7 Kasım 2021 Pazar

Küresel iklim değişikliği ve yerli toplumlar / Global climate change and indigenious societies

Mehmet Özay                                                                                                                            06.11.2021

Bir hafta boyunca küresel iklim değişikliği konusu Glasgow’daki toplantılarda ele alınırken, ulus-aşırı şirketler, nükleer santraller, kömür ve fosile dayalı konvansiyonel yakıtlar, hidro- elektrik santraller, geri dönüşüm vb. konular ele alındı.

Bu konular, hiç kuşku yok ki, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan başta çevre sorunları ve bunların giderek küresel iklimin sağlığının sorgulandığı bir sürece doğru evrilmesiyle alâkalı.

Ekonomik kalkınmanın olmazsa olmazı enerji olgusuyla ile ilgili sorunun sadece, enerji üretimi ve kullanımı sorununa indirgemesi ise belki de, günümüz toplumlarının en önemli açmazlarından birini oluşturuyor.

“Mağara dünyasına geri dönemeyeceğimize göre…” diye başlayan abartılı cümlelerle mevcut durumu savunmacı yaklaşım sergileyenlerin yine özellikle, gelişmiş ülkelerin çevre politikalarını tekelinde bulunduran özel ya da kamu sektöründeki çevreler olması yadırgatıcı değil.

Yerli toplumlar ve çevre

İklim değişikliğinin belki de en temel çıkış kaynaklarından birini oluşturan “yerli toplumlara ait arazilerin” kendilerine yeniden düzenlenmesi ve hatta kendilerine iadesi meselesi, göz ardı edilemeyecek bir öneme sahip.

Bu önem, sadece pek de uzak olmayan bir geçmişte sömürgecilik evrelerinin farklı süreçlerinde, yerli toplumların ellerinden topraklarının alınmasıyla varoluşsal bir mağduriyet yaşamalarıyla sınırlı olmadığı, bugün yaşanan gelişmelerle ortada bulunuyor.

Zamanla sömürgecilik yapısından ulus-devlet yapılarına dönüşmeyle, söz konusu yerli toplumların karşı karşıya kaldıkları sorun, yeni bir evreye girmiş oldu.

Sömürge döneminin maddi ve manevi yıkımına maruz kalan bu toplumlar, sözde kendilerine aidiyet kazandırma amacındaki ulus-devlet merkeziyetçi ekonomi yönetimlerinin elinde benzer bir mağduriyete konu oldular.

Bugün, Birleşmiş Milletler’in (BM) ilgili birimleri başta olmak üzere, çeşitli uluslararası kuruluşlar nezdinde de tanınırlıkları gündemde olan bu yerli unsurların haklarını koruma mücadelesinin Glasgow toplantıları öncesi ve sürecinde de gündemde olduğu görülüyor.

Dinlerarası diyalog ve yağmur ormanların yıkımı

Endonezya’da 2017 yılında, dinlerarası diyalog inisiyatifi, çeşitli dini gruplar, uluslararası kurumlar ve de yerli toplumlar işbirliği ülkedeki yağmur ormanlarının kıyımını engellemeyi amaçlıyordu.

Bu durum, adına dinlerarası diyalog denilen yapının öncülüğü gibi gözükse de, aslında haklarını koruma noktasında kararlılık gösteren yerli toplumlar ve bunların lider yapıları oluyor.

Yerli toplumların insan-doğa ilişkisinin dayandığı, “geleneksel ekoloji bilgisi ve yaşanmışlık” olgusunun ne sömürgeci dönemler ne de modern ulus-devletler bağlamında gündeme getirilen kalkınmacı politikalarla uyuştuğunu söylemek mümkün.

Bu kısa özet, bize iklim değişikliğinin dünyanın farklı bölgelerinde birbirinden ayrışık ve bağımsız olmak yerine, aksine birbirine zincirleme eklenen ve bu anlamda günümüzden çok daha erken dönemlerde küreselleşmeye başlayan bir yapıya sahip olduğuna işaret etmektedir.

20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca hedefine ekonomik modernleşmeyi ve bunun içinde kaçınılmaz olarak mevcut yer altı ve yer üstü kaynaklarını sınırsızca tüketebilmeyi hedefine koymuş ulus devletlerle, “yerli toplumlar” arasındaki çatışmayı da gündeme getirmiştir.

Bu sürecin bittiğini söylemek ise güç. Özellikle, Güneydoğu Asya topraklarının dünyanın önemli yağmur ormanları havzaları ve bunlarla ilintili eko sistemi bünyesinde barındırması ve bu bölgenin, aynı zamanda küresel ekonomi rekabetinde kendine önemli bir yer edinmesi süreci karşımıza kalkınma-çevre ve yerli toplumların hakları meselesini getirmektedir.

Kovid-19 kapanması ve sürdürülebilir çevre yıkımı (!)

Uzun dönemli yaşanan çelişkinin boyutlarını göstermesi açısından, sadece kovid-19 sürecinde karşılaşılan kayıtsızlık sorunun nitel ve nicel boyutlarını göstermesi açısından kaçınılmaz bir önem arz ediyor.

Buna göre, örneğin Endonezya’da 2020 yılında yaklaşık beş aylık süre zarfında yaşanan orman kaybı 2019 yılına kıyasla yüzde elli artmıştır. Bir başka veri 2017-2019 yani yine kovid-19 öncesi ile hemen sonrasına ait.

Söz konusu bu yıllar içerisinde, sadece Mart ayı baz alınarak yapılan karşılaştırmalarda yine, Endonezya’da orman sahası açımının yüzde 130 artış gösterdiğine vurgu yapılıyor. Şu anki verilere göre bu bir ülkede bir ayda yaşanan en büyük kıyım olma özelliğini taşıyor.

Daha önce dile getirdiğimiz üzere, bu ülkede anız yakımı ile sınırlı olmayan, aynı zamanda yeni endüstriyel tarım plantasyonlarının açılması için açılan ormanlık alanlar her yıl neredeyse ASEAN bölgesinin yarısını kaplayan bir çevre sorununa yol açıyor.

Kovid-19 sürecinde yaşanan ‘kapanmalara’ rağmen, orman kıyımında kapanma yaşanmak bir yana, mevcut ortamın doğurduğu yönetim ve kontrol boşluğu kıyımın artmasına neden olmuş gözüküyor.

Sorunun köklü yapısı

Burada sorun olan adı zikredilen ülke yani Endonezya değil… Benzer durumun Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın benzer ülkelerinde de yaşanıyor.

Yani, dünün üçüncü dünya ülkeleri… Bir başka deyişle, gönüllerini almak amacıyla icad edilen kavramla söylemek gerekirse, gelişmekte olan ülkeler coğrafyası… Aslında tam da bu durum, yukarıda dikkat çektiğimiz sorunun uzun dönemliliğini gayet açık seçik ortaya koymaktadır.

Şayet bu gelişmeyi bir ‘doğa felaketi’ olarak adlandıracaksa, bundan sorumlu olanların sadece, ismi geçen ülke ve/ya benzerlerinin resmi kurumları, yetkilileri olmadığını da peşinen ifade etmekte yarar var.

Açılan orman arazilerinin konu olacağı çok çeşitli işletmelerin ürünlerinin kimler tarafından tüketildiği konusu hemen bunun ardından gündeme getirilmeli ki, suçlamaya sadece bu ülkelerin konu olmadığının anlaşılması gerekmektedir.

“Mağara dünyasına geri dönemeyeceğimize göre…” söylemini gündeme getiren dünyanın gelişmiş ülkelerindeki kışkırtıcı ve yıkıcı moderniteyi temsil eden akıllarının bugün gelip dayandıkları nokta, yerli toplumların insan-doğa ilişkisinde ortaya koydukları ‘bilgi ve tecrübeye’ dayanması onlar adına gayet önemli bir çelişki.

Ancak bu durumda bile, kazanımın kendileri lehine dönmesi için yeni maskeler takmakta sorun görmeyen ve yerli toplumlara hem çevre ile mücadelede hem de ekonomik kalkınmalarında yol gösterme cüretinde bulunanlar yine onlar.

Günümüz küresel iklim değişikliği sorununu bu çerçeveden değerlendirmek gayet önemli bir zihinsel dönüşümü gerektiriyor. Ancak Batı’nın yıkıcı modernleşmesine gönüllü ve zorunlu olarak tabi toplumların, bunu yapabilecek bir cesareti olup olmadığı ise sorgulanmayı hak ediyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/11/06/kuresel-iklim-degisikligi-ve-yerli-toplumlar-global-climate-change-and-indigenious-societies/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder