18 Mayıs 2023 Perşembe

Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e 19 Mayıs 1919: ‘İsterüz, istemezük’ dışında bir gelişme / From the Ottomans to New Republic 19 May 1919: Beyond the call of ‘we want it or we do not want it

Mehmet Özay                                                                                                                            19.05.2023

19 Mayıs 1919’un, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarih söylemindeki yeri gayet belirleyicidir...

Bunun yanı sıra, aynı tarih, İstanbul-Anadolu ilişkisi ve bu ilişkinin odağında halifelik kurumu ve olgusunun olmasından ötürü, dönemin küresel Müslüman toplumları nezdinde de yakından takip edilen bir öneme sahip olduğuna kuşku bulunmamaktadır.

Bu noktada, söz konusu bu tarihi gelişimi, sadece dönemin askeri kimliğine sahip bir liderin, yani Mustafa Kemal’in (1881-1938), daha harbiye öğrenciliği sıralarında geliştirdiği ve ‘kendine sakladığı’ gizli emellerini harekete geçireceği bir dönem olmanın ötesinde anlamlar taşır.  

Bir başka ifadeyle, 1919’a yapılan ve -tezat bir ifadeyle- içinde çokca ‘seküler kutsallık’ olgusunu içinde barındıran bir vurgudan bahsedebiliriz. Öte yandan, bu gelişme, sosyolojik olarak dikkate alındığında iki devlet, iki ideoloji, iki millet arasındaki ayrıma işaret eden bir tarih olarak değerlendirilmeyi hak eder.

İki devlet yani, Osmanlı Devleti ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti; iki ideoloji, İslam-Osmanlıcılık ve ulus-devlet yapılaşması; iki millet, Osmanlılık ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır...

1919 Haraketi, hanedanlık olgusu gibi sadece, Mustafa Kemal’i ve kısa bir süre sonra ortaya çıkacak olan ‘milli’ kuvvenin bir çekişmesine ve çatışmasına dair bir konu değildir.

Bunun ötesinde, hanedanlığın sahip olduğu ve kendisinden öte anlamlar ifade eden dini-siyasi bağlam yani, halifelik kurumu ve olgusu, Mustafa Kemal’in ve hareketinin ortaya koymakta olduğu siyasi girişimin küresel plânda açıklanmaya ihtiyaç duyduğu bir gelişmedir aynı zamanda.

19 Mayıs kritik eşiği: İstanbul-Anadolu ilişkisi

Siyasal açıdan bakıldığında, 19 Mayıs’ın, iddia sahibi çevrelerin kendileri açısından gayet kullanışlı bir tarih olduğuna kuşku yok.

Örneğin, Mondros Antlaşması sonrasında, dönemin padişahının yaverliğini yapan Mustafa Kemal’i, “gizlice Anadolu’ya gönderinin bizatihi Padişah olduğu” söylemi ile Mustafa Kemal’i vatansever, anti-emperyalist hislerle Anadolu’ya çıkartanın, İstanbul Hükümeti’ne ve de Padişah’a alternatif bir siyasal hareketin başlatıcısı olması arasındaki derinlik dikkat çekicidir.

1919 sürecini başlatanın Padişah’ın bizzat kendisi olduğu söylemi ile Mustafa Kemal’in Anadolu hareketinin temel gayesinin, İstanbul’da gizli/açık işgal altındaki “hanedanlığı ve halifeliği özgürleşme” olduğu arasında paralellik kurmak pek güç değildir. Üstüne üstlük, bu ilişkiyi ve sürece pekiştirenin bizatihi, Mustafa Kemal öncülüğünde, Ankara’da bir “Müslüman kongresi” gerçekleştirilmesi konusundaki siyasi tasarım olduğu da gayet belirgindir.[1]

İstanbul-Anadolu arasındaki bu ilişkisinin, özellikle sömürge topraklarındaki Müslümanlar nezdinde tanık olunduğu üzere, doğrudan uluslararası yansımaları bulunuyordu.

Hint Alt Kıtası ve Güneydoğu Asya’daki sömürge topraklarındaki Müslümanlar, sömürge basını vasıtasıyla İstanbul ve Anadolu’daki gelişmeleri yakından takip ederken, Mustafa Kemal Hareketi’nin Osmanlı/İstanbul siyasetinin, -bir başka deyişle halifelik kurumu ve olgusunun devamlılığıyla ilişkisinden kaynaklandığı düşüncesiyle- bu girişimi onaylayıcı tutumları söz konusuydu.[2]

Öte yandan, Ankara hükümetinin kuruluşuna giden süreçte, hanedan ailesine mensup bir bireyin -son halife Abdülmecid’in oğlu Şehzade Ömer Faruk’un- Ankara’ya gelişini kabul etmeyenin,[3] yine aynı Mustafa Kemal olmasıyla, Ankara hükümetinin kuruluşu ve ilk birkaç yılında Mustafa Kemal’e eşlik edenler arasında kadim hanedanlığa bağlı isimlerin olması arasında da benzer bir derinliği görmek mümkündür.

Şehzade Ömer Faruk’un Anadolu’ya geçmesi tıpkı, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderenin yani, Padişah Vahdettin’in gizli çabalarının bir ürünü ise, Mustafa Kemal kendi hamisinin bu yeni girişimini reddetmesiyle, herhalde çoktan siyasal çizgisini belirlemiş demektir.

Bu noktada, elde geçerli ve güvenilir tarihi veriler olmadığı dikkate alınacak olursa, bu ve buna benzer spekülasyonları yapmak mümkün gözüküyor...

Halifelik sorunu: Millilik mi küreselcilik mi?

Halifelik konusunun, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en hassas siyasal konusunu teşkil ettiğine kuşku yok.

Bu durum, Cumhuriyet siyasi elitinin toplumu baştan aşağıya tasarımlara hedefini güden ‘devrimler’ üzerinden Türk toplumunu dönüştürme sürecinin ötesinde ve dışında bir anlama sahip olması, Yeni Cumhuriyeti ve siyasi elitini iki açıdan uluslararası kamuoyunun gündemine taşımıştır.

Bunlardan ilki, Yeni Cumhuriyet ve siyasi elitinin, farklı coğrafyalardaki Müslüman toplumların siyasi ve dini radarında yer almalarıdır. Bunun temel nedeni de, yukarıda dile getirildiği üzere İstanbul-Anadolu arasındaki organik ilişkidir...

İkincisi ise, özellikle İngiltere ve Hollanda gibi Batı Avrupalı sömürgeci devletlerin Hint Alt Kıtası ve Güneydoğu Asya’daki derin ve geniş sömürge topraklarındaki Müslüman ‘tebaalarından’ ötürü halifelik kurumuna ve bu kurumu ortadan kaldırmaya niyetlenen ve nihayetinde, bu kurumu ortadan kaldıran Yeni Cumhuriyet siyasi elitine yaklaşımlarıdır.

Özellikle, İngiltere’nin çeşitli vesilelerle Osmanlı’nın Müslüman dünya üzerindeki meşruiyetinin önemli araçlarından biri olan halifelik kurumu ve olgusuna yönelik aşındırma ve ortadan kaldırma girişimlerine 19. yüzyılın son çeyreği başlarından itibaren ortaya koyduğu gerçeği unutulmamalıdır.[4]

Türkiye Cumhuriyeti muvacehesinden bakıldığında, Yeni Cumhuriyet’in kuruluşu ile halifelik kurumu ve olgusu, gayet yerel ve milli sınırlar içerisinde cereyan etmiştir.

Bu yerellik ve milli sınırlar, Yeni Cumhuriyet elitinin ideolojik anlamda en güçlü yanını oluşturması kadar, bu sınırların dışına çıkmama konusundaki kararlılığının da bir işaretidir aslında.

Bu anlamda, Misâk-ı Milli sadece, yeni ulus-devletin sınırlarını belirlemede, Batı Avrupalı devletlere güvence veya tehdit olmak kadar, bu sınırlar dışındaki gayet önemli küresel Müslüman nüfusa gizli/açık verilen bir mesaj niteliğindedir.

Müslüman toplumlar ve halifelik sorunu

Yeni Cumhuriyet’in halifelikle ilişkisi ve karşılaşması 1924 yılında bitmemiştir aslında. İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde çeşitli toplumların gündeme getirdiği halifelik konusu veya bununla doğrudan ilintiki kongre çalışmaları dikkatle incelenmeyi hak etmektedir.

Burada bir örnekle, yukarıda dikkat çekilen 1919 sürecindeki halifelik olgusunun, Yeni Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında da karşısına çıktığını ortaya koymakta yarar var...

1935 yılı Eylül ayında, başta Şekip Arslan (1869-1946) olmak üzere, Ortadoğulu bir grup göçmen Müslümanın Avrupa’nın göbeğinde Cenevre’da yapılmasına karar kılınan, Avrupa Müslüman Kongresi tertip heyeti, oluşumun başlığının doğrudan ima ettiği üzere, “Avrupa sınırları” içerisindeki Müslümanların, bir başka ifadeyle azınlık Müslümanların sorunlarını ele almayı hedefliyordu.[5]

Bu amaçla, 1935 yılı da olsa, dönemi itibarıyla Yeni’ sıfatını taşıdığını düşündüğüm Türkiye Cumhuriyeti ile temasda bulunmaları önemlidir.

Halifelik kurumunun ortada olmamasının da neden olduğu bir olma/birlik olma, sorunları çözme güdüsü ve siyaseti kongre heyetini belki de, Osmanlı bakiyesi olduğunu düşündükleri Yeni Cumhuriyeti siyasi elitiyle temas kurmalarını sağlamıştır.

Ancak, bu süreçte ilginç olan, yine konunun gelip halifelik olgusuna ve kurumuna dayanmasıdır. Heyet mesajını, Ankara’da dönemin CHP genel sekreteri Recep Peker’e (1880-1950) iletmesinin ardından, bizzat Peker tarafından verilen cevapta, “halifelik konusunun gündeme getirilmemesi kaydı ve şartıyla” kongreye katılınabileceği olmuştur.[6] Peker’in bu cevabı tek başına verdiğini düşünmek tabii ki mümkün değildir...  

Bu yaklaşım, 1919 temel alındığında, aradan geçen on beş yıllık süreye rağmen, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlâ kendini ‘halifelik kurumu ve olgusu’ gölgesi altında hissettiğine dair bir veridir aslında.

Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e evrilen dönemin önemli bir aşaması olan 1919 süreci sadece savaş sonrasında Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkiler noktasında değil, aksine küresel bağlamda bütün Müslüman toplumları ilgilendiren boyutuyla dikkat çeker.

Resmi tarih söyleminin bu boyutu göz ardı etmedeki ısrarındaki devamlılığa rağmen, Müslüman toplumlarının 1919 ve 1924 süreçleri sonrasındaki yaklaşımlarını anlamlandıracak bir bakış açısının geliştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.    

[1] Martin Kramer. (1986). Islam Assembled: The Advent of the Muslim Congresses, New York: Columbia University Press, s. 73-78.

[2] A.g.e., s. 73.

[3] Bülent Tanör. (2018). “Bir Savaşın İçyüzü”, Atatürk: Belgeler, Elyazısıyla Notlar, Yazışmalar, (Haz: Yücel Demirel), 2. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 9. (7-10).

[4] Martin Kramer. (1986). Islam Assembled: The Advent of the Muslim Congresses, New York: Columbia University Press, s. 12, 13.

[5] Ibid, s. 142.

[6] Ibid. s. 145. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder