barış

Ancak burada dikkat çeken bir husus var ki, o da iki ülkenin dini çoğulculuğundaki benzerlikler kadar, tezat teşkil edecek denli demografilerinin çoğunluğunun birbirine ‘uzak’ dini yapılardan teşekkül etmesidir.

Bugün neredeyse hem ulus-devletler hem küresel bağlamda çatışma olgusunu açıklamada referans olarak kullanılan dini farklılaşmalar iki ülke özelinde aksi bir durum sergiliyor.

Bu bağlamda, hiç kuşku yok ki, Batı’nın tarihsel olarak tecrübe ettiği pek de söylenemeyecek ve modern ulus-devletler döneminde de çoğulcu dini yapılar karşısında kendini bir tür tehdit altında gördüğünü açık/gizli ortaya koyan tepkileri ile de çelişen bir durumdan bahsediyoruz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder