26 Nisan 2014 Cumartesi

Obama’nın Ziyaretleri ve ABD-Çin İlişkileri

Mehmet Özay                                                                                                                 24 Nisan 2014


ABD Başkanı Barack Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya gezisine, bölgede giderek etkinliğini artıran Çin’e karşı yeniden bir ‘blok’ oluşturmanın ciddi bir adımı olarak dikkat çekiliyor. Başta Çin-Japonya gerilimi olmak üzere Çin-Tayvan ve Çin ile ASEAN’a üye dört ülkenin Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar meselesinden kaynaklanan sorunun ABD’nin bölgedeki varlığına zemin hazırladığı konusu çokça tartışılıyor.
Çin’in sadece son üç yılı aşkın süredir aktif olarak gündemde yer alan Güney Çin Denizi’ndeki insansız adalar ve çevresinde başgösteren egemenlik hakları değil ABD’yi ve bölgedeki müttefiklerini endişelendiren. Bunun belki de öncesinde Çin’in ekonomik gelişmişliğinden sirayet eden bir tür hazımsızlıktan söz edilebilir. Bu anlamda, ekonomisi kayda değer gelişmeler gösteren Çin’in, ABD için şimdilik bir yumuşak tehdit unsuru olduğu görülüyor.

Barack Obama’nın Japonya’dan başladığı Güney Kore, Malezya ve Filipinlerle devam edecek gezisinin odağında Çin faktörüne karşı bir ‘ön alma’ harekatı izlenimi olduğunu söylemiştim. Bunun rasyonalitesi ise, geçen yıl Çin’in bölgedeki geçen yılki girişimleriyle izah ediliyor. Bu anlamda, ABD- Çin bağlantısında, Doğu ve özellikle de Güneydoğu Asya ülkeleriyle olan ilişkilerin önemli bir yeri var. Geçen yıl Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in barış ve ‘ekonomi’ bağlantılarıyla dört ülkeyi kapsayan gezisi, Xi Jinping yönetimindeki ‘Yeni Çin’in bölge açılımının önemli bir örneği olarak okunabilir. Elbette ki, bu açılım, Malezya, Endonezya, Singapur tarafından gözardı edilecek, reddedilecek bir alana tekabül etmiyor. Bu anlamda, örneğin Malezya’nın en büyük ticaret ortağı olan ABD, bir süre sonra bu gücünü Çin’e kaptırması Çin’i bir dünya devi yapmayacaktır. Öte yandan, bu durum sadece ekonomik anlamda değil, bir dünya devi kabul edilen ABD’nin gücünde bir zaafiyet olarak telâkki edilebilecek bir noktaya gelmesine veya en azından moral düzeyinde kalmayacak bir imaj gerilemesine neden olacaktır.
Bununla birlikte, Barack Obama’nın ilk seçildiği yıllardan itibaren ABD Dış politikasının ekseninde kayda değer bir ‘kaydırmayla’ Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasına yönelmesi, Çin’in Batı’ya kafa tutan ekonomik gelişmişliğiyle ilişkilendirilmesine de ‘şüpheyle’ bakmak gerekir. Çünkü bu ekonomik gelişmişliğin ne denli ABD’ye ve Batı’ya tehdit içerdiği de üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Nedeni ise son derece açık. Çin, kapitalist sistemin gereklerini yapma konusunda ev ödevini gecikmeli de olsa yerine getirirken, ABD için veya daha doğrusu sistem için bir mahzur taşımıyor. Bu noktada Çin yönetiminin 1982 yılında imza attığı yeni Anayasa’da “Çin’in geleceğinin uluslararası toplumla karşılıklı bağımlılık ilişkisinde olduğu” cümlesi bölgesel ve küresel etkileşim sınırlarını belirlemede önem taşıyor. Kimi uzmanların dile getirdiği üzere açılan bu kapının bir daha kapanması mümkün değil. Bunun en temel göstergelerinden biri ekonomide liberalleşme yolunda atılan adımların Çin’i şu veya bu şekilde küresel kapitalist sisteme eklemlemede bir araç rolü oynamasıdır.

Çin’in ekonomik kalkınmasında 21. yüzyılın başlarında yapılan kimi değerlendirmelerde bu ülkenin dünya ekonomisinin ilk beşi içinde yer aldığı belirtiliyordu. 2002 yılında dönemin Başkanı Jiang Zemin, Çin’in kalkınmış ülke olma hedefini 2020’ye endeksliyordu. Bunun maddi karşılığı ise alım gücü 800 Dolar olan bir Çin’linin 2020 yılında bu gücünün 3000 Dolar’a çıkartılmasından bahsediliyor. Yani giderek orta sınıflaşmanın büyük bir kabul gördüğü ve bu yönde kayda değer adımların atıldığı bir Çin’in ekonomik varlığıyla tehdit olması ne kadar mümkün?

Açıkçası Çin uygulamakta olduğu siyasal sistem olarak da Amerikan sistemine büyük bir tehdit içerdiği iddia edilemez. Soğuk Savaş yıllarının ardından, Amerikan’ın yeni düşman arayışları süreci ve bununla yakından ilintili 11 Eylül 2001 ve sonrası gelişmeler dikkate alındığında da bunu gözlemlemek mümkün. Örneğin, o tarihlerde ABD’nin Çin Büyükelçisi Clark Randt, Amerikan toplumunun maruz kaldığı tehdide dair açıklamalarda bulunurken, Çin’in bu tehdit yapısı içerisinde yer almadığına vurgu yapıyordu. Aradan geçen yıllarda ne oldu ki Çin, ABD nezdinde bir tehdit olarak algılanma süreci birden hızlandı. Aslında, ABD’nin ‘düşmansız yapamacağı’ ve düşman olgusunun ABD Dış Politikası’nda kayda değer bir paradigma olarak yer aldığı düşünüldüğünde acaba Çin, özellikle de en yakın ve giderek ucuz işgücü/orta sınıflaşması/mümbit bir tüketimci pazarı ile ortaya çıkan Güneydoğu Asya ülkeleri için bir ‘öcü’ fenomeni olarak ortaya çıkartılmış olamaz mı?

Kendine düşman üretmesiyle tanınan Amerikan sisteminin, süreçte belki de karşısına -gene Batı’dan devşirdiği ‘ekonomik değerlerle’- süpriz olarak çıkan bir Çin faktörünün giderek güçlü bir şekilde gündeme geldiği de bir gerçek. Bu anlamda tehdit olgusunu irdelerken, Çin’i Batı nezdinde tehlikeli kılanın, bu ülkenin liberal kapitalizmin siyasi ve sivil alanlara yönelik göstergelerindeki başarısızlığında yattığını söylemek gerekir. Bunun en iyi örneklerini Tiannenman Meydanı, Tibet ve Uygur’da yaşananlar ile henüz dünya medyasına çıkmamış bazı azınlıklar üzerinde kurduğu sistemik baskıda ortaya çıkıyor.

Tabii bir de Tayvan meselesi var... Çin’in modern tarihindeki en önemli kırılma olan komünist-milliyetçi Çin ayrımının ürettiği yeni bir ülkenin adı Tayvan. Bu konu üzerinde biraz durmakta fayda var. Bugün Tayvan başta bölge ülkeleri ve küresel alanda kabul edilebilir bir yapıya sahip olduysa, bu Tayvanlıların kendi başarılarının bir ürünüdür. Ve Çin ile Tayvan arasında yaşanan anlaşmazlık Tayvan’ın gelişmişliğine paralel olarak bir ezilmişlik psikolojisi ile hareket etmediğini de ortaya koyuyor. Tayvan, özellikle bölge ülkeleri bağlamında ‘eşit’ statüsüdeki konumundan istifade ediyor. Ancak 1989 yılında yaşanan Tiananmen Meydanı’ndaki ‘kırılma’, başta ABD olmak üzere genel itibarıyla söylenecek olursa Batılı ülkelerde giderek ‘sisteme’ yaklaştığı iması veren Çin’in halen diktatörlükle yönetildiğinin kanıtı olarak tarihe geçtiği de bir vakıa. Bu anlamda, 1989’den bu yana Çin’in kendi halkına yönelik böylesi bir örneği gündeme getirmemekle birlikte, Tibet’te ve özellikle Sincan Bölgesi’ndeki (Uygur) icraatlarının da, en azından bölge ülkelerince şimdilik dikkate alındığını ve yüksek sesle basında ya da ikili ilişkilerde dile getirildiğini söylemek mümkün değil.

Pek çok uzmanın dile getirdiği üzere önümüzdeki birkaç on yıl boyunca ABD ile Çin arasındaki rekabette ABD’nin pek de dikkat çekici bir gerilemenin söz konusu olmadığıdır. Bu durumda açıkçası iki ülke ilişkilerinde güç yarışının sıcak bir ortama mı sürükleneceği yoksa mahir dış politika uzmanları ve politikacılarının elinde yumuşak bir geçişe olanak tanıyan veya sistem içi anlaşmalarla sonuca taşınacak bir sürece mi tanıklık edileceği konuşuluyor. ABD’nin gücü tesis ettiği alanlar yani ekonomi, bilim, endüstri, kültür, askeri varlıkları dikkate alındığında iki ülke arasındaki ilişkileri sıcak bir ortama taşınmamasında sorumluluğun ABD’ye düştüğü söylenebilir. Tabii yukarıda zikredilen alanlarda Çin’in hiçbir varlığının olmadığını iddia edilemez. Ancak örneğin dünya geneline bakıldığında Çin’in ne tür bir kültür endüstrisini yönetebildiğinden başlayarak Çin’in bölgesinden başlayarak dünya halklarına kapitalizmin ürettiği tarzda bir kültür pompalama gücüne sahip olup olmadığı tartışma götürür.

ABD-Çin ilişkilerinin güç yönelimli boyutunu gündeme getirirken, bu ilişkinin Çin’in iç politikalarına, iç politik güç donanımlarına yönelik bir yanı da var kuşkusuz ki. 20. yüzyıl başlarında dünyadaki ve bölgesindeki gelişmeler çerçevesinde Çin’de büyüyen iki güç/ideoloji yani komünizm ve milliyetçilik arasındaki mücadelede kazananın ilkiydi. Bugün Çin’in küresel bir yapılaşma içerisinde kayda değer rol almasında bugün -diyelim ki ürettiği- ekonomik değerlerin nasıl ortaya çıktığı önemlidir. Çin’in tıpkı diğer ülkeler gibi bilim ve teknolojiden önce pragmatiklik amacına uygun olarak kalifiye insan iş gücü kaynaklarını ABD ve Avrupa üniversitelerine gönderdiği öğrenciler vasıtasıyla devşirdi ve devşirmeye devam ediyor. Bu kitlenin bugün Çin bürokrasisinde taşıdığı önem, Çin’in dönüşmesindeki motor gücü oluşturuyor. Bu güç, komünist partisi gibi geleneksel yapı içerisinde veya birlikte nasıl bir etkileşime konu olacağı da Çin’in ABD ile olan ilişkilerinde kaçınılmaz bir öneme sahiptir. Dolayısıyla ortada çarpışmak üzere olan güçlerden ziyade sistemin her türlü özelliğini hazmetmesi beklenen bir Çin beklentisinin ne zaman gerçekleşeceğine dair zaman ayarlaması var. Bu süreçte de ABD küresel rolünü Ortadoğu’dan Doğu ve Güneydoğu Asya’ya çevirerek göstermek istiyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder