7 Ekim 2023 Cumartesi

Osmanlı-Malay ilişkilerine dair var olan öneriler ve sonuçlarına dair (3) / Existing suggestions and consequences regarding the Ottoman-Malay relations (3)

Mehmet Özay                                                                                                                            08.10.2023

Osmanlı Devleti’nin, Hint Okyanusu’ndaki ve bu devasa deniz ile organik bağı bulanan geniş Malay dünyası ile ilişkilere yönelik tarihsel, siyasal ve coğrafi yaklaşımlarının ve açılımlarının nasıl ortaya çıktığı konusu önemlidir.[1]

Bu süreci, hakkıyla anlayabilmenin koşullarından birini, Osmanlı yönetiminin üst tabakasını teşkil eden ve Türklük özelliklerini taşıyan hanedan ailesi ve yakın çevresinin dünyayı tanımlama ve anlama çabasıyla, bir başka deyişle dünya görüşüyle (weltanschauung) yakından bağlantısı bulunuyor.

Bu durum, bize Osmanlılardan önce, Ortaasya’dan başlayan süreci kısaca gözden geçirmemizi gerektiriyor...

Böylece, Osmanlılar öncesi hatta, kabataslak söylemek gerekirse, Türklerin 9. yüzyılla birlikte, bir din olarak İslam’ı benimseyip, Müslüman millet olma sürecine başlamalarından önce var olan coğrafya ve göç ile ilgili bağlamlarının bir uzantısıyla ilintilidir.

Burada ortaya koyduğumuz yaklaşımın uzun erimli (longue durée) ve karşılaştırmalı metodlarla ilişkili olduğunu hatırlatalım. Ve, ancak bu şekilde bir yöntem takip etmekle, Osmanlı-Malay dünyası ilişkilerini anlamaya başlayabileceğimizi ve zamanla yerli yerine oturtabileceğimizi söyleyelim.

Ortaasya ve coğrafi yayılma gerçekliği

Orta Asya Türklerinin, bölgedeki Moğollar ve Çinliler ile olan sosyal ve askeri ilişkilerinin ötesinde ve dışında olmakla birlikte, bölgenin bu iki önemli milletiyle olan etkileşimleri ve buna eklemlenen diğer bazı ekonomik ve iklim koşullarının etkisiyle, Batı Asya’ya ve ötesine açılma yönelimleri konusunda bir konsensus olduğuna kuşku yok.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Orta Asya Türklerinin, -Moğollar ve Çinliler ile olan ilişkilerinin dışında ve ötesinde- göç süreçlerinin kendilerini sürekli Batı’ya doğru konuşlandırdığıdır.

Bu süreci değiştirecek ne Batı Avrupa denizci milletlerinin Hint Okyanusu keşifleri, ne de Hint Okyanusu’nu çevreleyen geniş topraklardaki Müslüman nüfusun varlığı olmuştur...

Göç süreçlerinin başlangıcında ve özellikle de, devamında Orta Asya Türk nüfusunun güneye yani, Afganistan üzerinden, Indus ve Ganj Nehirleri’nin suladığı Büyük Hindistan (Greater India) ile Orta Asya sınırlarının kesiştiği bölgelere inişlerinin görece daha bir nüfus sınırlılığı ile olduğunu da söylemek gerekir.

Türklerin, Batı Asya’da Afganistan, Pers (İran) bölgelerindeki yerleşimleri ve buralarda bazı hanedanlıklar bağlamında devletleşme süreçleri Türklerin kadim topraklar olarak adlandırılan bölgeye nüfuzlarının tedrici olarak gerçekleştiğini gösteriyor.

Yeni coğrafi ve dini-kültürel zemin

Bu görece uzun dönemin önemli bir kısmını Selçuklu ailesinin, kadim Pers toprakları ile Peygamberler bölgesi -veya bu bölgeyi de içine alacak şekilde- olarak anılmayı hak eden Mezopotamya’ya ulaşmalarının, tarihin önemli dönemeçlerinden biri olduğu ileri sürülebilir.

Bununla kast etmek istediğimiz, Selçukluların özellikle, Büyük Selçuklu Devleti marifetiyle güçlü Pers kültür ve medeniyet dünyası ve İslamiyetle birlikte Müslüman toplumların tedrici olarak gündeme getirdiği yeni dünya görüşlerinin birleşme noktasını oluşturan coğrafyadaki siyasi varlıklarının yapılaşmasına neden oluyordu.

Abbasi Hanedanlığı ve Halifeliği’nin son dönemine doğru Selçukluların varlığı, askeri bir güce tekabül  ediyordu. Selçukluların askeri varlığı, Abbasiler içerisinde yeni bir güç veya yenilenmiş bir sınıf olarak da tanımlanabilir.

Böylesi bir askeri zeminin hayata geçmesinde, bölgenin ya da o kadim dönemlerin yerleşik kültürleri ile göçebe kültürleri arasındaki iletişim ve ilişkiyi, ‘kiralık asker/ordu’ (mercenary) olgusu vasıtasıyla gerçekleşen doğal bir sonucu kabul edebiliriz.

Bu durum, Türkleri göçebelikten (nomadic) / yarı-göçebelikten (semi-nomadic) tedrici ve güçlü bir şekilde yerleşik hayata geçirirken, hem kültürel, hem de coğrafi olarak giderek Batı’ya yani, Mezopotamya ve ötesine örneğin, Bizans veya Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Eastern Roman Empire) teritoryal hakimiyet alanı olan Anadolu’ya (Asia Minor) taşımasıyla da önem kazanıyordu.

Hint Okyanusu varlığı

Büyük Selçukluların hakimiyet sınırlarına bakıldığında karşımıza, aynı zamanda pek de gündeme getirilmeyen Hint Okyanusu’nun (Indian Ocean) olduğunu görürüz.

Bu ikinci husus yani, Selçukluların Hint Okyanusu’na sınır olmalarının ne anlama geldiğini, birkaç yüzyıl sonra Osmanlılar dönemindeki gelişmelerle tanık olunacaktır.

Bunun nedenini hemen açıklayalım...

Portekiz Krallığı’nın, Denizci Henry ile başlayan ve 15. yüzyıl sonlarında yani, 1498 yılında, hedef olarak belirlenen Batı Hindistan’da Malayalam bölgesindeki önemli liman şehirlerinden Kalikut’a çıkmaları Batı Asya, Mezopotamya ve çevresindeki topraklardaki Türkler ile Hint Okyanusu’na sınırı olan Araplar, Hintliler ile özellikle, Sumatra ve Malay Yarımadası’ndaki Malay toplumlarını da içine alacak şekilde, geniş bir Müslüman nüfusun yeni bir küresel ortama ve ilişkiler ağına taşınmaları anlamına geliyordu.

Portekizlilerin başlattığı bu süreç sadece, Avrupa’da İber Yarımadası ile ve ardından, Avrupa’nın özellikle Akdeniz ve Batı Avrupa bölgeleriyle sınırlı olmayan bir nitelik taşıyordu.

Öyle ki, Portekizlilerin denizci varlığıya, başta Afrika sahil şeritleri ile ve Hint Okyanusu’na uzanan geniş suyollarının ve bu bölgelerdeki toplumlarla ilişkiler, modern döneme başlangıç evresi kabul edilebilecek şekilde, yeni bir bölgesel ve küresel ilişkilere evriliyordu.

Dünya görüşü, ticaret ve küreselleşme

Peki, “Hint Okyanusu’na ve geniş suyolunun Arap Yarımadası, Hindistan, Sumatra, Malay Yarımadası ve Güney Çin’e kadar uzanan güzergâhında denizci ve tüccar olarak aktörleri kimlerdi?” sorusuna verilecek cevap gayet önemlidir.

Bunu günümüz çatışmacı süreçlerinin dışında ve ötesinde neredeyse, tüm bölgeyi içine alan farklı bir dünya görüşü (weltanschauung) ile anlamak gerekiyor.

O da, kendi aralarında dini ve kültürel farklılıklara rağmen, ortak bir zeminde buluşabilmiş ve özellikle sahil şeridleri boyunca uzanan şehir devletleriyle sürdürülebilir bağ kurmuş yapıları görüyoruz.

Bu husus, sadece yukarıda kısaca dikkat çekmeye çalıştığım Selçuklular ve Osmanlılar’ın Hint Okyanusu ile ilişkilerini değil, aynı zamanda Portekizliler ve ardından gelecek olan -örneğin, Hollanda ve İngiltere başta olmak üzere-, diğer Avrupalı denizci milletlerin bölge ile ilişkilerinin ne tür bir yapısal dönüşüme yol açtığıyla alâkalıdır.

Osmanlı’yı kendine çeken yapı

Portekizlilerin Kalikut’a çıkışlarına kadar, dönemin doğu-batı ticaret yolunun kara bölümünü egemenliği altında tutan Memlüklüler (Kölemenler) Devleti’nin, bölgedeki diğer irili ufaklı Müslüman devletlerinden yardım istemesi kadar Osmanlı’dan da teknik yardım talebinde bulunması, Osmanlıların 2. Bayezıd ile Kızıldeniz’de gayet sınırlı bir deniz gücü teşkiline yönelik desteklerini gündeme getirmişti.

Bu süreç, kısa bir süre sonra, Bazeyıd’ın oğlu 1. Selim’in başlattığı ve 1517’de tamamlanan Mısır ve Hicaz bölgesinin siyasi egemenliği tesisi ile Hint Okyanusu’na komşu olması sonucunu doğurmuştu.

Burada dikkat çekelim, 1. Selim’i Mısır ve Arap Yarımadası’na cezbeden olgu, Hint Okyanusu’nda var olan ve Avrupa bağlamında küreselleşmeye başlayan geniş ticaret evreninde birincil aktör olarak yer alma davası ve iddiası değildir.

Aksine, 1. Selim’i Güney yani, Mısır politikasına sevk edenin, Doğu politikasının yani, dönemin Safavi Devleti’nin Mezopotamya-Mısır bağlamında oluşturduğu jeo-stratejik zemin ve ilişkiler zorunluluğudur.

Selçuklu ve Osmanlı’da Hint Okyanusu meselesi

Hem Büyük Selçuklu unsurlarının ve hem de 2 Bayezıd ve 1. Selim dönemleri bağlamında, Türk unsurlarının Hint Okyanusu ile karşılaşmalarının ne gibi sonuçlar doğurduğu hakkıyla tartışılmayı gerektiriyor.

Yazının girişinde dikkat çekildiği üzere, Türklerin tarihsel, siyasal ve coğrafya bağlamlarında Hint Okyanusu’na yönelebilmelerinin doğal bir süreç yerine dolaylı ve ‘ötekiler’ üzerinden gerçekleşen bir sürece tekabül ettiğini ileri sürüyoruz.

Bu durum, ne Selçukluların ne de Osmanlıların Hint Okyanusu’na -şu veya bu şekilde- açılmadıkları anlamına gelmiyor.

Örneğin, Büyük Selçuklular Basra ve kısmen bugünkü Pakistan bölgesindeki sahil şeridine hakimiyetleri sürecinde, bazı Türk unsurlarını veya veya devlete bağlı, diğer bazı milletleri bölge ticaretinde yer almaları amacıyla Hint Okyanusu’nda faaliyetleri teşvik etmiş olabilirler.

Ya da Osmanlılar örneğinde olduğu gibi, 1. Selim ile Hint Okyanusu’na komşu olurken, bölgedeki Arap nüfusun bölge ticaretinde yer almalarını teşvik etmeleri gayet mümkün. Nihayetinde her iki devletin de ticaret üzerinden elde edebilecekleri adına ‘vergi’ denilen ve yerel talep ve tüketimle de bağlantılı bir yönü olduğuna kuşku yok.

Ancak, her halükârda hem Selçuklular, hem de Osmanlılar bu devasa suyoluna komşu olunmakla birlikte, siyasi ve özellikle askeri bağlamın dışında, Hint Okyanusu’nun Batı ve Doğusu’nda devam eden gayet önemli ticaret dünyasıyla doğrudan aktör olarak, ne türden ilişkiler geliştirdikleri sorgulanmaya değerdir.

Bunun, Türkler nezdinde bir eksiklik olup olmadığından bahsetmiyoruz...

Aksine, burada dikkat çekilmesi gereken hususlardan birini, Türklerin, Selçuklular özelinde Kuzey Hindistan ve Mezopotamya; Osmanlılar özelinde, Anadolu ve Balkanlar bölgesindeki varlıkları sürecince ticaretle olan ilişkilerinin ve bu ticaret dünyasını çekip çeviren tüm insan kaynakları, kurumsal, teknik ilişkiler ağını kastediyoruz- diğer toplumlarla kıyaslandığında neye tekabül ettiğiyle birlikte değerlendirilmesi oluşturuyor.

Tarihi süreçleri, bir toplumun -bu örneğimizde buna Türkler tekabül ediyor-, zihniyet dünyasının tarih, siyaset ve coğrafya algısının belirleyiciliği ile hareket ettiğimizi hatırlatmakta yarar var.



[1] Hemen burada şunu ifade edeyim ki, bu yazı 15 Eylül, 17 Eylül ve 6 Ekim günlerinde yayınladığım üç yazının devamı mahiyetindedir. Ancak, söz konusu ilgili yazılardaki “Modern Türkiye’de Hint Okyanusu ve Malay Dünyası Çalışmaları Çalıştayı” üzerinden yaklaşım yerine, dolaylı da olsa, bu başlığı da içine alacak şekilde, daha geniş bir tarihsel perspektif çizmekte yarar olduğunu düşünüyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder