7 Ocak 2025 Salı

Trump’ın Şi Cinping’i daveti ne anlam ifade ediyor? / What does Trump's invitation to Xi Jinping mean?

Mehmet Özay                                                                                                                            01.07.2025

Donald Trump’ın 20 Ocak törenine Şi Cinping’i daveti ne denli anlamlı?

Bu husus, bugünlerde Çin’de konuşulan konuların en başında geliyor ve davetin gündeme gelmesinden bu yana tartışılan birkonu.

Söz konusu bu davetin ve vermek istediği mesajın sadece iki üke ilişkileri açısından önem arz etmekle kalmıyor.

Bunun yanı sıra, başta Doğu ve Güney Çin Denizi’ni çevreleyen ülkeler için dikkate değer bir gelişme olarak ele alınmayı hak ediyor.

Tarihde vardı

Tarihin değişik evrelerinde farklı coğrafyalarda, farklı dini-kültürel yapıları temsil eden devletlerin başına geçen hükümdarlar bu gelişmeyi, ‘dünya aleme’ ilân etmeyi, egemenliklerinin tanınması ve pekişmesi bağlamında siyasal bir zorunluluk addederken, kendilerine yakın bildikleri devletlerden elçilerin özellikle de, hükümdar ailesine mensup bireylerin davetleri de bir bayram atmosferinin ortaya çıkmasına neden olan gelişmelerdi.

Bugün, 21. yüzyıl siyasal gerçekliğinde, benzer gelişmelere nadir de olsa rastlanırken, böylesi davetler genelde tanıdık, bildik komşu devletlerle sınırlı bir yapı arz ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

İkircikli durum

Donald Trump, ikinci başkanlık sürecine başlayacağı 20 Ocak günü yapılacak törene, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’i daveti, ‘çelişkilerle dolu karakteri ve ifadeleriyle’ tanınan Trump’ın, bu davetten ne kast ettiğinin iyi anlaşılmasını gerektiriyor.

Ancak gözlenen o ki, temelde önemine kuşku olmayan bu davetin, muhatapı tarafından dikkate alınabilmesi önündeki engelleri oluşturanın da bizatihi Trump’ın kendisi olması ikircikli bir durumun ortaya çıkmasına neden oluyor.

Bu çelişkinin kronolojik olarak en görünür yanında, Trump’ın, başkanlık seçimi öncesi kampanya sürecinde, ABD’nin en önemli rakibinin Çin olduğu ve dış politika’da önceliğin, bunun üzerine inşa edileceğine açıkça vurgu yapması bulunuyordu.

Bunu, seçim rekabetini kazanmasının ardından oluşturduğu hükümet üyelerini yani, kabine mensuplarını seçiminde Çin başta olmak üzere dünyanın önemli güç odaklarıyla rekabetçi, hatta çatışmacı bir eğilimin ortaya çıkacağı izlenimi uyandıran isimleri barındırması ile pekiştirme yoluna gitti.

Trump’un 17 Aralık’ta yaptığı davetin şaşkınlık uyandırması temelde bu sebeplere dayandığını söyleyebiliriz.

Yenilikçi tutum

Yukarıda dikkat çekilen durumun dışında ve ötesinde, Trump’ın ABD’nin en önemli rakibi olarak gördüğü Çin’in devlet başkanına yaptığı daveti, küresel siyasette yenilikçi bir yaklaşım olarak görmek de mümkün.

 

Aynı davet söylemi içerisinde yer alan, “... dünya meselelerini birlikte halledelim” anlamına gelen ve resmi davetin içeriğine doğrudan gönderme yapan boyutu da, davetin bizatihi kendisi kadar şaşırtıcıydı.

Aslında, tam da bu durum yani, dünü ve bugünü birbirine uymayan bir Trump siyasal tavrı ve söyleminin özellikle, uluslararası ilişkilerde düzen ve istikrar arayışlarının hiç kuşku yok ki, önce lider olduğu iddiasındaki siyasetçilerin söylemlerinde ortaya çıkması gerektiği konusundaki temel kuralla çelişiyor.

Dünya meselelerinin Çin’le birlikte halli konusunun Trump tarafından seslendirilmesini, aslında, olumlu bir gelişme olarak görmek gerekir.

İnsanlığın geleceği

Bununla birlikte, Trump’un böylesi bir politikanın mucidin olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor.

Örneğin, 2024 yılı Eylül ayında dönemin, Çin Halk Ordusu komuta kadrosunun önemli isimlerinden ve Askeri Bilimler Akademisi eski başkan yardımcısı General He Lei, yaptığı açıklamada, “risklerin yönetimi” kavramsallaştırmasıyla tam da, bu konuyu gündeme taşımıştı.

Lei, açıklamasında “Çin ve ABD’nin günümüz dünyasının önemli güçleri” olduğunu söylemiş ve bu iki gücün ilişkilerinin, “insanlığın geleceğini belirleyeceğini” ifade etmişti.

Bir tür abartının da olmadığı söylenemeyecek olan bu ifadenin en azından bugünkü görünür ve hissedilir tehditlerin ve bunların yakın geleceği yaptığı projeksiyon noktasında bu iki gücün ilişkilerinin yapıcılığına kuşku bulunmuyor. 

Bugüne geldiğimizde, Trump’ın yukarıda dile getirilen davetten kastının, bu düşünce yapısına denk gelmesi bir tesadüf olmasa gerek...

Çinden geçen yıl gelen mesajın yanı sıra, Trump’ın davet konusunda kapsamlı bir siyaset düşüncesi var ise “Acaba bunun, 2023’de San Francisco’da yapılan ABD-Çin Zirvesi’nin bir devamı mı olacak?” türünden bir soru da akla gelmiyor değil.

Bu hem, Trump’a “coğrafi olarak daha yakın” bir yerden ve “rakibi de olsa, içerden bir ses yani, Biden’in gündemine aldığı bir konuydu.

Ya da tarihsel olarak biraz daha geriye giderek, günümüz Amerikan gazetecilik dünyasının duayenlerinden Thomas Friedman’ın, Çin ziyareti vesilesiyle iki ülke ilişkilerinde yapıcılığa vurgusunu temellendirmede, “Nixon dönemi işbirliği sürecine atfının, Trump’da bir yansıması olabilir mi?” diye de sormak gerekiyor.

Şi Çinping gider mi?

Çin siyasi elinin, şu ana kadar Trump’ın davetine bir cevap vermemiş olması, kafaların biraz karıştığını gösteriyor.

Ortada iyi bir hesaplama sürecinin olduğuna kuşku yok. 

Trump’ın olmadık sürprizlerine yakalanmak mı, yoksa Trump’ın dışında ve ötesinde küresel kamuoyuna verilebilecek olumlu mesaj mı?

Böylesi bir ziyaretin, dünya kamuoyu ve hatta ekonomisi için ne denli çarpıcı sonuçlar doğurabileceği ihtimali bile bu davetin bizatihi kendisini çok önemli kılıyor.

Şi Çinping’in bir yanda yüzde 60’lık tarifle yüzleşmek mi, öte yanda, böylesi bir gelişmenin ortaya çıkmasına karşın, Çin’in -en azından başta Asya-Pasifik bölgesi ülkelerinden başlayarak - şimdiden arkasına aldığı düşünülebilecek küresel desteğin oluşturacağı yeni bir eko-politik gelişme kapı aralamak gibi iki durumla karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. 

Şi Çinping’in olası ziyareti sürecinde, Trump’ın konuğuna, ‘Hoş geldinin. Size yarın, yüzde 60’lık tarif uygulamaya başlıyoruz mu?” diyecektir yoksa, “iki ülke ekonomik ilişkilerinde sürece yayılan bir yeniden yapılandırmadan mı?” söz edecektir.

Kanımca -daveti kabul etmesi halinde, her iki halde de kozu eline geçirecek olanın Şi Cinping olduğunu söylemek mümkün...

“İnsanlık aleminin geleceğini belirlemesi” gözüyle bakılan ABD-Çin ilişkilerinin ilk raundunun bu davet vesilesiyle başlaması gayet ilginç bir sürecin olacağını ortaya koyuyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/trumpin-si-cinpingi-daveti-ne-anlam-ifade-ediyor-what-does-trumps-invitation-to-xi-jinping-mean/

Bir tarih çalışması: Pan-İslam, Osmanlı ve Malay Dünyası / A history work: Pan-Islam, the Ottomans and Malay World

Mehmet Özay                                                                                                                            05.01.2025


Bütün bir 19. yüzyılın Müslüman coğrafyalarda benzerlik gösteren gelişmelerle dikkat çektiği konusunda bir konsensustan bahsedilebilir.

Bunun adının da, ‘sömürgecilik’, yükselen sömürgecilik ve yanlış bir şekilde de olsa, ‘emperyalizmin yayılması’ gibi kavramlarla olduğu gözlemlenir.

Aynı tarihsel dönemin hem, Osmanlı Devleti hem de, diğer müslüman devletler ve bölgeler için şu veya bu şekilde bir yenilenme, dirilme hareketlerine konu olduğu söylenebilir.

Bu yenilenme, dirilme süreçlerinin bir bölümünü, Osmanlı örneğinde olduğu şekilde, Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) süreçlerinde ortaya çıktığı üzere yönetim, idare, ekonomi, eğitim, sağlık gibi alanlarda görünürlük kazanırken, farklı bölgelerde -örneğin, 1820’lerde bir yandan Cava’da Prenegoro, Palembang’da, 1830’larda Padang’da başgösteren sömürge savaşları vb. süreçler gibi - sıcak gelişmeler sömürgeciliğin yayılmacılık süreçlerine karşı geliştirilen bir haklı çıkış ve/ya salt bir tepkisellik olarak değerlendirilebilir.

Bu kısa girişle bir konuya giriş yapmak istediğim aşikȃr...

O da, bu günlerde üzerinde çalıştığım bir konu çerçevesinde, ele alıp okuma fırsatı bulduğum bir doktora tezi ve bu tezin yukarıda dikkat çekilen konularla bir şekilde bağlantılı bölümüyle ilgili...

Snouck atfı: 2. Abdülhamit beğenmiş olmalı!

2018 yılında ‘Columbia’ Üniversitesi’nde verilmiş olan doktora Osmanlı Devleti ile geniş Malay Dünyası arasındaki yüzyılın özellikle, 1850’den 1910’lu yıllara kadar olan bölümüne -derinlikli olmasa da-, dikkat çekmesiyle önem taşıyor.

Yazarın temel argumanını, Osmanlı Devleti ile özellikle Hollanda sömürge yönetimi arasında bir benzerlik geliştirme/bulma çabası oluşturuyor.

Bunu sağlayacak bir aygıt/eleman olarak ise Snouck Hurgronje’un kaleme aldığı bir küçük risaleye gönderme yapıyor.

Tartışmak istediğim husus, Hurgronje’un eseri değil...

Belki, bunu bir başka yazıda ele almak mümkün.

Nihayetinde çalışmanın bu bölümünden edindiğim ilk izlenim, 1908’de meşruiyet’in ilȃnından bir hafta sonra İstanbul’a gelerek görüşlerini yüksek sesle dile getiren Hurgronje’un ‘tezinin’ kanımca, 2. Abdülhamit’in hoşuna gidecek bir boyuta sahip olmasıdır... 

Bu ipucu, konunun ne denli heyecan verici olduğunu yeterince ortaya koyuyor olmalıdır..

Doktora-saha çalışması

Öncelikle, doktorasını başarıyla veren akademisyen arkadaşımızı kutlamak gerekir.[1]

Taa Columbia Üniversitesi’nden Osmanlı’ya oradan, Malay dünyasına uzanarak bir tez yazmak epeyce bir niyet ve gayret gerektirir.

Hoş yaşadığımız dönemde, kimileri için artık sahaya inmek, ilgili ülkelerin ve şehirlerin kütüphanelerine ve arşivlerine girmek gibi bir zahmete gerek kalmadığı düşünülebilir.

Veya tezin 2018’de verildiği dikkate alınacak olursa, kaynakların çoktan ABD akademi kurumlarınca ellerinin altında tutulduğunu da düşünmek mümkün.

Ancak var olan kaynakların ‘fiziki’ kullanımı, anlaşılması kadar, ilgili verilerin yorumlanma süreçlerinin de bir o kadar önemli olduğunu hatırlatmak gerekir.

Bu anlamda, sahada olmanın kaçınılmaz bir önemi olduğu ortaya çıkar ki, yapılacak analizlerde ve yorumlarda bu, kesinlikle yadsınmaması gereken bir husustur.

Malay devletleri – Osmanlı – Pan-İslam

Çalışmanın ilgili bölümünde dikkat çeken durum, Osmanlı Devleti ile Malay devletleri ve toplumları ile bu toplumlar içerisinde küçük bir azınlığı teşkil eden gruplar üzerinden geliştiği görülen ilişkilerin sunuluş biçimidir.

Müslüman toplumların biri doğu’da yani, Malay dünyasında, diğeri batısında yani, Osmanlı özelinde ortaya konulan ilişkinin Pan-İslam’a sarılarak açıklanması sanki, hızı alınamamış veya benzeri çalışmalarda tekrarlanagelen genel geçer yaklaşımlarla benzerliğidir.

Pan-İslam bağlamını, 2. Abdülhamit ile ilişkilendirmenin anlamlı yönü olduğu kadar, Pan-İslam’ın hem, Osmanlı Devleti özelinde hem de, genel olarak Malay Dünyası’nın Osmanlı ile geliştirdiği siyasal ilişkiler noktasında kronolojik ve kapsam olarak farklı açılımları olduğunu burada bir kez daha tekrarlamak isterim.

Ancak yazar, bu farklılaşmaları okuyabilme ve yorumlayabilme imkȃnını yakalayamamış olmasını -güçlü bir önyargıdan bağımsız olarak söylemeye çalışıyorum- iyi anlamamız lazım.

Bunun maddi nedenlerinden birini, yukarıda dile getirmeye çalıştığım hususlardan en temel olanıyla yani, sahada olup olmama konusu teşkil ediyor. ABD kurumları Malay dünyasının tüm kaynaklarını ellerinde toplamış olabilir.

Ancak, bunun sağlamasını, tezin ilgili bölümünde görmek mümkün olmuyor kanaatindeyim.

Oysa, saha çalışması gerçekleştirilmiş olsaydı, -yazarın saha çalışması yapmadığını okuduğum bölümler üzerinden değerlendirmemden çıkarıyorum-, öte yandan, saha çalışması yapıp da sağlıklı yoruma ulaşamamış ise, bu daha büyük bir akademik hata gibi duruyor- herhalde Osmanlı’nın değil de, önce Malay siyasal yapılarına mensup olan çevrelerin sürekli İstanbul’un kapısını tokmaklamalarını görmüş ve anlamış olurdu.

Bu bağlamda, Osmanlı’ya siyasi ilişkiler geliştirme noktasında Açe’nin (hem 16. ve hem de 19. yüzyılda) ve Jambi’nin (19. yüzyılda) örnek olarak veriliyor ki bu doğrudur.

Bununla birlikte, 19. yüzyıl ortasında İstanbul’u ziyaret eden iki devletin elçilerinin kronolojik olarak yanlış sunulduğu görülüyor. İstanbul’a önce gelen Açe elçisidir, birkaç yılın ardından gelen ise Jambi elçisidir... (s. 209).

Takımadalar: Endonezya Müslümanları değil!

Bir diğer husus, ki azımsanmayacak bir yanlış bağlam gibi duruyor...

O da, “Endonezya Müslümanları” (Muslim of Indonesia) kavramının kullanılışı ile bu toplum içerisinde ‘özel’ bir yere sahip olduğu ileri sürülen Hadrami kesimin Osmanlı ile ilişki türünün doğru anlaşılıp anlaşılmadığı hususudur.

 Öncelikle, Endonezya adının 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ‘East Indies’ yerine kullanılmaya başlanmış bir adlandırma. Tarihin erken ve geç dönemlerindeki ilişkiler çerçevesinde bu ‘isme’ yaslanmak akademik bir çalışmada ne denli doğru tartışmaya açıktır.

Çünkü, karşımızda ‘monolitik’ bir ‘Endonezya’ yok tarihte...

Kaldı ki, bu kullanımın bugün dahi siyasal çevrelerde eleştiri konusu olduğunu hatırladığımızda, tarihsel gelişmeler muvacehesinde kavramsallaştırmaları, kavramları yerli yerinde kullanmak gerekir.

Açe, Jambi faktörleri bir yana konulduğunda, ‘Endonezya Müslümanları’nın topyekun bir Osmanlı sığınmacılığı düşüncesinde olduklarını söylemek doğru değil.

Kaldı ki, özellikle Açe söz konusu olduğunda, var olanın bir sığınmacılık değil, ‘din-i siyasal’ bağlamında bir işbirliği veya Osmanlı’yı sahip olduğu varsayılan dini-siyasal sorumluluğunu yerine getirme davetidir.

Jambi’nin de kanımca, 19. şüzyıl ortasındaki gelişme dikkate alınacak olursa, Açe’yle kurduğu etkileşim ve iletişim neticesinde İstanbul’a ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Hadrami temsiliyeti: Pan-İslam mı, vatandaşlık mı?

İkinci temel açılım, yani Hadrami ailelerin ki, ‘Endonezya Müslümanları’nın demografik yapısıyla karşılaştırıldığında gayet azınlıkta oldukları görülecektir, ya tek tek -çünkü bunun örneklerini 19. yüzyıl sonlarında görüyoruz, ya da 20. yüzyıl başlarında Osmanlı konsolosları üzerinden Osmanlı vatandaşlığı taleplerinin pek öyle iddia edildiği üzere Pan-İslam’la vs. İlişkisi yok.

Yazar da bunu, “Endonezya’nın Hadrami Arapları bölgenin yerlileri addedilmez” diyerek, -yanlış ifadelerle de olsa-, aslında gizli/açık ortaya koyuyor (s. 217).

Bu olsa olsa, Batavya’daki Hollanda sömürge yönetiminin politikaları neticesinde, ilgili ailelerin kendilerinin, çocuklarının vs. ‘vatandaşlık’ özelinde karşı karşıya kaldıkları zorlama bir Pan-İslamcılık çıkartma olur ki, bu durum, tarihsel gelişmeleri doğru okuyabilmede sorunlar olduğunu ortaya koyuyor.

Bu durumu da, aynı sayfada “... sahip oldukları doğum ve soy’a dayanarak Osmanlı vatandaşlığı iddiasında bulunuyorlar...” dile getiriyor (s. 217)

Diyelim ki, Hadramiler vatandaşlık hususunda Osmanlı’ya başvurdu? Buna Pan-İslam mı diyeceğiz?

Bir diğer soru, Bataviya’daki, Surabaya’dayi, Palembang’daki, Pontianak’daki, Bandung’daki, Bogor’daki, Açe’deki vb. Hadramilerin tamamı mı Osmanlı kapısına çıkıp vatandaşlık istedi?

Akademisyen arkadaşımız şöyle diyor: “... Her ne kadar Pan-İslamizm Osmanlı’ya Hadramilerin Hollandalılar karşısındaki iddialarını meşrulaştırmak için genel bir repertoire sunsa da, Osmanlı hükümeti için, genelde Endonezya Müslümanlar’ından ziyade Hadrami Arapların statüsüsü temel bir ilgi alanı oluşturuyordu” bağlamındaki yaklaşımı, Pan-İslam olgusunun neye tekabül ettiği kadar, Endonezya Müslümanları ile Hadrami aileler arasında gayet önemli bir ayrıştırmanın da yapılmış olduğu belirtiliyor.

Kanımca, bu ilgili sayfalarda ifade edilmeye çalışılan hususların netleştirilmemiş olduğunu söylemek mümkün. Yazarın temel ilgi alanını Pan-İslam oluşturmadığını düşünüyorum. Nihayetinde çıkış noktası, Hadrami ailelerin özellikle Cava Adası’nda maruz kaldıkları statüleri yani ne tür bir ‘vatandaş’ olup olmadıkları hususu.

Ancak bunu dile getirirken, Osmanlı ile ilgiyi kuran ‘Endonezya Müslümanları’ değil elbette, aksine, Açe ve Jambi’nin 19. yüzyıl bağlamında reel, görünür, belgeli varlıkları karşısında bir tür karşılaştırmaya gitme çabasının kafa karıştırıyor olmasıdır.

Zaten bu nedenle sahada olmanın önemine değiniyorum. Sahada olunsaydı, bu toplumların bugünkütemsilcileriyle karşı karşıya gelinseydi, kendi ürettikleri ana kaynaklara ulaşılsaydı, kanımca böylesi bir zorlamaya gerek kalmazdı.

Ne Hadrami ailelerin ve özellikle çocuklarının geleceği için, ‘bir tür çıkar’ sağlamaya matuf girişimlerinden Pan-İslam söylemi çıkardı, ne de, Osmanlı Pan-İslam’ını 2. Abdülhamit’e mal etmekle sınırlayan ve Osmanlı’yı Hint Okyanusu gelişmelerine davet eden Malay devletlerini bu anlamda göz ardı eden bir yaklaşım ortaya çıkardı. 

Malay Dünyası ve Osmanlı ilişkilerinin anlaşılabilmesinin çeşitli safhaları bulunuyor. Bunların içinde saha çalışmasının önemine kuşku yok. Dokümantasyan çalışması anlamlı olmakla birlikte tek başına yeterli olmadığı sürekli gözlemliyoruz.

Akademi dünyasında bu çalışma sahasında olmak isteyen adayların bu ve benzeri hataların farkında olması en büyük temennimiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bir-tarih-calismasi-pan-islam-osmanli-ve-malay-dunyasi-a-history-work-pan-islam-the-ottomans-and-malay-world/


[1] Merve İspahani. (2018). Building Sovereignty in the Late Ottoman World: Imperial Subjects, Consular Networks and Documentation of Individual Idenitties, Ph.D. Dissertation, Columbia University.

4 Ocak 2025 Cumartesi

Bangsamoro’da seçim süreci… / Election process in Bangsamoro…

Mehmet Özay                                                                                                                            03.01.2025

Bangsamoro halkı, Mayıs ayında yapılacak olan yerel parlamento seçimlerine hazırlanıyor.

Filipinler’in güneyinde Mindanao’nun belirli bölgelerini kapsayan, Bangsamoro barış anlaşması’nın nihai sonucu kabul edilen, Moro Halkı’nın otonom yönetime geçişe aylar kaldı.

2014 yılı Mart ayında, Moro İslami Kurtulu Cephesi (Moro Islamic Liberation Front-MILF) ile Filipinler merkezi yönetimi arasında imzalanan kapsamlı barış anlaşması (Comprehensive Agreement on the Bangsomoro) ve 26 Şubat 2019 bu yana uygulanan Bangsamoro Geçiş Yönetimi’nin (Bangsamoro Transition Authority-BTA) ardından, şimdi sıra yerel parlamento seçimlerinde...

8 parti

Mayıs ayında yapılacak seçimler için, Bangsamoro Seçim Komisyonu, geçtiğimiz Ekim ayından bu yana seçim hazırlıklarını sürdürüyor.

Seçimlere 8 partinin katılması bekleniyor.

MILF, gelişmekte olan siyasi hayata adapte olurken, seçimlere, “Birleşik Bangsamoro Adalet Partisi” (United Bangsamoro Justice Party-UBJP) adıyla katılacak.

Ancak, UBJP seçimlerde yanlız olmayacak…

Yerel parlamento seçimlerine katılacak partiler şunlar: Bangsamoro Özerk Yönetim Bölgesi Büyük Koalisyonu (BGC), Birleşik Bangsamoro Partisi (al-Ittihad-UKB), İlerici İttifak (Inclusive Services Progressive Alliance-SIAP), İlerici Bangsamoro Partisi (Progressive Bangsamoro Party), Moro Ako, Bangsamoro Partisi (BAPA), Bangsamoro Halk Partisi (BPP), Bangsamoro Halkları Demokratik Partisi (BPDP), Mahardika Partisi.

Bu geniş dağılıma rağmen, bazı ittifak oluşumlarının ortaya konduğu gözlemleniyor. Örneğin,

Bangsamoro Özerk Yönetim Bölgesi Büyük Koalisyonu (BGC) bünyesinde Al-Ittihad, BPP, ve SIAP yer alıyor.

Bunun yanı sıra, bölgede bağımsızlık süreçlerini başlatan isim olarak da bilinen Nur Misuari’ye bağlı gruplar Mahardika Partisi’nde biraraya geliyor.

Bangsamoro seçime nasıl hazırlanıyor?

Seçim sürecinde istikrar ve güvenliğin sağlanması dikkate alındığında, Seçim Komisyonu’nun kamuoyunu bilgilendirme faaliyeti büyük önem taşıdığına kuşku yok.

Bu süreçte, özellikle Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler Proje Hizmetleri ve Asya Vakfı gibi uluslararası örgütler kayda değer rol oynuyor.

Seçimlere katılacak parti sayısının fazlalığı, Bangsamoro’da demokratik rekabet anlamına gelmesi kadar, bir tür iç mücadele anlamı da taşıyor.

Bölgede faaliyet gösteren ve bazılarına yukarda değindiğimiz uluslararası örgütler, seçim sürei öncesinde bölge halkını ‘demokratik pratikler’ ve ‘yasal koşullara’ hazırlama görevini üstlenirken, bunun bölge halkı arasında ne tür yansımaları olacağını Mayıs ayında yapılan seçimlerde göreceğiz.

İlgili yapıların bölgedeki seçimlere kadınlar, gençler gibi kategorilerle yumuşak müdahalelerde bulunuyor olmalarını, bölgede yaşanan toplumsal değişimler çerçevesinde değerlendirmek mümkün.

Bununla birlikte, bu yapılaşmaların Bangsamoro Geçiş Parlamentosu’nun hakimiyetinin Mayıs seçimleri sonrasında, ne tür bir devamlılık sağlayacağı ise üzerinde durulması gereken bir konu.

Bu söylemi gündeme getirmemizin nedeni, söz konusu yabancı sivil toplum oluşumlarının belirli partileri ve adayları destekleme konusunda açık çabalarının olması.

Bangsamoro toplumuna ‘demokrasi’ pratiklerini getirme iddiasıyla gönüllü faaliyetlerde bulunan bu yapıların, Bangsamoro siyasal yapılaşmasını yönlendirme, manipüle etme vb. süreçleri tetikleyip tetiklemeyecekleri ise izlenmeye değer bir hususu oluşturuyor.

Güvenlik olgusu

Bölgede hâlâ varlığını sürdüren temel sorunlardan bir diğerini ise, silahlı gruplar oluşturuyor.

Bu grupların, kendi başına hareket eden dağınık grup özellikler göstermek yerine, belirli bölgelerde ‘hanedan’ olarak adlandırılan geniş aile gruplarına bağlı yapılar olarak dikkat çekiyor.

Sadece Mindanao’nun değil, Filipinler’in temel sorunu olarak dikkat çeken bu husus, Mindanaou bölgesinde de geçerli.

Öyle ki, ülke genelinde on bölgeden sekizinde yerel yönetimlerin söz konusu bu yapıların yönetime hakim oldukları düşünüldüğünde ‘demokrasi’ pratikleri bağlamında karşımızda farklı bir olgunun ve sürecin olduğu görülüyor.

Bangsamoro Geçiş Dönemi Parlamentosu lideri Murat İbrahim, benzer bir duruma, yaklaşık bir yıl önce verdiği bir mülâkatta dikkat çekmişti.

Tüm bu açıklamalara bakıldığında, silahların bırakılmasının ardından, savaşçıların silahları iadesi sürecinin, tam anlamıyla hayata geçirildiğini söylemek güç.

Bu durum, sadece, MILF içinde farklı grupların kendi başlarına hareket edebilme olasılığından kaynaklanmıyor.

Yukarıda dikkat çekildiği üzere, belirli toplumsal liderler etrafında örüntülenen sosyal yapının da, temel bir neden oluşturduğu ortada.

Geçiş dönemi – kalıcı barış

2014 yılında imzalanan barış antlaşmasının ardından, 2019-2022 yılları arasında, uygulamaya konulan ‘Bangsamoro Geçiş Dönemi Parlamentosu’ uygulamasıyla, ‘geçiş yönetimi’ tecrübe edildi.

2022’de yapılması beklenen parlamento seçimleri, kovid-19 sürecinde yaşanan sorunlar nedeniyle üç yıl süreyle ertelenmişti.

‘Normalleşme süreci’ olarak da adlandırılan bugüne kadarki süreç, Filipinler merkezi hükümeti, MILF ve ‘Ortak Normalleşme Komitesi’ tarafından yürütülen programlarla ortaya kondu.

Bu sürecin en önemli bölümü ise, hiç kuşku yok ki, silahların bırakılması ve savaşçıların sivil hayata adaptasyonu oluşturdu.

Söz konusu bu gecikmenin ardında, bu yıl yerel parlamento seçimleri gerçekleştirilecek.

Devlet başkanı Junior Marcos’un babası Marcos döneminde yani, 1970’lerde başlayan bağımsızlık mücadelesi, 2000’li yılların başlarında barış görüşmelerine konu oldu.

Filipinler’de, farklı devlet başkanları ve iktidarları döneminlerinde sürdürülmeye çalışılan barış görüşmeleri nihayet, 2014 yılında atılan imzalarla kesinlik kazandı.

2010’lu yıllarda devlet başkanı olan Benigno Aquino döneminin en önemli başarılarından biri olarak tarihe geçen Bangsamoro Barış Anlaşması, Moro Halkı’na başta Mindanao Adası’nın belli bölgeleri ile Sulu ve Palawan adalarında özerk yönetim imkânı tanıyor.

Özellikle, Kovid-19’da yaşanan gecikmelerle sabık devlet başkanı Roberto Duterde döneminde hayata geçirilemeyen parlamento seçimleri, geçiş sürecinin üç yıl daha uzatılmasını gerektirmişti.

Aradan geçen süre zarfında, merkezi yöneimde önemli bir değişiklik yaşanıp Filipinler tarihine ‘diktatör’ lakabıyla geçen Ferdinand Marcos’un oğlu ‘Junior Marcos’ devlet başkanlığına gelmesiyle bazı çevrelerde söz konusu anlaşmanın hayata geçirilmesiyle ilgili kaygıların da ortaya çıkmasına neden oldu.

Bununla irtibatlı olup olmadığı tartışmalı olsa da, bu sürecin bir anlamda gündeme gelmesine tanık olunuyor.

Öyle ki, geçtiğimiz 9 Eylül tarihinde, Ulusal Kongre Yüksek Mahkeme’nin verdiği karara dayanarak, Sulu Adaları’nın Mindanao Özerk Yönetim bölgesinden çıkartıldığını açıkladı.

Karara gerekçe olarak ise, Sulu bölgesinde yapılan referandumda, halkın yüzde 54’nün Mindanao Özerk Yönetim bölgesi içerisinde yer almama yönünde oy kullanmasına dayanıyor.

Mayıs ayında yapılacak yerel seçimlerin ardından, Özerk Yönetim Parlamentosu oluşmasıyla Mindanao Adası’nın belirli bölgelerinde yeni yönetim sürecine başlanacak.

Bu gelişmenin izlenmeye değer ve öğretici olduğuna kuşku yok. Önümüzdeki süreçte gelişmeleri yakından takip edeceğiz…

https://guneydoguasyacalismalari.com/bangsamoroda-secim-sureci-election-process-in-bangsamoro/

1 Ocak 2025 Çarşamba

Yeni Yıl: Söylemler ve boşluklar / New Year: discourses and gaps

Mehmet Özay                                                                                                                            01.01.2025

Milâdi yılın bitişi ve yeni bir Milâdi yılın başlangıcı, diğer özellikleri bir yana, ulus-devletler düzeyinde yeni veya yenilenen söylemlerin gündeme geldiği dönemler olarak dikkat çekiyor.

Şu veya bu şekilde, Hıristiyan aleminin yıl dönümüyle örtüşen ve de bununla tezat teşkil edecek şekilde, sekülerleşen boyutuyla yeni yıl, ulus-devlet liderlerini ortaya koydukları söylemleriyle, -sanki, bilinçli veya bilinçsiz olarak-, kutsal liderlerin yerini almaya sevk ediyor.

Ulus-devletlerin liderlerinin, yılın belirli gününe havale edilen bu söylemleri bizatihi, gizil bir dini ritüel olarak yenilenmenin aracı işlevi görüyor.

Bu anlamda, ulus-devlet liderlerinin kendi uluslarına yaptıkları konuşmalar, söylemler ve içerikleri birer ‘kutsal metin’ bağlamında karşılık bulması gizli/açık ortaya çıkıyor.

Öncellenen dikotomi

Liderlerin, biten yılı değerlendiren, yeni yıla dair beklentileri dile getiren söylemlerinde, iç acılık kadar, karamsarlık da gündeme taşınıyor.

Her ne kadar, umutlar öncellense de, aynı zamanda bu umutlara ulaşılamayabileceği genellikle, muğlak kelimelerle ve cümlelerle örüntülenmiş bir söylem öne çıkartılıyor.

Böylece, “ortaya dikotomik bir bağlam çıkartılmasına şaşmak gerekir mi?” sorusuna, “evet” cevabı vermemiz, bu konunun üzerinde durulmaya değer olduğuna işaret ediyor.

Böylesi bir dikotomik yaklaşımla, ulusun ya bilinçlenmesi ya da kontrol altında tutulması gibi bir farklı istençlerin ortaya konulduğunu söyleyebiliriz.

Umut dağılımı

Umut aşılamanın bir yolu olarak, ‘öteki’nden gelen tehditleri öne çıkarmak ve bunları belirginleştirmek de umut dağıtmak kadar önemli aslında...

Ve bu söylemlerde, ‘öteki’nin kim olduğu pek açıklık kazanmasa da, ulusun tehdit altında olduğu vurgusu, ulus-devlete müntesip toplumu diriltici olacağı düşüncesiyle bir uyarıcı olarak işlev görüyor.

Umutları yeşertme çabası, var olan katı gerçeklikler karşısında, bir tür hayale uzanma eyleminin zorluğunu da gündeme getiriyor. 

Umudu ilgili toplumdaki her ferde eşit dağıtımın anı da denilebilecek yeni yıl söylemlerinin, bu yönüyle topluma yeniden inşa etme bağlamında bir işlevi de yerine getiriyor.

Bu umudun, maddi refah ve kalkınma yanı kadar, hiç kuşku yok ki adalet, güvenlik, istikrar, onur ve haysiyet gibi bireye ve topluma güç kadan nitelikleri de bir şekilde bünyesinde barındırıyor.

Meydan okuyan zaman (mı?)

Söylemlerin başında, ‘yaşanılan zamanın meydan okuyuşu’ vurgusuyla, belirsiz  bir düşmana gönderme yapılırken, bu durumla, aynı zamanda gizli/açık karşı karşıya kalınan tehditlerin heyulavarî varlığı öne çıkartılıyor kasıtlı veya kasıtsız olarak.

Ancak, genele şamil edilebilecek bu olguların özellikle, söylemi gerçekleştiren tek tek siyasi liderlerin kendi toplumlarını hedef alan bir boyutu olduğunu unutulmamalıdır.

Bu durum, ilgili ülkeleri küresel kamuoyu önünde belki, bir anlamda yalnızlaşmış veya yalnızlaşmakta olan bir konumda gösterirken, bu sorunun aşılmasında başvuru kaynağı olarak ilgili ülkelerin toplumlarına gönderme yapılması, öteki’ni yeniden üretirken, bu üretim üzerinden ilgili topluma bir tür değer yükleme çabası da sergileniyor.

Yani, öteki üzerinden kendini tanımlama çabasına tanık olunuyor..

Bu noktada, meydan okumaların aşılabilmesinin yegâne yolunun, ulusal birlik sürecine vurguyla hatırlatılması doğal bir söylem tarzı olarak öne çıkartılıyor.

Toplumun farklı kesimlerini, birlikte çalışmaya ve toplumsal sınıflar/katmanlar arasında farklılaşmaları ortadan kaldıracak bir yaklaşımın sergilenmesine yani, safların sıklaştırılması gündeme getiriliyor.

Takım ruhu dayanağı

Bazı ülkeler, kendi yağıyla kavrulmayı yeğler ve bunu, bilinçli olarak seçerken, bazı ülkeler küresel ortamda daha da öne çıkmayı ve küresel şartların doğurduğu rekabetçi bağlamı kendileri lehine geliştirme ve değiştirme hedefini öncelliyorlar.

İlkinde, ‘öteki’ni yeniden üretme belirsizleşir veya ortadan kalkarken ikincisinde, ‘öteki’ni üretmenin gayet ağır baskısı hissediliyor.

Bu çerçevede, demografik ve teritoryal olarak küçük ülkelerin liderleri, uluslarına takım ruhuyla hareket etmeyi önerir ve bunu öncellerlerken, aynı zamanda bu yumuşak yaklaşımın oluşturduğu bir tür hafifliğini ve rahatlığını yaşıyorlar.

Bunun yanı sıra, günün getirdiği zorluklar karşısında, takım ruhu vurgusunun, bir tür varoluşsal önem arz ettiğini her zamankinden çok daha belirgin bir vurgu olarak ortaya koyuyorlar.

Kutsanan geçmiş

Öte yandan, yoğun nüfuslu ve teritoryal olarak geniş toprakları bünyesinde barındıran ülkeler ise, ulusal tarihlerinin yüceliğini bir kez daha kutsamak suretiyle, varoluşsal zemini dünden bugüne taşıyabilmenin imkânlarını sunuyorlar toplumlarına.

Bunun temelinde, “belirsizlikler çağı”nın, her an bir veya birden fazla yıkıcı etkisine karşı karşıya kalınacağı ihtimalinin varlığı gizli/açık kendini ortaya koyuyor.

Bir anlamda, ‘ihtimal’ kelimesinin yüzdelik karşılığının pek de aşırı olmadığı bir intiba oluşturulsa da, aslında, ‘ihtimal’ kelimesi bugünün şartlarında, gayet muhtemel ve her an karşılaşılabilecek bir gerçekliğe gönderme yapıyor.

Yeni yıl, kutsal günden devr alınan ancak, sekülerleşen bağlamı içinde ulus-devletler için anlam oluşturmanın aracı haline geliyor.

Ulus-devlet liderleri, dini bağlamında hakkıyla yer alan din adamından kendilerine tevarüs eden anlam oluşturuculuk rolünü üstleniyorlar. 

Ve böylece, onların dilinden ortaya konulan söylem mensubu olunan ulusa karşı gerçekleştirilen bir ritüele dönüşüyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/yeni-yil-soylemler-ve-bosluklar-new-year-discourses-and-gaps/

30 Aralık 2024 Pazartesi

Hindistan yasta... Manmohan Singh vefat etti / India mourns... Manmohan Singh passed away

Mehmet Özay                                                                                                                            29.12.2024

Manmohan Singh, üç gün önce yani, 26 Aralık’ta 92 yaşında vefat etti...

Hindistan’da, sabık başbakan Manmohan Singh’in vefatı ülkede, yakın geçmişte olan bitene dair yeni bir hatırlama ve düşünme olanağı sunuyor.

Öncelikle, şunu söylemekte yarar var ki, Singh’in vefatının ülkeyi birleştiren bir fenomene dönüşmüş olması gayet dikkat çekicidir.

Singh’in Kongre Partisi bakanı ve ardından, başbakan olarak hizmet ettiği dikkate alınacak olursa, rakibi konumundaki ve hemen onun ardından, Bharatiya Janata Partisi’nin lideri olarak başbakanlık koltuğuna oturan ve halen bu görevini sürdüren başbakan Narendra Modi yönetimince takdir edilen bir politikacı olarak ‘ebedi aleme’ uğurlanması, sıradan bir siyasal gösteri olarak değerlendirilemez.

Aksine, ülkesinin ekonomik kalkınmasına katkı yapmış bir teknokrat, ülkenin on üçüncü başbakanı olarak, 2004 ilâ 2014  yılları arasında görev yapmış Singh’in ortaya koyduğu performansın kıymet bilirliğinin bir ifadesi olarak görmek gerekir.

Bunun yanı sıra, belki de mensubu olduğu Sih inancının değerlerine bağlılığı sonucu olarak ortaya çıkan, alçakgönüllü kişiliği ile de takdir edildiğini söylemek mümkün.

Erken yaşlarından itibaren ekonomi alanına ilgi besleyen ve bu anlamda, bazı ülkelerin kalkınmasına karşılık diğerlerinin niçin kalkınamadığı üzerine kafa yoran bir teknokrat olan Singh, kariyeri sürecinde bu sırrın belki de en azından, bir bölümünü çözüm olmalı ki, Hindistan’a önemli bir kalkınma süreci yaşatabildi.

Singh’in bu soruyu sorabilmesi önemliydi...

Çünkü, tüm imkânlarına rağmen, Hindistan’ın ekonomik kalkınma süreçlerinde hak ettiği yeri alamamış olması, geniş toplum kesimlerinin, -tıpkı içine doğduğu ailesi ve sosyal çevresi gibi- yoksullukla yaşam sürmesi gibi temel sosyal gerçeklikler onu ülkesi adına harekete geçirmeye yol açacak kafi olgulardı.

Keşfedilen teknokrat

1990’lı yıllarda Başbakan Narasimha Roa liderliğindeki Kongre hükümetinde, Maliye Bakanı olarak görev yapan Singh, ortaya koyduğu başarılı politikaların ardından, bir ‘teknokrat’ siyasetçi olarak adı başbakan olarak gündeme getirildi.

1990’lı yılların, bir başka ifadeyle sosyalist-ekonomi sonrası dönemin ve yükselen küresel liberalizmin Hindistan’da görece parlak geçmesini sağlayan ve bunu, 2004 yılındaki başbakanlığı ile yeni milenyuma taşıyan Singh’in ülkesinin ekonomik sorunlarını derinden anlayıp, çözüm için olası süreçleri hayata geçirdiği söylenebilir.

Bununla birlikte, yine 1990’lı yılların, Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle, küresel değişim rüzgârlarına konu olduğu ve hatta belirsizliğin hakim olduğu hatırlandığında, Singh politikalarıyla Hindistan’ın ortaya koyduğu başarı dikkatle incelenmeyi gerektiriyor.

Dönemin küreselleşme ve liberal ekonominin yükselişe geçtiği dönem olması, Hindistan ekonomisinin iyilişmesinde, söz konusu bu sürecin -Singh sayesinde- anlaşılabildiğinin ve yakalanabildiğinin göstergesidir.

Bu nedenledir ki, Singh bugün Hindistan’ın ekonomik kalkınmasını, ‘liberal ekonomik yaklaşımlar’ üzerinden gerçekleştirebilmiş bir başbakan olarak anılıyor.

Singh, ekonomide devletin rolünü azaltan, ekonomiyi piyasalar üzerinden yeniden düzenleyen yaklaşımıyla dönemin kalkınma sürecini gerçekleştirebildi.

Bu sürecin, 2004 yılında başbakanlığı ile devam ettirmesine imkân tanınan Singh’in ekonomi politikaları sayesinde Hindistan, 2004-2009 yıllarında arasında yüzde 8.5/9 gibi yüksek bir büyüme oranına ulaştı.

Onun, 2009’dan itibaren başlayan ikinci başbakanlık döneminin ise başarısızlıkla tanımlanması, ekonomi politikalarında iki dönemi bu denli ayrıştıracak bir çelişkinin olup olmadığını da bize gösteriyor.

Bu noktada, Singh’in 2014 yılında görevini bırakırken ifade ettiği ve bugünlerde, neredeyse tüm medya organlarında alıntılanan, “Tarih bana, günümüz medyasından daha nazik davranacak” anlamına gelen sözünün, onun ortaya koyduğu ekonomi politikasının doğruluğuna inancını içerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Singh’in, buruk bir şekilde başbakanlıktan ayrıldığını gösteren bu cümleyle ilgili detayları belki de, kaleme aldığı eserlere bakarak bulmak mümkün olacak.

Ekonomide olağanüstü başarı

Başbakan Manmohan Singh’in uyguladığı ekonomi politikası bir mucize miydi yoksa, Hindistan’ın toplumsal ve ekonomik gerçekliği üzerinde yükselen rasyonel bir tutum muydu?

Kanımca bu soru, ilgili çevrelerde gündeme gelmeye devam edecektir.

Bir bilim dalı olarak ekonomi’nin kendi rasyonelleri olduğu hatırlandığında, ‘mucize’ olgusunun yersizliği kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Ancak, yukarıda dikkat çekildiği üzere Hindistan’da ekonomik açılımın Kongre Partisi hükümetlerinin sorunlarla yüzleştiği dönemin ardından, alternatif bir isim olarak adı, başbakan olarak belirlenen Singh’le birlikte yön değiştirmesini, parti politikaları dışında bir açılım olarak görmek gerekir.

Bu farklılaşmanın temel adı, sömürge döneminde İngilizler yönetimince uygulanan ‘ekonomi politikalarına’ tepkisellikle geçen uzun Kongre Partisi yönetimlerinin aksine, Singh’in aslında tam da içinde bulunduğu topraklarda gerçekleştirilmiş bu tarihsel normu yeniden ortaya koymasıydı.

Sahip olduğu akademik ve teknokrat kariyerinin, Singh’e siyaset dünyasında sağladığı yer, bir anlamda, alternatif arayışındaki Kongre liderleri için bir tür siyasal kurtuluş imkânı sunuyordu.

Bunun yanı sıra, Singh’in ekonomi alanında Batı’da aldığı eğitim geçmişi ile Soğuk Savaş sonrasında, 1990’lı yıllarda küresel olarak gündeme gelen açılımların birleştiği, yeni ve gizli-açık bir sentezin varlığı söz konusuydu.

O dönem itibarıyla Soğuk Savaş sonrası duruma hazırlıksız yakalanan ülkelerin aksine, Hindistan, yine tarihi bir şans olarak Singh gibi bir teknokratın varlığıyla, dönemin özelliklerini doğru okumak suretiyle ekonomik dar boğazdan çıkmanın yollarını sunabilmişti.

Benzer bir durumun niçin, 2009’la birlikte ortaya konulamadığının cevabını, 2008 Eylül’ünde Lehman Kardeşler’in iflâsının tetiklediği küresel krizle açıklamak mümkün.

Belki de, Singh bu gelişmeye dayalı olarak, ‘tarihin kendisini haklı çıkaracağını’ söyleyerek, sorunun uyguladığı ekonomi politikalarında değil, küresel ve dış faktörden neşet ettiğini ifade ediyordu.

Uzun yıllar içe kapalı, yarı sosyalist – yarı devletçi politikalarla ülkeyi yönetmiş olan Kongre Partisi’nin başbakanı olarak ülkeyi liberal ekonomilerle düzlüğe çıkarmayı düşünen ve bunu uygulayan Singh’in ardından, özellikle Kongre Partisi siyasi elitinin, partinin siyasal tarihini yeniden okuması gerekecektir.

Belki de, bundan çıkartılacak derslerle Hindistan siyasetinde, yeni bir Kongre Partisi açılımı sergilemeleri mümkün olacaktır.

Bu anlamda, üç gün önce, 92 yaşında hayatını kaybeden sabık başbakan Manmohan Singh’in ekonomi politikaları, günün getirdiği şartlarla birlikte yeniden ele alınacaktır. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/hindistan-yasta-manmohan-singh-vefat-etti-india-mourns-manmohan-singh-passed-away/