18 Nisan 2014 Cuma

Türkiye Malezya İlişkilerinde Yeni Bir Dönem

Mehmet Özay                                                                                                                   17 Nisan 2014

Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın iki gün sürecek Türkiye ziyareti bugün başlıyor. İki ülke ilişkilerinin ellinci yılı olması dolayısıyla bu ziyaret bir başka anlam taşıyor. Bu ziyaretin, Başbakan Erdoğan’ın Ocak ayında Malezya’ya yaptığı ziyaretin hemen ardından gerçekleşmesi ise, özellikle Türkiye’nin Güneydoğu Asya’da önemli bir yeri bulunan Malezya ile ilişkileri kısa sürede ilerletme niyetinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Başbakan Necib 2011 yılı Şubat ayında Türkiye’ye ilk resmi ziyareti yapmıştı.
İki ülke ilişkilerine daha önce değinme fırsatı bulmuştuk. Burada aynı şeyleri tekrar etmek yerine kısa bir hatırlatmanın ardından farklı bir ‘tona’ evrilmekte fayda var. Daha önce dile getirdiklerimizi hatırlamak gerekirse, Türkiye ve Malezya’nın salt iki ülke işbirliği ile kalam/a/yacağı, iki ülkenin tarihi, kültürel ve ekonomik hinterlandının oluşturduğu Ortadoğu/Kuzey ve Orta Afrika/Orta Asya ile ASEAN/Malay Dünyası üzerinde çok geniş bir perspektiften bakmakta fayda olduğuydu. Bu çerçevede, söz konusu iki ülkenin üzerinde yükseldiği coğrafyaların son dönemdeki gelişmeler çerçevesinde yeniden şekillenmekte olduğu dikkate alınmadıkça Türkiye-Malezya ilişkileri kısır bir döngüye mahkum edilecektir.
Bu genel ifadelerin ardından, iki ülke ilişkilerinin önünde gelişmeye matuf bir süreç olduğuna vurgu yapalım. Ancak bu potansiyeli gerçekliğe taşıyacak araçların inşasına başlandı mı veya tamamlanabildi mi vb. soruları da önemli. Tabii ortada ‘potansiyel’ derken, bu ortada öylesine ‘başıboş’ bir varlığı olan potansiyelden bahsetmiyoruz. Malezya’nın hangi -diyelim ki- ekonomik ve stratejik değerlere sahiptir ki, bu sömürgecilik döneminden bugüne işlenmemiş ve yabancı unsurlarca pratiğe dökülmemiş olsun. Bugünün gelişmeleri ile değerlendirmek gerekirse “Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği (ASEAN)” ve “Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC)”ne ilâve olarak ve de belki de çok daha kapsayıcı bir nitelikteki “Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)”nı imza yolundaki adımlar, ABD’nin sadece Doğu Asya’daki Japonya-Tayvan-Güney Kore ile değil, Güneydoğu Asya’da özellikle Filipinler-Singapur-Tayland ile Çin’e karşı giriştiği güvenlik/savunma ilişkilerinde Malezya’nın da giderek önemli bir yer aldığı gözleniyor. Bu gelişmeyi, bu ay sonunda elli yıl sonra ilk kez bir Amerikan başkanının Malezya ziyaretinde bulmak mümkün. Barack Obama’nın bu ziyareti iki ülke ilişkilerini stratejik boyuta taşımak kadar, ABD’nin Güneydoğu Asya/Doğu Asya etkileşimini güçlendirmede önemli bir araç olacaktır.
Söz konusu bu ekonomik ve jeo-stratejik açılımlarda salt Malezya veya Malezya’yı temsil kabiliyetindeki yerel/ulusal güçleri de kastetmiyoruz. Son iki yüzyıldır bölgenin ‘kıymetlerini’ kullanma istidadındaki güçlerin Malezya’daki gerek doğrudan gerekse ortaklıklar düzeyindeki işbirliklerinin ekonomik ve jeo-stratejik paylaşımlardaki rolü ve etkinliği kuşkusuz ki, Türkiye’nin önünde bir dezavantaj. Yani ortada inanılmaz bir rekabet var. Bu yarışta Türkiye nasıl önlere geçebilir bunun hesabının iyi yapılması gerekiyor. Örneğin, geçen gün Kuala Lumpur’da düzenlenen “14. Asya Savunma Sistemleri Fuarı”nda -ki alanında dünyanın ilk beşi arasında bulunuyor- görüşme fırsatı bulduğumuz Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkilinin de belirttiği üzere, savunma sistemleri işbirliği konusunda iki ülke arasında bir etkileşim olsa da, bunun yeterli olmadığı, sabırla ve ısrarla çalışmak gerekiyor.
Aslında tüm bu maddi unsurlardan önce, ortada bir “güven” tesisi gerekliliği olduğunu açık yüreklilikle teslim etmek lazım. Bu husus, aynı zamanda Malezya ile ilişkilerde nelere dikkat etmeli sorusunun da cevabını getirecektir. Çünkü bahsettiğimiz ülkenin kendine has özellikleri Türkiye’nin öncelikleriyle uyuşmayabilir. Şayet somut olarak bunun karşılığı aranacaksa, ilgili çevrelerin önceliklerinin ekonomi olmasından hareketle, herhalde ekonomik ve ticari işbirliğinin zaafiyetinde görmek mümkün. Olası işbirliğine kapı aralamak için kullanılan psikolojik argümanların başında ‘kültürel yakınlığımız’ fenomeni kullanılsa da, uzmanların ifade ettiği üzere Türkiye ve Malezya arasında kültürel bir yakınlıktan değil, olsa olsa dini alan benzerliğinden bahsetmek mümkün. Bunun somut karşılığının neye tekabül ettiğine değinecek olursak, hiç kuşku yok ki, karşımıza ‘Hac’da karşılaşılan manzaralar çıkacaktır. Ancak ‘Hac’ mekanı ve ruhu itibarıyla olağandışı bir referans olduğundan sosyo-ekonomik ve uluslararası ilişkilerde böyle bir yaklaşıma yer olmadığı tartışmaya gelmez.

Şimdi Malezya’nın neye tekabül ettiğine kısaca bakalım. Yönetim şekli olarak Westminster temelli, ‘monarşik parlamenter’ sistemin varlığı içerisinde ‘parlamento’ kavramının içeriğinin ne kadar gelişkin olduğuna ve bu kavramına toplumun geniş kesimleriyle kesişen ‘sivil’ alanların desteğiyle ne denli bağlantılı olduğuyla alâkalıdır. Öte yandan ‘monarşi’nin tekabül ettiği gerçeğin, ülkedeki Malay Müslüman etnik çoğunluğun varlığıyla birebir örtüşen bir yanı vardır. Ülkenin temel siyasi dinamikleri noktasında ‘monarşi kültürü’nün ‘parlamento kültürü’ne baskın çıktığı görülür. Monarşinin toplumda karşılık geldiği alan Malaylılık olduğundan, ülkenin teknik anlamda vatandaşları statüsüne sahip olan diğer azınlıklar noktasında bir psikolojik ve toplumsal geri çekilmenin ortada olduğuna şüphe yok. Monarşi, Malaylılığı besler ve de korurken, Malaylılık da psikolojik, ideolojik, ve de yönetimsel ‘varoluşsal’ şartlarını monarşiye endekslemiştir.

Bu durumun ülkenin asli unsurları (bumiputra) denilen ve ağırlığını Müslüman Malayların oluşturduğu toplum kesimlerinde sosyo-siyasi ‘garanti’ anlamı taşıdığı gibi bir izlenim uyandırsa da, aslında ‘bir güven problemine’ neden olmaktadır. Bu güven probleminin bizatihi kendisi, ülke siyasi yaşamına -tabiri caizse- sürekli akredite edilen bir yapılaşmayı kaçınılmaz olarak beslemektedir. O da, mevcut siyasi iktidarın varlığı ve bu iktidar çevresi etrafında örüntülenen ekonomik çıkar birlikleridir. Monarşi öncelikli siyasi yapı, yönetim ve devlet teşekkülleri anlamında ekonomi sektörlerinde korumacılığı her daim zorunlu kılmaktadır. Aslında, ülkede son kırk yılda gözlemlenen kalkınma süreçlerinin temelinde -tezat gibi görünse de- bu ‘güven’ sorunu yatmaktadır. Bu nedenledir ki, ülkedeki parlamenter sisteme dair gözlemlerin sonucunda ortaya konulan görüşlere bakıldığında, siyasi evrim gereği ulaşılması beklenen ‘demokratikleşme’nin -ki buna “kendinde demokratikleşme” diyebiliriz- bu ülke özelinde durağan bir özellik sergilediği veya baskın çıktığı dikkat çeker. Bu durum, ters bir refleksle, gene parlamento fenomeniyle etkileşimi güçlü bir sivil oluşum mekanizmasının zayıflığına neden olur. Bu ülkede ‘sivil toplum kuruluşları’ olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak böylesi mevcut kurumların dinamiklerine bakıldığında, arka plânda korumacı devletin sivil alana uzanımının varlığıyla karşılaşılır. Hakim siyasi güç ‘güven’in tesisinde yegane vasıta olurken, bu güç kendisini sadece Müslüman olmayan azınlıklar üzerinde belirleyici olmakla sınırlamıyor. Belki de kimi gözlemcilerin kaçırdığı bir gerçek var ki o da şu. Adına Malay Müslümanları denilen sosyal grup içerisinde çeşitli süreçler vasıtasıyla ortaya çıkan sosyal gerçekliği anlama çabası ve bunun kurumsallaşmaya yüz tutan yönü karşısında mevcut siyasi yapı gene korumacılıktan taviz vermeme adına baskın olma gereği duyuyor. Bunun siyasi terminolojideki karşılığını ülkenin dördüncü Başbakanı, Dr. Mahathir Muhammed’in “Asyalılık Değerleri” kavramında bulmak mümkün.

Ve bu durum, ülke nüfus yapısı içerisinde görece çoğunluğu oluşturan kitle içerisinde bölünmeyi getirirken, sosyal olanın zorlamalarıyla, siyasi odak kendini yenileyebilme olanaklarını bulmaya çalışıyor. Ancak bu durum, sosyal evrim basamaklarını kısa sürede çıkılacağı yönünde bir izlenime neden olmuyor. Şimdi böyle bir siyasi ve sosyolojik gerçekliğe sahip bir ülkeyle ekonomik, siyasi, kültürel ve dini alanlarda nasıl bir etkileşime girilebileceğini, hangi dinamiklerin hesaba katılacağını iyi hesap etmek gerekir. Bu nedenledir ki, iş adamından bürokratına, öğretim görevlisinden öğrencisine kadar Malezya toplum gerçekliği içinde yer almak ve eğitim/ekonomi/ticari etkileşimlerde bulunmak isteyen kesimlerin  bu ‘güven’ olgusuna sahici bir şekilde yaklaşmaları gerekiyor. Pratikte karşılaşılan gerek bireysel gerek kurumsal etkileşimlerde bu ‘güven’ olgusundan hareket edilmeli.

Bölgesinde görece az yoğunluklu nüfusu, gene uluslararası sanayiye taşınan önemli bazı hammadde kaynaklarıyla, tüketimci ekonominin neredeyse her yönüyle varlığını hissettirdiği bir ülkeden ve toplumdan bahsediyoruz. Ancak tüm alanlarda sadece dış aktörlerle mücadele etmek yetmiyor, daha da önemlisi Malezya toplumunda güven olgusunun varlığı ve teşekkülü konusunda da donanımlı olmak gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder