19 Nisan 2014 Cumartesi

D-8 canlanırken Malezya-Endonezya ilişkileri

Mehmet Özay                                                                                                                  14 Nisan 2014
Güneydoğu Asya’da önemli gelişmeler olurken, Türkiye’nin başını çektiği D-8 oluşumunun yeniden harekete geçirileceği haberi kimi çevrelerde heyecan kaynağı olmasını haklı bazı nedenlere bağlamak mümkün. Aradan geçen on altı yılda, özellikle bu oluşumun fikir babalığını yapan Türkiye’deki gelişmeler, diğer üye ülkelerde iç ve bölgesel hesaplaşmaların ürünü olarak bu oluşuma yön ve çerçeve çizme kabiliyetinden uzak görünüm, neredeyse iki yılda bir yemekli toplantıların ötesinde bir anlam ifade etmeyen bir oluşuma evrildiği izlenimi oluşturdu.
D-8 dönem başkanlığının ikinci defa Türkiye’ye geçmesi, gene kuruluşundan çok kısa bir süre sonra ortaya çıkan ulusal/bölgesel ve küresel değişimlere benzer yapılaşmaların gündemde olduğu bir süreçte konuşuluyor olması önemli. Bununla birlikte, söz konusu bu sürecin ‘D-8’de reform’ adıyla tanımlama çabası için oldukça erken. ‘Reform’ olgusu çerçevesinde bazı niyetler olsa da, eşit üyeler arasında bir konsensüsden bahsetmeden oluşumun nasıl bir reforma yöneltileceği şüphesi ortada duruyor. Nijerya’dan, Mısır’a, İran’dan Bangladeş’e kadar ulusal ve bölgesel sorunların farklı yönleriyle ortaya çıktığı ülkeler ve Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkisindeki yönelimler bu süreçte hassas incelemelere tabii tutulmayı bekliyor. İkinci kez Türkiye’nin dönem başkanlığında yeni bir döneme adım atmasının arefesinde D-8’e Güneydoğu Asya özelinde dikkat çekmekte fayda var. Bu bağlamda, kuşkusuz ki, iki üye ülke yani Endonezya ve Malezya’nın varlığı göz ardı edilemeyecek öneme sahip.
Siyasi, ekonomik ve kültürel özelliklerinin önemine kuşku olmayan bu iki ülke, bölgenin insan stoğunu, yani Malay toplumunun büyük bir bölümüne ev sahipliği yapmasıyla dikkat çekerken, ASEAN’ın da iki önemli kurucu ülkesi sıfatını taşıyor. Ekonomik yapılanmaları noktasında birbirine yakınlık sergilese de, siyasi etkileşimleri farklı coğrafyalara yönelmelerine neden oluyor. Bu noktada, Türkiye’nin bu iki ülke ile ilişkilerinin 20. yüzyıl ortalarından itibaren nasıl şekillendiği üzerinde durulmayı hak ediyor.
Türkiye’nin bu iki ülke ile ilişkilerinde, özellikle de Endonezya ile bağını 1955 yılındaki Bandung Konferansı’na endeksleyen görüşler olsa da, bu konferansda Türkiye’nin çizdiği yönelim, ilişkileri geliştirmeye değil, aksine Türkiye’yi Soğuk Savaş döneminde içinde bulunduğu siyasi sistemin gereği olarak dondurmaya neden olduğu görülür. Malezya ile ilişkiler de ise, ucu sömürgecilik dönemine yani İngiliz bağlamının, modern ulus-devlet sürecinde de devamı, buna ilâve olarak, ülkenin çok etnikli/dinli/kültürlü yapısından neşet eden sosyo ekonomik problemlerle baş etme zorunluluğu Türkiye ile bağları geliştirmede kısırlığa neden olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, 1980’li yılların başlarından itibaren, Türkiye’de Özallı yıllar, Malezya’da da benzer eko/politik açılımlarıyla gündeme gelen Dr. Mahathir dönemiyle örtüşmesiyle dikkat çeker. Bu yıllar, aynı zamanda iki ülkenin benzeri ülkelere modelliklerinin de giderek yüksek sesle dile getirildiği görülür.
Düne kadar ne siyasi çevrelerde ne de basının önde gelen kalemlerince adı ağızlara alınmayan ve yemekli toplantının ötesinde bir anlam ifade etmeyen D-8’e yeniden dönmek, kalıcı bir devlet politikası olarak mı belirleniyor, yoksa günün getirdiği koşullara bağlı olarak son derece paltayif bir açılım bağlamında mı değerlendiriliyor sorusunu cesaretle yöneltmek gerekiyor. Bu soruya cevap vermek, Türkiye’nin dış politikasını şekillendirdiğini söyleyenlerin üstlenmesi gereken bir sorumluluk. Öte yandan, ilgili ülkelerin söz konusu birliğin neresinde durduğu, ne tür gelecek projeksiyonu sunduğu, hangi yönelimlerle D-8 oluşumunu hükümetlerine ve de en önemlisi halklarına anlattıkları üzerinde de durulmalı. Bugün, örneğin ASEAN dendiğinde ve Güney Asya ülkeleri birliği denilen yapının aradan geçen on yıllara rağmen, halen ilgili birliğe mensup ülke halklarınca dahi yeterince tanımlanamadığı ve ‘birlik adına’ toplumların nerede konuşlandığı probleminin giderek çok daha ciddi bir şekilde hissedildiği bir ortamda D-8’in sadece ‘bürokratlararası’ bir etkileşimle sınırlı olduğu yönünde bir sonuca ulaşmak mümkün.
Diyelim ki, D-8’in bir ideolojik alt yapısı yok, sadece ekonomik bir uzanımı öngörüyor. O zaman üye ülkelerin sömürgecilik sonrası modernleşme süreçlerinde hangi ekonomik modelleri öncelledikleri, yaptıımlara maruz kaldıkları, siyasi ve akademik elitin bu yaptırımlar karşısında nasıl bir tavır geliştirdiği; halklara tepeden inmeci/hiyerarşik kalkınmacı modernleşme modelleri yerine çok daha doğal ve geleneksel yapılaşmaları destekleyen bugünün Batılı modernleştirmeci babalarının öngördükleri örneğin ‘geleneksel tarımsal yöntemlere dönmeliyiz’ şeklinde beliren sürecin neresinde bulundukları iyi hesap edilmeli. Buna ilâve olarak, Batı’nın özellikle de ABD’nin Asya yüzyılının önemli bir ayağını oluşturan Güneydoğu Asya açılımındaki yeri, Endonezya ve Malezya’nın bu açılımın neresinde bulunduklarını, bu iki ülkenin siyasi ve de ekonomik hareket kabiliyetleri de D-8 ‘yeniden oluşumu’ bağlamında önem taşıyor.
D-8 içerisinde Türkiye’nin ve Malezya’nın geçen on yıllar boyunca İslam -neye tekabül ettiği konusunda siyasi irade ile sosyal akıl arasında derin uçurumlar olan bir kavram olduğu unutulmadan- ile demokrasi denilen yönetim şeklini ‘meczetmede’ ve kalkınma yarışında önemli atılımlar yapmakla üçüncü dünya denilen ülkeler bütününe modelliklerini örnek alalım. Bu iki ülke arasında diğerlerine modelliklerinden hareketle, acaba “ne tür bir ilişki ağı oluşmuştur” sorusunu sormadan, bu soruya hakkıyla cevap vermeden bırakın D-8’i, iki ülke ilişkilerinin doğasını anlamak bile zordur. Yukarıdaki sorulara ve benzerlerine cevap vermesi beklenen akedamyanın genel itibarıyla siyasetçilerin ve bürokratların ağzının içine bakan bir yaklaşım değil, aksine bu iki siyasi ve idari gruba yol haritası çizecek araştırmalarla öne çıkmaları gerekir. Daha geçen Ocak ayında Başbakan Erdoğan’ın Malezya ziyaretinde “Malezya hakkında ne biliyoruz ki, soru soralım” diyen basın mensuplarının varlığı karşısında irkilmek gerekmiyor açıkcası. Öyle ki, bu yaklaşımın daha vahimini akademi çevrelerinde bulmak mümkün. Kimi grupların, sözde ‘kardeşlik masallarıyla’ bir grup akademyayı pışpışlamasından iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesini öngörmek de akademya dünyasının ruhuna yapılacak ihanetle eş değerdir.
Endonezya örneği üzerinden gidersek, bırakın halkı Endonezya bürokrasisinde D-8’in neye tekabül ediyorun cevabını almak için küçük bir araştırma yapılmasında fayda var. D-8 kuruluş temelleri dikkate alındığında 1996 yılının koşulları yani Suhartolu yılların sonu, reform hareketinin büyük bir heyecanla gündeme getirilişi ile bugünün koşullarını yerli yerince irdilemek gerekir.
D-8 gibi bir uluslararası birliği yeniden ele alacaksak, bugün dahi her iki ülkede yaşanan genel seçimler noktasında Türkiye’de kaç köşe yazarı, entellektüelin görüş beyanında bulunduğu; kaç tartışma programında ASEAN’ın bu iki önemli üye ülkesinin gelişmeleri enine boyuna tartışıldığı, ASEAN’a akretide büyükelçi atamış olan Türkiye’nin siyasi irade gereği bu seçimler sonrası gelişmeleri nasıl değerlendirdiği; varsa bu gelişmeleri kendi ilişkisel boyutları için yapılaştırma gücü olup olmadığını işitmek gerekirdi. D-8’i konuşacaksak, bunun önemli bir parçasının ekonomi güdümlü bir yapılaşmaya dikkat çekilmekte olduğuna hiç kimsenin kuşkusu olmasa gerek. Ancak, bunun öncesinde ve de ötesinde ihtiyaç duyulan ‘sivil’ oluşumların varlığının bölgeyi anlamaya, anlamlandırmaya, ilişkileri bugünle sınırlı bir vecheye değil orta ve uzun vadeli hedeflere yönelik olarak yapılaştırmaya matuf olduğuna göre D-8’e nasıl ruh verilebileceğini üzerinde kafa yormak gerekir.
Bugün Malezya ve Endonezya dendiğinde akla naif bir yaklaşımla “güler yüzlü insanlar toplumu” akla geldiğini söylemekten vazgeçip bölgenin kültür-psikolojisini çalışmak, bu toplumların sömürge döneminden hasıl olan sosyo-politik sorunlarını anlamaya çalışmak ve 20. yüzyıl boyunca dönemin koşullandırmalarına epeyce maruz kalan, kendinde politikalar üretemeyen siyasi yapıların bugün geldiği noktayı analiz etmek için insan kaynağına, kurumlara ihtiyaç var. Çünkü ‘reform’ bunu gerektiriyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder