28 Şubat 2018 Çarşamba

HİNDİSTAN / INDIA

Mehmet Özay                                                                                                                       28.02.2018
Giriş

Dünyanın kadim kültür ve medeniyetlerine ev sahipliği yapan Hindistan günümüzdeki sınırlarının aksine, tarihin erken devirlerinden itibaren sınırları batıda Pakistan’dan başlayıp doğuda Bangladeş’e kuzeyde Himalayalar’dan güneyde Sri Lanka’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tekabül ediyordu. Bu nedenledir ki, bu devasa toprak parçası bir kıta büyüklüğünde kabul edilip ‘Alt Kıta’ adıyla anılır.[1]

Bu çerçevede, Indus Nehri’nin suladığı bölge ile anılan ve erken dönemlerde Hindistan (Hindustan) adı verilen bu toprakların kuzey bölgesine verilen isimdi. Batıda Kandahar,  kuzeyde Badakistan ve Keşmir doğuda Assam ve güneyde de Dekkan ile çevrili bir bölgeydi.[2]

Bir başka deyişle, tarihsel süreçler ve coğrafi bütünlük ve aidiyet noktasında bu topraklar, bugünkü Hindistan Cumhuriyeti sınırlarından ibaret değildi. Aksine, yine bugün ulus devletler şeklinde tezahür eden Pakistan, Bangladeş, Nepal, Bhutan’ın üzerinde yükseldiği coğrafya ile Afganistan’ın güneydoğusu ve bir ölçüde Sri Lanka’yı da (Ceylon) içine alıyordu. Bu geniş coğrafya, bölgenin kadim dili Sankritçenin, Hinduizm ve kısmen Budizm dininin yaygın bir şekilde benimsenmesine ve uzantılarına konu olmakla birlikte, aynı zamanda dil, dil ve kültürel bağlamlarda büyük bir çeşitliliğe ev sahipliği yapıyordu. İslamiyetin ortaya çıktığı dönemde ise, Müslümanlar tarafından Hindistan adı verilen topraklar, Kirman, Sind, Hind, Multan, Kannawj gibi bölgeleri de içine alacak şekilde Kuzey Hindistan’la sınırlıydı.[3] Özellikle, adını İndus Nehri’nden alan kuzeybatıda Sind bölgesi, tarihin erken dönemlerinden itibaren kültür ve medeniyetlere ev sahipliği yaptı. Günümüzde ülkenin güneyinde ve Sri Lanka’da yaşayan Dravidyenlerin, Aryanların M. Ö. 1500’lü yıllarda nüfuzu üzerine göç etmek zorunda kalan topluluklardı.[4]

Sind bölgesi, tarih boyunca batıda İran ve doğuda Çin arasında deniz ve kara ipek yollarının kesişme noktası ve ana ulaşım noktaları üzerinde yer aldı. Söz konusu bu bölgenin bugün de, uluslararası siyasetin popüler bir konusu olması tesadüf değil, aksine tarihsel sürekliliğe yapılan atfın bir sonucudur. Tarihin erken dönemlerinden itibaren Sind bölgesinde değişik site devletleri ve imparatorluk boyutunda siyasi yapıların ortaya çıkmasında, bölgenin tarımsal zenginliği, etnik yapıların ve kültürlerin çeşitliliği ile ticaret yolları üzerinde bulunmasının önemi yadsınamaz. Örneğin Hindistan’ın diğer bölgelerinden altın, İran’dan gümüş gibi madenler İndus bölgesine akarken, Hindukuş dağlarının zengin orman kaynaklarına ulaşımı söz konusuydu. Ayrıca, Kambay Körfezi’ndeki liman yerleşimlerinin Mezopotamya ile ticaret bağlantısı bulunuyordu.[5] 

Bilinen en eski tarihî kayıtlar dikkate alındığında, Akdeniz ve Hindistan’daki milletler arasında M. Ö. 2000 öncesine dayanan bir ticari ilişkiden bahsedilir.[6] Uzun dönemlere yayılan bu süreci, Batı tarihi referanslarıyla bakıldığında, Roma İmparatorluğu öncesi dönemde Fenikeliler gibi Akdeniz uygarlıklarıyla, Hindistan ve Çin arasında doğan etkileşimler sürecinden başlatmakta fayda var.[7] Söz konusu bağlantının kurulmasında Basra Körfezi ve Kızıldeniz çevresinin önemli bir rol oynadığına kuşku yok. Bu ilişkiler çerçevesinde, erken dönemlerden itibaren Batı’ya taşınan metalar arasında kıymetli taşları, tütsüleri, baharatları, kıymetli tekstil vs. bulunuyordu.[8] Bu çerçevede, uzun yüzyıllar boyunca Takımadalar’ın doğusunda Moluku Adaları’ndan başlayıp tüm suyolları güzergâhını takip ederek Venedik’te son bulan baharat ticaretinde, bu devleti küresel ekonomi ilişkileriyle bu ilişkilerin biçimlendirdiği siyasî gelişmeleri önemli bir yere oturtur.[9] 

Avrupa ile Hint Alt kıtası arasındaki ilişkiler sadece ticaretle sınırlı olmayıp, aksine askeri boyutu da bulunuyordu. Bu çerçevede, örneğin, Büyük İskender’in bölgeye ulaşmasından önce, Hint bölgesindeki toplulukların bir bölümünün Fars ordusu bünyesinde Yunan topraklarında savaşmıştı (M. Ö. 480). Bu çerçevede, Roma döneminde (M. S. 1. yüzyıl) Güney Hindistan sahilleriyle ticaret ilişkisinin bölge tarihinde süreklilik arz eden bir yapıya işaret ettiği söylenebilir.[10] Bu uzun geçmişe rağmen, özellikle 10. yüzyıldan itibaren Hint Okyanusu giderek artan bir şekilde küresel ilişkilerle anılır oldu.[11]

Öte yandan, Hint Okyanusu’nun doğusunda geliştirilen bağlantı da, ticaret kadar, özellikle Budizm’in gelişmesine paralel olarak dinî-kültürel yapılaşmalar çerçevesinde uzun dönemlere konu olur. Çin ve Hindistan arasındaki ticarî ve kültürel etkileşimin İsa’dan önce ikinci yüzyılda başladığına dair Çin kaynaklarında bazı verilere rastlanır. Çinli tüccarların Malay dünyasını aşıp, Hindistan sahillerine ulaşması iki bölge arasında karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi anlamı taşıyordu.[12] Gerek Hint Alt Kıtası’nda gerekse Çin ve Hindistan arasındaki ilişkilerde ticari faaliyetlerin yanı sıra Budizm de önemli rol oynadı. Bu çerçevede örneğin, Tang Hanedanlığı (627-649) döneminde Hsuan Chuang adlı bir rahibin karayoluyla Hindistan’a gittiği ve dönüşte denizyolunu kullandığı[13] ve özellikle Budist rahipler tarafından gerçekleştirilen bu ve benzeri ziyaretlerin ilerleyen dönemde de, örneğin 9. ve 10. yüzyıllarda da, iki ülke arasında süreklilik arz ettiği görülür.[14]

Hindistan toprakları üzerinde bir diğer etkileşim İslamiyetin yayılmasıyla birlikte ortaya çıktı. Arabistan Yarımadası gibi komşu bir coğrafyada neşet eden İslamiyet erken dönemlerden itibaren Hindistan’ın kara ve deniz sınırları üzerinden bölge halklarına ulaştı. Emeviler döneminde, 8. yüzyıl başlarında Sind bölgesine ulaşmasının ardından yöneticiler ile geniş Hindu-Budist toplumu arasında belki de ilk defa ortaya çıkan bir yönetim gündeme geldi. Müslüman yöneticiler tarafından Hindu-Budist halk ehli-kitap hükmünde kabul edilmek ve bu anlamda kendilerine zımni statüsü verilmek suretiyle İslam siyasi tarihinde yeni bir anlayışı gündeme getirirken, bu yaklaşımın daha sonraki uzun yüzyıllar boyunca da benzer şekilde sürdürüldüğüne dikkat çekilir.[15] Çeşitli İslam toplumlarının erken dönemlerden itibaren varlığının siyasi ve toplumsal karşılığı, uzun yüzyılları kapsayacak şekilde gelişme gösterdi.

15. yüzyıl sonlarından itibaren bölgenin tedrici bir şekilde Batı Avrupa sömürgeci milletlerinin nüfuzu altına girerken, bu süreçte İngilizlerin ticari, ekonomik ve siyasi yapılaşmasına konu oldu. Cenevizli denizcilerin destekleri ile Portekiz ve İspanya krallıklarının desteğiyle denizlerde hüküm süren İspanyol ve Portekiz tüccar ve denizcileri karşısında Batı Avrupa’da Hollanda gibi, Ada ülkesinde de inisiyatif geliştirilmeye başlandı. Özellikle İngiliz Krallığı’na bağlı denizci ve tüccarların, 17. yüzyılın başlarında doğu denizlerine açılması, öncelikle Avrupa’da bir süredir baş gösteren ticari hayatın yeniden düzenlenmesini sağladı. Bu süreç boyunca, İngilizler fiili olarak 2. Dünya Savaşı’na kadar sürecek ticari, teritoryal ve emperyalist egemenliklerini sergilediler. Bu süreçte, kuşkusuz ki dönem noktalarından biri, İngiliz Doğu Hint Şirketi adıyla kraliyetin desteklediği ve önde gelen tüccar sınıfının ortak olduğu yapının 1857 yılında krallığa devri oldu.[16]

18. yüzyıl Hindistan’da Babürlü hükümdarı Alemgir’in yüzyılın başında vefatı (1707) ve İngilizlerin yüzyıl ortasında Bengal’den başlayarak bölge ticaretinde söz sahibi olmasına rağmen, 19. yüzyıl başlarına kadar siyasi bir egemenlik tesisi söz konusu olmadı.[17] Bu durumu, İngilizlerin siyasi veya askeri muktedirsizliğine değil, aksine, tıpkı Malay Yarımadası ve çevresinde olduğu üzere, ticari düzeni tesis ve bu konuda öncü rolü üstlenme fonksiyonu görme sürecine konuşlanmaları gösterilebilir.

İngilizlerin Hindistan hakimiyetini, salt bugünkü Hindistan Cumhuriyeti sınırlarına indirgemek mümkün değil. Aksine, adına Alt Kıta denilen ve birbirine bitişik bölgeleri için almasıyla devasa bir coğrafyaya tekabül edğr. Coğrafya diliyle ifade etmek gerekirse 8-37 kuzey enlemi ve 66-99 doğu boylamı arasında kalan, kuzeyde Himalayalar’dan güneyde Komorin Burnu’na, batıda Afganistan ve Belucistan’dan Burma’ya kadar olan toprakları kapsıyordu. 20. yüzyıl şartlarında bu topraklar İngiltere Adaları’nın on iki katı büyüklüğüne, nüfusu ise altı kat fazla bir coğrafi alana tekabül etmekteydi. Bu geniş toprakların özellikle batıda Indus, doğuda Ganj nehirlerinin suladığı bereketli topraklardan hasıl olan ürün ile sahil şeridindeki jeo-stratejik liman şehirleri açısından değerlendirilmesi gerekir.[18]
İslamiyetin ulaştığı dönem ve sonrasında siyasal yapı
İslamiyetin Hint Alt Kıtası’na ulaşması, bu bölgedeki kadim kültür ve medeniyetlerin yeni gelişmekte olan bir kültür ve medeniyetle ilişkisini ortaya koyması ve tarihi süreçte gelişme göstererek bugüne kadar ulaşmasında önemli bir noktaya tekabül eder. Bununla birlikte, İslam öncesi dönemde Arap denizci ve tüccarlarının Hindistan’ın sahil bölgeleriyle olan bağları hatırlandığında, İslamiyetin yayılma süreci tarihsel bir devamlılığa tekabül ediyordu.[19]

Erken dönem İslamiyetin kara bölgesinde yayılma sürecine konu olduğu ve bu çerçevede bugün ülkenin kuzeybatısında Sind olarak adlandırılan bölgeden ulaştığı düşünülürse de, İslam öncesi dönemlerden Arapların denizci ve ticaretle meşgul bir millet olmalarından hareketle, şu veya bu şekilde uzun batı sahili boyunca da nüfuzlarının olduğu anlaşılır. Bununla birlikte, İslam toplumlarının sadece Arap milletinden ibaret olmadığı, aksine aralarında Farsiler, Türkler ve Afganlılar gibi bölgede varlık süren çeşitli milletlerin de Hindistan üzerinde etkilerinin oldu. Bu bağlamda, erken dönemlerden itibaren kurulan ve başında Müslümanların bulunduğu hanedanlıklar, sultanlıklar ve imparatorluklar uzun yüzyıllar boyunca bölgede hakimiyet kurdular. Bu süreklilik, kendini hanedanlık aileleri şeklinde ortaya koyduğu gibi, belki bundan çok daha önemlisi idari, kültürel ve bilimsel alanlarda kurumsallaşmış yapının önemli bir dinamizmini oluşturuyordu.[20]

İslamiyet Halife Ömer dönemindeki Sind kıyılarına ulaşırken ve kısa bir süre sonra, el-Walid ibn Abdülmalik (705-715) ve Muhammed ibn Kasım’ın girişimleriyle düzenli ordu akınları Sind bölgesi üzerinde gerçekleşti.[21] Müslüman Arapların bu fetih süreçleriyle birlikte bir dünya görüşü olarak İslamiyet ve bir dil olarak Arapça da bölgeye nüfuz etmeye başladı. Müslümanların Sind bölgesindeki bu ilk evresi, 11. yüzyılda Gaznevilerin bölgeye gelmesine kadar devam etti. Bu bağlamda, erken dönem İslamlaşma sürecini iki dönemde ele almak mümkündür. İlki 9. yüzyıl başlarından itibaren Arap Müslüman akınlarının, ki bu bağlamda Emevi ve Abbasi yönetimlerini dikkate almak gerekir; ikincisi ise, 10. yüzyılda Gaznelilerle başlayan süreçtir.[22]

Arap Müslümanların ilk döneme tekabül eden teritoryal hakimiyetleri, aynı zamanda Sind bölgesinde dil ve kültürel yapılaşmalar ve toplum kesimleriyle doğrudan teması ortaya çıkardı. Bu bağlamda, Müslümanların bölgenin dil ve kültürel özelliklerini benimsemeleriyle doğal bir sosyalleşme sürecine konu oldu. Sind bölgesinin daha önceki süreçlerde sahip olduğu ticari merkez olma niteliği de işlevsel kılınarak ticari faaliyet geliştirilmesi yolunda adımlar atıldı. Müslümanların bölgedeki Hindu-Budist kitlelerle bu doğal toplumsal süreçleri 9. yüzyılda Kur’an-ı Kerim’in yerel dile tercümesinin yapılmasıyla farklı bir evreye taşındı.[23]

Bu durum, hiç kuşku yok ki, İslamiyeti bölge halkına tanıtma konusunda önemli bir adım olarak anılmayı hak etmektedir. Bu süreçte, Müslümanların Sind bölgesindeki halkla sosyalleşme sürecinin bir diğer yönünü ise bölgenin kadim bilgi geleneklerinin Arapçaya aktarılması, tıp konusundaki bilgi ve tecrübe sahiplerinin Bağdat’taki halifeyi tedavi edecek boyutta kabullenilmesine işaret etmek gerekir. Bu dönemde, Sind bölgesinde güven ve istikrarın sağlanması önemli bir yönetim başarısı olarak kendini ortaya koyarken, bazı Budist tapınaklarının restorasyonunun Müslüman yöneticilerin bölge halkıyla ilişkilerinin boyutunu ortaya koymaktadır.[24]  

Müslümanların bu coğrafyada kalıcı olarak hakimiyetleri, Gazneli Sebüktekin’in Hindistan yolunu Türk hanedanlarına açmasıyla gerçekleşti. Sebüktekin yirmi yıllık hükümdarlığının ardından 997 yılında vefatı üzerine yerine oğlu Mahmut geçti. ‘Gazneli’ unvanıyla anılan Mahmut 1000 ilâ 1026 yılları arasında hüküm sürerken, ülkenin iç bölgelerine doğru yedi büyük sefer gerçekleştirdi.[25] Bu dönemde Sind bölgesindeki çeşitli hükümdarlarla ittifaklar kurulurken, özellikle yapılan anlaşmalara sadık kalmayanlar üzerine gönderilen ordularla yeni topraklar üzerinde hakimiyet kuruldu. Bunlar arasında dönemin en önemli şehri kabul edilen Kanouj alınırken, 1022 ve 1023 yıllarında benzer bir nedenle Indus nehrinin öte yakasındaki Lahor ve ardından 1024’de ise Batı Hindistan sahilindeki en önemli bölgelerden kabul edilen Gücerat’ın Somnath şehri ele geçirildi.[26]

12. yüzyıl ikinci yarısında ise Gurlular adı verilen hanedanlığın Gazneliler karşısında üstünlük sağlaması, sadece bir yönetim değişikliği ve akabinde Delhi devletinin kuruluşu (1206) değil, aynı zamanda İslamiyetin farklı bölgelere yayılması anlamı taşıyordu. Öyle ki, Müslüman-Hint toplumunun oluşmasının Gurlular dönemiyle birlikte ortaya çıkmaya başladığı belirtilir.

13. yüzyıl başlarında Delhi Sultanlığı’nın kuruluşunda (1206-1526) Müslüman Türk ve Afgan unsurlarının Sind bölgesi üzerindeki varlığı belirleyicidir.[27] Devletin kurucusu olarak da anılan Şemseddin İltutmuş, 1229 yılında dönemin Abbasi halifesinden ‘hil’at’ alması siyasi ve dini meşruiyetini oluşturdu. Bu süreçte sırasıyla Guri, Memluk, Halji (Khalji) ve Tuğluk vb. hanedanlıklar, Delhi Sultanlığı’nda yönetim süreçlerini ortaya koyması bakımından önemlidir.[28]
Üç yüz yılı aşkın bir süre hüküm süren Delhi devletinin farklı hanedanlıklar tarafından yönetilmesinde kuşkusuz ki yaşanan taht kavgalarının önemli bir payı vardır. Bu bağlamda, Şemseddin İltutmuş hükümdarlığının sürdüğü (1210-1236) 13. yüzyılda Türk kökenli Memlük ordusu, Khalajis (1290-1320) ile Giyaseddin Tuğluk’un tahtta söz sahibi olmasıyla Tuğluklar (1320-1414) gibi Türk-Moğol kökenli hanedanlıklar Sind bölgesinde hakimiyet sergilediler.[29] Timur’un yüzyılın sonlarında (1398) bölgeyi istilası üzerine hakimiyetini yitirmesiyle Tuğlukların yerini Seyyidler dönemi aldı (1414-1451). Bunun ardından, 1451’de tahta çıkan bir Afgan beyi olan Bahlul Lodi’nin kurduğu Ludi (Lodi) hanedanlığı yönetimde hakim oldu. Önceki süreçlere benzer şekilde taht kavgaları ve genişleyen topraklar üzerindeki hakimiyetin sağlanmasındaki zorluklar gibi sorunlar 1526 yılında Delhi devletinin sonunu getirdi.[30]

Delhi Sultanlığı, yukarıda kısaca dikkat çekildiği üzere, çeşitli hanedanlık mücadeleleriyle anılırken, Hindistan topraklarının kuzey ve orta bölgelerinde Fars, Türk, Arap İslam kültür ve medeniyetinin unsurları ile yerli değerlerin birleşimine konu oldu. Bu uzun süreçte, şehirleşme, sanat, tarım gibi alanlarda yaşayan gelişme, bölgenin tarihin erken devirlerinden itibaren, özellikle Sind bölgesinin verimli toprakları üzerinde yükselen devletlerinin ve kültürel birikimin devamıdır.[31]

Özellikle de Firuz Şah Tuğluk döneminde (1351-1388) alt yapı çalışmaları ve yeni şehirler kurulmasıyla önemli bir gelişme sağlandı. Firuz Şah’ın vefatı devlette iktidar gücünü sarsarken, 1398’deki Moğol saldırı istikrarsızlığı körükleyen bir başka unsur olarak ortaya çıktı.[32] Bu süreçte, Bahlul Lodi’nin halefi Sikandar Lodi (1489-1517) ise Agra’yı 1504 yılında başkent yaptı.[33] Sikandar’ın ölümü üzerine genç oğlu tahta çıksa da, başta amcası Devlet Han olmak üzere Afgan soylularıyla geçinememesi bir anlamda Dehli’nin sonunu getirirken, Kabul’ün Mughal yöneticisi Babür Hindistan’a davet edilmesi bölgede yeni bir devletin varlığına işaret eder.[34]

Babürlülere geçmeden önce şu hususa da dikkat çekmekte fayda var. Bu görece erken dönemde, Hint topraklarında hüküm sürmüş küçük site devletleri şeklinde siyasi yapılar da ortaya çıktı. Örneğin, Delhi’nin güneyinde Dekkan’da Delhi’den ayrılan bir grup Behmeni Sultanlığı’nı (1347-1481) kurdu. Behmenilerin çöküşünün ardından Bengal, Keşmir, Gücerat, Cavnpur, Malva Sultanlıkları bölgesel site devlet yapılaşmalarını hatırlatmak mümkün.[35]  

Göçler ve Ticaret

Bölgede bu erken dönemlerde gelişme gösteren Türk-İslam devletlerinin ortaya çıkması Orta Asya’da yaşanan süreçlerden bağımsız ele alınamaz. Bu çerçevede, özellikle 13. yüzyıl başlarında Cengiz’in başında bulunduğu Moğolların akınları nedeniyle Orta Asya’dan yeni göç dalgalarının öne çıktığı görülür. Bu süreç, siyasi yapılanmaların yanı sıra Horasan bölgesinden gerçekleşen göçler İslami bilimlerin çeşitli alanlarına mensup alimlerin ve entellektüellerin Sind bölgesine yerleşmesine yol açtı. Bu dönem, bölgedeki saraylar ve medreseler bölgeye gelen alimleri ve entellektüellerin ilmi ve edebi faaliyetlerine konu oldu.[36]

Bu süreçte bir başka dikkat çekilmesi gereken husus bölgenin ticaret yollarının kesişim noktalarına ev sahipliği yapmasıdır. Bu çerçevede, yukarıda zikredilen Türk ve Afgan kökenli unsurların Sind bölgesinde varlık göstermeleri, buranın geniş Horasan topraklarıyla Hindistan’ın diğer bölgeleri arasında geçiş noktası olması ve Orta Asya ile Kuzey Hindistan arasındaki kadim ticaret yolu üzerinde bulunması nedeniyle, bir anlamda teritoryal ağın doğal bir uzantısından kaynaklanır.[37] Bu durum, yukarıda zikredilen farklı milletlere mensup Müslüman toplulukların bölgedeki mobilizasyonuna ve uzun dönemli hakimiyetlerinin de arka plânını oluşturur.

Bu göç süreçleriyle birlikte, Hindistan’ın diğer bölgelerinde olduğu gibi Sind bölgesinde de geleneksel ve kadim soylu aileleri, yani bölgede Raja olarak adlandırılan soyluların hakimiyetindeki siyasi güç yapıları hüküm sürüyordu. Mughal hakimiyetinin pekişmesinde bu soylu aileler etrafında kurulu görece küçük, ancak köklü bir geçmişe sahip ve bölgelerinde hakimiyet tesis eden siyasi yapılanmaların merkeze, yani imparatora bağlanması önemli bir işlev gördü. Bu süreçte, Mughal’ların bir imparatorluk haline gelmesinde, bu racalıklarla yapılan anlaşmalarla kurulan ittifaklar ve bunlar arasında bir denge kurulmasına olanak tanıyordu.[38]

Bu bağlamda, Türklerin Haber geçidini kullanarak Sind bölgesine ulaşması bir tesadüf değil, aksine kadim dönemlerden bu yana Fars-Orta Asya-Kuzey Hindistan arasındaki kara ticari faaliyetlerinin merkezi noktası olmasıyla bağlantılıdır. Öyle ki, erken dönem İslamlaşma evresinden, 19. yüzyıl ortalarına kadar geçen uzun süreç boyunca Müslüman-Türk hanedanlıklarının neredeyse benzer bölgelerde hüküm sürmeleri bölgenin ticari bir organ vasfını taşıması ve tarım ve hayvancılık faaliyetleri gibi zengin bir hinterlandı içinde barındırmasından kaynaklanır.[39]

Yukarıda zikredilen süreçler çerçevesinde, İslamiyetin bölgede yayılmasında, bölge halklarının bu yeni dine bakış ve tepkilerine de değinmek gerekir. Öyle ki, İslamiyetin bölgede yayılmasında hiç kuşku yok ki, bu yeni dinin bölgenin toplumsal yapılaşmasında önemli rol oynayan kast sisteminin etkisinden söz edilebilir. Toplumu, doğaüstü belirlenimcilikle ayrıştırmak suretiyle toplumsal, siyasal ve sosyal ilişkileri şekillendiren kast sistemine mensup, özellikle alt sınıflara mensup gruplar için İslamiyetin evrensel insan anlayışı bir cazibe merkeziydi.[40]

İslamiyetin bölgede siyasi bir güç ve demografik yapıda ortaya çıkardığı değişimlere rağmen, bu coğrafyanın asli dini ve toplumsal yapısı olan Hindulara yönelik serbestlik politikasının izlendiğini söylemek mümkün. Örneğin, Sing bölgesi 12. yüzyıldan itibaren Müslümanların hakimiyetine geçmesine rağmen bu bölge sahillerinde İran Körfezi, Arap Denizi’nde ticari faaliyetleri yürüten Hindular (banias)  ticaret ve finans alanındaki egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Benzer şekilde Müslüman olmayan gruplar vergi toplama uygulamalarında da kendilerine görev verilen kitle olarak dikkat çekmektedir.[41]

Babürlüler (1526-1857)
Babürlüler veya yaygın adıyla bilindiği üzere Mughal devleti, Zahirüddin Muhammed Babür’ün 1526 yılında Lodiler yönetimine isyanı sonunda kuzey Hindistan’da kuruldu.[42] Bununla birlikte, devletin asıl kurucusu Babür’ün torunu Ekber Şah kabul edilir. Ekber Şah, soylular üzerinde hakimiyet tesis eden, yönetim ve ordu örgütlenmesini gerçekleştiren muktedir bir hükümdar bilinir.[43] Ekber’in ardından yerine geçen oğlu Cihangir zamanında (1605-1627) devletin sınırları kuzeyde Kandahar ve Keşmir’i, batıda Gücerat ve Sind’i doğuda ise Bengal’i içine alacak şekilde genişledi. Cihangir’in ardından Şah Cihan (1627-1658) tahtta çıktı. 1658 yılında hastalığı üzerine dört oğlu taht kavgasına girişti.[44]

Devletin merkezi olan Taç-Mahal gibi abidevi bir yapıyla ünlü olan Cunna Nehri üzerindeki Agra şehridir. Bu şehir, tarih boyunca iç ticaret ve savunma merkezlerinin buluştuğu yerdir. Müslümanlar bölgeye nüfuz etmeye başladıklarında Lodilerin de merkezi kabul edilen Agra’ya yerleşirken, şehir yeni devletin merkezi olarak varlığını sürdürdü. Hükümdar Babür, Hindistan topraklarının tümüne hakim olma arzusu taşımakla birlikte, devlet daha ziyade oğlu Ekber dönemindeki gelişmelerle anılır. 16. yüzyıl sonlarına doğru Ekber’in hükümdarlığı altında devlet Hindistan’da hakim bir siyasi güç haline geldi. Öyle ki, bölge halkı Ekber’in katkılarından ötürü Agra’yı ‘Ekber-abad’ adıyla anar.

Humayun ve oğlu Ekber döneminde yükselme devrini yaşayan Babürlüler, 18. yüzyıl başlarında yani I. Alemgir’in vefatının ardından duraklama ve ardından gerileme dönemine başladı. Duraklama ve gerileme süreçleri yukarıda ifade edilen çeşitli toplumsal kurumların olgunlaşmasının ardından yozlaşmanın ve kendini yenileyememenin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bunda, hiç kuşku yok ki, zamanla bölgede ağırlığını hissettiren sömürgeci yönetimin tarımsal üretim süreçleri ve ticareti yönlendirmesinin de yerli unsurların tedrici olarak gerilemesine yol açtı. Birkaç yüzyıl içerisinde oluşan bu toplumsal yapıların bir bölümü işlevini yitirirken, bir bölümü de bölgenin bir anlamda siyasi mirasçısı konumuna yükselen önce Marathalar ve ardından da sömürgeci İngiliz yönetimi tarafından devr alındı.[45]

Humayun döneminde Surların Babür topraklarına nüfuzu ve ardından Humayun’un bir hastalığa yakalanması bir fetret dönemine yol açtı. Humayun’un 1555 yılında Surlara karşı kısmi bir başarı elde etmesine rağmen, kaybettiği toprakların tümünü alamadı. 1556 yılında vefatının ardından daha genç bir çocuk olan Ekber’in tahta çıkışı Bayram Han’ın naibliğinde geçen beş yılın ardından Babürlüler için yeniden yükselme yılları oldu. Surlara karşı başarı kazanılırken ülke toprakları bugünkü Pakistan, Afganistan ile kuzey ve orta Hindistan’ı kapsayacak genişliğe ulaştı.[46]

Ekber’in geniş bir coğrafya üzerinde sağladığı başarı ve siyasi istikrara rağmen, eklektik düşünce yapısı ve kimilerinin ifade ettiği üzere sağlam temellere üzerine inşa edilmemiş felsefi anlayışı nedeniyle geleneksel İslam anlayışı dışında dini ve toplumsal yapılanmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu süreç, İslamiyeti bölgedeki diğer dini yapılarla birarada değerlendiren bir tür ortak inanç oluşumuna sevk etti.[47] Bu sürecin, o güne kadar devlet içerisinde farklı bir yere konumlandırılmış olan Müslüman kitleler üzerinde bıraktığı olumsuz etki, zamanla devletin siyasi istikrarının da olumsuz yönde etkilenmesi gibi bir sürece evrildi. Bu bağlamda, devletin duraklama ve gerileme dönemine girmesinde Ekber’in hükümdarlığında ortaya çıkan bu sosyo-dini dönüşümün payı göz ardı edilmemelidir.

Bu çerçevede, Ekber Şah dönemi (1556-1605) bir Timur imparatoru gibi hüküm sürerken, I. Alemgir hükümdarlığında (1658-1707) geniş siyasi yönetim merkezleri ile güç ve pragmatizme dayanan politikalarıyla ayakta kalabildi. Bunun ardından ise, duraklama ve çöküş süreci kendini göstermeye başladı.[48]

Öte yandan, 17. yüzyıl ikinci yarısında hüküm süren I. Alemgir Şah dönemi devletin yükseliş sürecine işaret eder. Yaşanan taht kavgaları merkezi idarenin zayıflaması ve toprak kayıplarını beraberinde getirirken, bölgede etkin olan Orta Asya’nın güneyindeki güçler ve yerli güçlerin yanı sıra, İngilizlerin bölge ticaretinde söz sahibi olmaya başladığı bir döneme tekabül eder. Tarihin erken devirlerinde olduğu gibi, 18. yüzyıl ortalarında da geleneksel, köklü soylu aileler etrafında oluşan küçük prenslikler varlık göstermeye başladı.

Bu süreçte ülkenin dört bir yanında küçük yönetim merkezleri ortaya çıkarak kendilerini Mughal imparatorluğunun varisi ilân ettiler. Bunlar arasında Mysore, Haydarabad, Awadh, Bengal ve Maratha hükümdarlıkları öne çıkıyordu. Babür hanedanlığının zayıflaması ve çevrede yeni güç odaklarının ortaya çıkması, aynı zamanda başgösteren siyasi mücadelelerde askeri ve siyasi güce sahip Avrupalıların varlığının gündeme getirilmesine neden oldu. Örneğin, 1740’lı yılların başlarında Karnataka hükümdarı İngiliz Doğu Hint Yönetimi’nden ve Fransız Hint Şirketi’nden yardım isterken, karşılığında bu güçlere vergi toplama imtiyazları verdi.[49] Türk unsurlarının bu uzun sürecin, 17. yüzyıl ilk yarısında gerilemeye başlamasının nedenleri arasında ‘tarım krizi’ adıyla anılan gelişme ile savaş teknolojileri ve metodları alanında İranlılar karşısında gerileme dikkat çekicidir.[50]

Babürlülerin hakimiyet bölgesi alt kıtanın kuzeyi ve orta bölgesine doğru uzanan alanla sınırlıydı. Bu bağlamda, nüfuz edemedikleri pek çok bölge olduğu gibi, özellikle ülkenin orta bölgelerinde hakimiyetleri yerli hükümdarlarla kurulan ittifaklarla sağlanıyordu. Bununla birlikte, o dönemin Avrupalı gözlemcilerinin ifadeleriyle Agra ve Delhi’de hüküm süren hükümdarlar Osmanlı padişahları ve Çin imparatorları ile aynı seviyede kabul ediliyordu. Öte yandan, mimarlık ve süsleme başta olmak üzere sanatın çeşitli alanlarındaki gösterişli tablo, Cihangir’in tablosunu yapan ressamların I. James’in tablosunu yapanlardan üstünlüğü ile ortaya konuyordu.[51]

Delhi, Lahor ve Ağra İslam dünyasının sanat ve mimari alanında öne çıkan ve resim sanatının belki de ilk defa bu denli geliştiği mekanlar olarak dikkat çeker.[52] Devletin kurucusu Babür ve I. Alemgir’in edebiyata meraklı olmaları, bu anlamda İslam ve Hindu dinini ortak bir noktada birleştirme gayretlerine varacak kadar bölgedeki yerli halkın dini inançlarına hoşgörülü yaklaşmaları ve gösterişli sanat ve mimari yapıtlar ortaya koymalarıyla tanınırlar.[53]

Babür Türkleri İran kültürü tesirinde bulunmakla birlikte, Hindistan’da klasik bir milli mimariye vücud verdiler. Bunun sebebi, Hindistan’da farklı mimari anlayışın gelişmesine imkân tanıyan malzemenin bulunmasıyla ilişkilendirilir. Hindistan’ın mermer eserlerinden, daha ilk adımda, çini kalkar ve onun yerine renkli taş kakımları geçer. Bundan başka Osmanlı mimari, yeni saray ve türbeleri üslubuna kendi zevklerini getirir. Rene Grousset diyor ki, Hümayun’un Dehli yakınlarındaki türbesi İsfahan’ı ve Kanuni Süleyman devri İstanbul’unu hatıra getirmektedir. Bu binayı, Sinan’ın bir talebesi yapmış olmalıdır. Mermer kullanma ve Çiniden uzaklaşma, Hindistan’daki Türk sanatını İran ve Osmanlı sanatlarından süratle ayırmıştır.[54]

Timur’un neslinden geldiklerini ileri süren Babürlü hükümdarları Orta Asya ile olan bu bağlarını Humayunname gibi edebi ve Humayun’un Delhi’deki türbesi ile Agra’daki Taç Mahal mimarisi gibi çalışmalarda ortaya koymuşlardır.[55] 

Öte yandan, bu hanedanlığın kökeniyle ilgili olarak Ishwari Prasad’ın şöyle dediği belirtilir: “Babür Moğol değil ki, bu imparatorluğa o adı veriyoruz. Kendisi ve oğulları sadece Türktüler. Babür, gerçekte, Moğolları aşağı görür ve hatıralarında onların hayat tarzlarından nefretle bahseder. Gene kendi yazılarında Türk ve Moğolları birbirinden ayırmaya her zaman dikkat etmiştir.”[56]

16. yüzyıl başlarında Çağatay Türkleri olarak da bilinen Timuroğullarından Zahiruddin Muhammed Babür’ün kurduğu devlet 19. yüzyıl ortalarına kadar varlığını sürdürdü. Bununla birlikte, Babür’ün bir Türk komutanı olduğu ifade edilirken, Falih Rıfkı Atay, Türk olan bu devlete ‘Moğol’ adı verilmesi bir ‘adet’ olduğunu ileri sürer.[57]

Babür hakimiyeti monolitik bir yönetim arz etmiyordu. Aksine, imparatorun “şahlar şahı” olarak da adlandırılmasında görüldüğü üzere, ülkede yerel ve bölge yönetimleri birbirleriyle farklı boyutta ilişkilere sahip yöneticilerce ortaya konuyordu. Örneğin, sadece Deccan bölgesinde etrafı surlarla çevrili bin kadar yerleşim yeri olduğu ve buralarda soylular (zamindar) yöneticilik yaparken hem hükümdara bağlı hem de yönetimi paylaşarak toplumsal ve siyasal varlıklarını sürdürüyorlardı.[58]  

Bu uzun dönemi özetlemek gerekirse, şu hususlara dikkat çekmekte fayda var. 11. yüzyılda başlayan ve Gazneliler, Delhi ve Babürlüler gibi belli başlı Türk-Müslüman hanedanlıklarının varlığı 18. yüzyıla kadar devamlılık gösterdi. Bu uzun süreçte pek çok hanedanlık birbiri ardı sıra gelen bu devlet yapılarında bir devamlılığa yol açarken, iktidar değişikliklerinin bölge iklimiyle bağlantılı bir yönü olduğuna dikkat çekilir. Buna göre, toplumsal kaynaklarını yenilemeyen iktidarların kısa bir süre sonra yerlerini yeni ve taze güçlerle beslenmiş başka güç odaklarına bıraktığı görülür.[59]  Bununla birlikte, Hindistan tarihi genel itibarıyla bakıldığında bir Türk-Müslüman tarihi olarak da anılmayı hak eder.

Bununla birlikte, yöneticilerin karizmatik kişilikleri, geniş tarım arazilerinin sulama, şehirleşme gibi alt yapı çalışmaları, toprak kullanımı ve vergi gibi alanlardaki çalışmaların bölgede uzun süreli varlık göstermenin nedenleri arasında saymak mümkün. Türk hanedanlıklarının hakimiyetlerinin ardındaki bir diğer neden ise, devlet kurma ve liderlik vasıflarıyla ön plâna çıkmalarıdır. Bu liderlik vasfını destekleyici olarak idari kadrolar ile sanat ve edebiyat alanlarında ise Farsiler önemli rol icra ettiler. Bu unsurlara Hindistanlılar yani yerlilerle Afganlılar, Tatarlar gibi farklı milletlerin bir siyasi çatı altında biraraya gelmeleri söz konusu oldu.[60]

Dış faktörler yani, Timur örneğinde olduğu gibi Moğollar, iç faktörler yani dönem dönem yaşanan çatışmalar, hanedanlık kavgaları gibi nedenlere rağmen, yedi ilâ sekiz yüz yıl gibi uzun bir dönem farklı milletleri birarada tutabilme becerisi üzerinde düşünülmeye değerdir. Yukarıda dikkat çekildiği üzere bölgede kurulan çeşitli devletler ve hanedanlıklar birbirini takip eden süreçlerde ellişer veya yüzer yıllık sürelerle hüküm sürmelerine rağmen, devlet yapısında devamlılık olduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu çerçevede, bu devleti idame ettirecek sosyal, siyasal, askeri ve ekonomik kurumların varlığı ve halkın bu yönetimleri kabulü gibi yapısal durum göz ardı edilmemelidir.

18. yüzyıl İngiltere sömürgesi haline gelmesi ve 1857 ayaklanmasına kadar geçen sürede İngiliz sömürüsünün etkileri
Uzun yüzyıllar boyunca Hindistan’ın özellikle kuzeybatı ve orta kesimlerinde hüküm süren İslam sultanlıkları, yaşanan çeşitli siyasi ve toplumsal çalkantıların sebebiyet verdiği krizleri iktidara geçen yeni hanedanlıklar vasıtasıyla geçiştirdi. Bununla birlikte, fetret dönemlerinde bölgenin kadim siyasi yapıları prenslikler de, yeniden birer güç merkezleri olarak ortaya çıktı. Bu süreçte hiç kuşku yok ki, bölgenin tarımsal üretimdeki rolü; doğu-batı, kuzey-güney ticaretinde sahip olduğu jeo-stratejik konumu; taht kavgaları gibi siyasi nedenler ile sosyal buhranları aşmada gerekli reformların hayata geçirilememesi öne çıkan faktörlerdi. Bunlara ilâve olarak, 15. yüzyılın sonlarında Batılı sömürgeci denizci ulusların ilki olan Portekizliler, Hindistan’ın liman şehirlerinde hakimiyet sürecine başladı.

Portekizlilerin, ticari ve ekonomik nedenlerin yanı sıra, Katolik Hıristiyanlığın temsilcisi sıfatıyla gündeme gelmesi, bölgede bazı tepkilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu süreçte, denizci ve askeri gücünü uzun sahil şeritleri boyunca uzanan ticaret liman şehirlerinde uygulayan Portekizlilerin yerini, 17. yüzyıl başlarında İngilizler aldı. İngilizlerin varlığı, dini saiklerle değil, aksine, kendilerini bölgenin zengin baharat ve ipekli metalar ticaretinde Avrupa’nın öncüsü olma arzusuna dayanıyordu. Bu nedenle, İngilizlerle ardından gelecek diğer Avrupalı ulusların bölgedeki varlığını, Hint-Alt kıtası ve diğer bölgelerin zenginliklerinin uluslararası pazara taşınması ve akabinde Avrupa’daki endüstriyel ürünlerin bölge pazarında ulaştırılması sürecindeki mücadelenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Bu anlamda, İngilizleri, İber Yarımadası Katoliklerinden farklı bir yöntem izledikleri ve daha kapsayıcı ve işbirliğine açık politikalarıyla bölgedeki prensliklerle tedrici olarak yaptıkları anlaşmaları hayata geçirmeye başladılar. İngilizlerin kuzeybatı Hindistan’da Babürlülerin hakimiyetindeki Surat limanında ticaret yapmak üzere anlaşma yapmaları, bölgeye ilgi ve nüfuzlarının başlangıcını oluşturur.[61]

İngilizler de önceleri Hindistan’da liman şehirlerinde oluşturdukları ticaret üslerinde faaliyetlerini gerçekleştirirken, bu ticareti güvenlik altına alacak kale inşası gibi güvenlik tedbirlerine başvururken, siyasi ve teritoryal anlamda tedrici bir ilerleme kaydettiler. Bu bağlamda, örneğin Alt Kıta’nın doğusunda önemli bir şehir olan Madras’a 1639 yılından itibaren yerleşmeye başladılar.[62]

İngilizler, 17. yüzyıl başında kurdukları Doğu Hint Şirketi marifetiyle Surat limanına çıkmalarından bir buçuk asır sonra bölgede siyasi bir güç haline geldiler. Bu siyasi gücün ilk evresi kabul edilen 1765 ve 1793 yılları arasında İngilizler Babür devletinin siyasi yapısını miras aldılar.[63]

Bununla birlikte, 18. yüzyılın ortalarında Doğu Hint Şirketi’nin yapısal bir değişikliğe konu oldu. Öyle ki, o döneme kadar hedefi bölgesel ve kıtalararası ticaret olan İngiliz Doğu Hint Şirketi, 1745 ve 1784 yılları arasında yaşanan geçiş döneminin ardından bir ordu gücüne evrildi. Bu süreç, İngiliz sömürge yönetiminin Bengal’den başlayarak bölgenin, özellikle kuzey ve batı bölümlerine doğru ekonomik ve sosyo-kültürel yayılmacılığının ortaya çıkmasına yol açtı. Bu yayılmacılığın tepkisiz kaldığını söylemek ise mümkün değil. Öyle ki, Bengal ve Bihar bölgesinde, 18 yüzyılda (1764) İngiliz yönetimine karşı bazı ayaklanmalar oldu.[64] Bu süreçte, İngiliz sömürge yönetimi, sadece ticari ve ekonomik faaliyetlerle ilgilenmekle kalmadı, bunun yanı sıra, siyasi ve kültürel süreçlere de müdahale etmeye başladı.

Özerk yönetimler olarak varlık süren ve zengin kaynakları olduğu bilinen bölgelerdeki racalar üzerinde siyasi ve askeri egemenlik sürecine başladı. Racalarla tek tek yapılan anlaşmalar vergi toplanması ve İngiliz birliklerinin varlığını meşrulaştırıyordu. Bu bağlamda, siyasi egemenliğin doğrudan ifadesi olarak, racaların İngilizlerden bağımsız olarak herhangi bir üçüncü tarafla anlaşma imzalanmaması şartı yerli yönetimlerin siyasi bağımlılığının bir ifadesiydi. Tabii İngilizlerin, özellikle Bengal üzerinde gerçekleştirdikleri ticari ve siyasi hakimiyet, zamanla yayılmacılık süreçleri bağlamında Burma üzerinde bir baskıya yol açtı. Bu anlamda, ilgili racalarla yapılan anlaşmaların bu gelişmeye bir hazırlık niteliği taşıdığı da ortadadır.[65]

İngilizlerin Hindistan’daki siyasi hakimiyetlerinde belirleyici unsurların biri İngiliz subayların ve yerli askerleri de içeren orduydu. İngiliz subayların eğitim ve yönetimindeki yerlilerden müteşekkil ordu Sepoy, yani Sipahi adıyla anılırken, sadece bu coğrafyanın değil, imparatorluk adı verilen yapının uzun bir dönem İngilizlerin yönetiminde olmasında başat rol oynadı.[66] İngilizlerin 19. yüzyıl başlarındaki hakimiyeti artık bölgede ticari bir tekelin yerini siyasi bir imparatorluğun aldığı döneme işaret eder.[67]

Kısaca değinilen bu süreçler dikkate alındığında, İngilizlerin Hindistan topraklarındaki siyasi varlığı tarihi bir tesadüf değil, aksine, bu toprakların sahip olduğu ekonomik değerinin ve insan işgücünün İngiliz rasyonalitesi ve pragmatizminin bir sonucudur. Portekizlilerin liman şehirleri merkezli olmak üzere, yüz elli yıla varan hakimiyetinin ardından Hollandalıların bu bölge ticaretinde var olma arzusu, İngilizleri Alt Kıta’da giderek daha etkin bir egemenlik kurmaya sevk ediyordu. Bu durum, hiç kuşku yok ki, Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinin bölgeye yönelik ilgisinde bir devamlılığı da ortaya koymaktadır. Öyle ki, bu süreç, İngiltere Krallığı’nın ‘güneş batmayan imparatorluk’ olarak adlandırılmasında olduğu üzere, ekonomik ve de demografik özelliğiyle öne çıkmaktadır.

İngilizlerin varlığının bölgedeki etnik ve dini ilişkilerin yeniden yapılandırılmasında da rol oynadığı görülür. Uzun yüzyıllar boyunca Müslüman devletlerin çatısı altında hayat sürmüş olan bölge Müslümanları, özellikle 19. yüzyıl başlarından itibaren gelişen şartlar nedeniyle sömürge yönetimine karşı rahatsızlıkları gündeme gelmiştir. Bunun en çarpıcı somut örneği 1857 yılındaki orduda başgösteren ayaklanma oldu. Her ne kadar, bu ayaklanmada Müslümanlar ön plâna çıksa da, İngiliz yönetiminden hoşnutsuz olan Hinduların desteği de söz konusuydu.[68]

1857 yılında yaşanan isyan bu coğrafyadaki tüm ordular içerisinde değil, aksine belli bir çevrede ortaya çıktı. Örneğin isyanın kuzey-batı’da Delhi’den doğuda Bihar’a kadar olan bölgede çıkıp, Madras’da isyan çıkmaması, buradaki İngiliz subaylarının profesyonelliklerine, Hintli askerlerin kültürel yapılarına duyarlılıklarına bağlanırken, isyana sebep olarak zikredilen nedenler arasında örneğin Bengal’de tekstil üretimiyle ilgili politikalarla tarım politikalarının orduya yansıması da bulunuyordu. Bundan kasıt, askerlerin toplumsal köken olarak kuzey Hindistan’daki tarım bölgelerinden gelmelerine yer verilir. Bu bağlamda, İngiliz sivil ve askeri yönetiminin uygulamalarından neşet ettiği anlaşılan bu isyan, ordu merkezli olmakla birlikte, bundan çok daha büyük bir anlam içerir.[69]   

Bu ayaklanma süreci sıradan bir gelişme olmayıp, aksine gayet bilinçli ve plânlı bir şekilde uygulamaya konduğu belirtilir. Öyle ki, İngilizlerle özdeşleştirilen binalar, kurumlar, saldırıya uğrayan yerler olduğu gibi, İngilizlerle işbirliği yaptığı ileri sürülen ve aralarında Sir Seyyid Ahmed Khan gibi dönemin önde gelen kişileri de bu süreçte hedef seçildiler. Genel itibarıyla bakıldığında ise, hedefte geçen yüz yıllık süre zarfında İngiliz yönetiminin sipahilerin tanık oldukları haksızlıkların intikamı alındığını söylemek mümkün. Öyle ki, her ne kadar yukarıda İngilizler hedef seçildi dense de, temelde Avrupalılar ve Hıristiyanlar bu sürecin ‘ötekisi’ olarak yer alıyorlardı.[70] Bu isyanın bölgedeki sadece Müslümanlar açısından değil, Hindular dahil tüm halklar için bir uyanış vesilesi olduğu söylenebilir. Öyle ki, Londra yönetimi, Hindistan’ın yönetimini Doğu Hint Şirketi’nden alıp bizzat İngiliz hükümetine bağlama kararını vermesi, İngilizlerce bu toprakların ne denli tehlike altında olduğunu gösterir.[71]

Bağımsızlık öncesi gelişmeler
Aralarında Müslümanların da bulunduğu ordunun 1857 yılındaki isyanının ardından, yukarıda dikkat çekildiği üzere, ayaklanmanın sadece Müslümanlarla sınırlı olmaması, diğer din ve etnik grupların da sömürge yönetimine tepkileri çerçevesinde şu veya bu ölçüde yer almalarına rağmen, İngiliz sömürge yönetimi isyanın sorumluluğunu Müslümanların üzerine yıktı. Bu isyanın ardından geçen süreçte, hem siyasi alanda hem de orduda İngilizlerin Müslümanlara yönelik ayrımcı tutumlarının temelini oluşturduğu söylemek mümkün. Bu dönem, aynı zamanda Avrupa’daki iktisadi, siyasi ve askeri gelişmeler ve rekabetin bir sonucu olarak sömürgeciliğin emperyalizme evrildiği bir döneme işaret eder.

Sömürge topraklarında iktisadi üretim süreçlerinin ve bununla bağlantılı olarak pazar payının artırılması kadar, siyasi yönetim mekanizmasında giderek bürokratikleşen bir ağ meydana getirildi. İngilizler bu süreçte Müslümanlara yönelik dışlayıcı politikalarına karşılık, başta Hindular olmak üzere diğer din ve etnik yapıdan grupların öne çıktığı ve özellikle eğitim, bürokraside yeniden yapılanma süreçlerine konu oldular. Bu gelişmenin de içinde bulunduğu bazı nedenlerle, Hinduizmin temsilcileri bu dini, bir toplumsal güç olarak ortaya koyma uğraşı verdiler. Neo-hinduism adı verilen bu yapılanmanın dil ve milliyetçilik gibi güçlü toplumsal karşılığı olurken, aynı zamanda Müslüman kitlelerle bir tür çatışma ortamına da yol açmasıyla dikkat çekicidir.[72]

Bu süreç, İngilizleri sahil şehirlerindeki ticari yaşamda belirleyicilikten, dev bir coğrafyada, emperyalizme evrilen bir imparatorluk boyutuna taşıdı. Bölgesel ve yerel yönetimlerde az sayıda İngiliz yöneticiye karşılık, geleneksel yerli toplumların ‘soylular’ tabakasına mensup aileler bu yapının dinamiklerini oluşturdu. Bununla birlikte, yukarıda dikkat çekildiği üzere Müslümanlar bu süreçte sosyo-ekonomik süreçlerde geri bırakılan bir zümre haline geldi. İngiliz sömürge yönetiminin sağladığı eğitim olanakları, diğer din ve etnik gruplara mensup yerli azınlık sınıfının geleneksel statülerini ve ekonomik varsıllıklarını devam ettirme arzusuyla birleşmesi bir tür ortak çıkarlar çerçevesinde bir siyasi yapıyı gündeme taşıdı. Bu durum, sömürgeciliğin sona erdiği 2. Dünya Savaşı sonrasında yönetim ve ekonomide elit çevrelerin de alt yapısını oluşturmasıyla Hint Alt Kıtası’nın geleceğinde belirleyici bir rol oynadı.[73]

Müslüman kitlelerin sömürge yönetimi nezdinde Hindular başta olmak üzere diğer din ve etnik gruptan kitleler karşısında dışlanması, özellikle yönetimde siyasi temsilin söz konusu olduğu dönemde ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaya başladı. Bu çerçevede 1906 yılında Muslim League adıyla kurulan siyasi oluşum, Müslümanların temsil hakkı konusunu gündeme getirdi. Her ne kadar, daha sonraki süreçte Kongre Partisi ile Hilafet Hareketi arasında hedefte birlik görünümü sergilense de, bunda özellikle Mahatma Gandhi gibi Hindu liderlerin İngiliz sömürge yönetimine karşı Müslümanların toplumsal ve siyasal gücünden istifade etme gibi pragmatik bir yöneliminin öne çıktığı görülür. 1906 yılında Müslümanların kendi seçim bölgelerinin hayata geçirilmesi talebi 1947 yılında Hindistan–Pakistan ayrımının temellerini oluşturuyordu.[74]

Bununla birlikte, bu genel gidişata karşılık, Hindistan milliyetçiliği eksenli gelişme gösteren toplumsal harekette Hindular ve Müslümanların birarada hareket ettikleri görülür. Bu bağlamda, bu çerçevede, 19. yüzyıl sonlarında İngiliz sömürge yönetiminde yerlilerin daha çok iş ve eğitim olanakları gibi talepleriyle gündeme gelen ve daha sonra milliyetçilik hareketinin odağını oluşturan Kongre hareketi giderek Hindistan’ın temsil eden bir yapıya evrildi. Bu hareketin, ulusal bir niteliğe bürünmesi 1912 yılında başlarken, 1916 yılında hareket içerisinde birliğe işaret eden tarihi toplantı ile Hindistan milliyetçiliği önemli bir siyasi güç haline gelmeye başladı.[75]

Söz konusu milliyetçilik sürecine Müslümanların da farklı bağlamlarda katkısı oldu. Bu noktada, Hilafet Hareketi olarak adlandırılan sosyo-dini hareket Kongre hareketiyle birlikte hareket etmesi dikkat çekicidir. Müslümanlarla Hinduları sömürge yönetimine karşı biraraya getiren bu süreci 1947 yılındaki bağımsızlığa kadar giden bir yönü vardır.[76]

Bu özellik, bağımsızlık öncesinde eyalet seçimlerinde meclisin yüzde 82’si bu siyasi hareketin mensupları oluşturmasıyla kendini ortaya koydu. Bir tür ‘tek parti’ yönetimi olarak neşet eden bu sonuç karşısında Müslümanlar Birliği bu gelişmeyi boykot ederken, Hindistan ve Pakistan olmak üzere iki meclis teşekkül ettirilmesi talebinde bulundu. Kongre Partisi ultra-milliyetçi Hindu partisi özelliği taşımamakla birlikte, Jawaharlal Nehru’nun 1939 yılında partiyi tanımlarken yaptığı konuşmada dile getirdiği üzere, ağırlığını Hinduların oluşturduğu ve içinde farklı dini ve etnik grupların yer aldığı bir hareketti.[77]

20. yüzyıl başlarındaki toplumsal ve siyasal hareketler içerisinde dikkat çeken bir diğer önemli husus ise Hindu milliyetçiliği hareketinin kendi içinde bazı bölünmelere uğramasıdır. Bağımsızlık adına ve Müslümanlarla işbirliği yapan Hinduların yanı sıra, radikal sıfatıyla anılan Hindu milliyetçiliğinin de ortaya çıktığı görülür. Bu bağlamda, örneğin Mahatma Gandhi’nin pasifist yönelimli hareketine karşılık,  Ulusal Gönüllü Organizasyonu (Rashtriya Swayamsevak Sangh-RSS) adıyla anılan siyasi oluşum militarist karakteri ve Müslümanları kendisine rakip görmesiyle dikkat çeker.




[1]Eustace W. Fisher. (1887). India, Journal of the American Geographical Society of New York, Vol. XIX, No. 4, s. 337. (s. 337-354).
[2]Richard C. Foltz. (2001). Mughal India and Central Asia, Karachi: Oxford University Press, s. 8; Henry Beveridge. (1986). “Introduction”, A Comprehensive History of India: Civil, Military and Social, Henry Beveridge, Volume I, Reprinted, New Delhi: Associated Publishing House, s. 1. 
[3]Yılmaz Öztüna. (1990). Devletler ve Hanedanlar: İlk Çağ ve Asya-Afrika Devletleri, Cilt 3, Kültür Bakanlığı, Ankara: Başbakanlık Yayınevi, s. 280; Mohammad Habib. (2016). Studies in Medieval Indian Polity and Culture: The Delhi Sultanate and Its Times, Oxford: Oxford University Press, s. 40; Al-Muqaddasi. (1994). The Best Divisions for Knowledge of the Regions, (Tr.: Basil Anthony Collins), Reading: Garnet Publishing Limited, s. 417.
[4]Mortimer Wheeler. (1968). The Indus Civilization: Supplementary Volume to The Cambridge History of India, Third Edition, Cambridge: Cambridge University Press, s. 24-5; Azmi Özcan. (1998), “Hindistan”, DİA, Cilt 18, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, s. 75; Claude Markovits. (2000). The Global World of Indian Merchants, 1750-1947, Cambridge: Cambridge University Press, s. 37. 


[5]Clive Ponting. (2011). Yeni Bir Bakış Açısıyla Dünya Tarihi, (Çev.: Şeref Bengi Özbilen), İstanbul: Alfa Yayınları, s. 83-4, 182, 218.
[6]Bailey W. Diffie; George D. Winius. (1977). Foundations of the Portuguese Empire: 1415-1580, Vol. I, Minneapolis: University of Minnesota Press, s. 3.
[7]M. Wilfred Schoff. (1917). “Navigation to the Far East under the Roman Empire”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 37, s. 244. (s. 240-249); Da-Show Huang. (1968). “An Outline of China’s Contact With South India in The Early Fifteenth Century”, (ed.), R. E. Asher, Proceedings of the Second International Conference Seminar of Tamil Studies, January, Madras: International Association of Tamil Research, s. 245, 248.
[8]George Rawlinson. (1889). History of Pheonicia, London: Longmans-Green and Co., s. 305-307; T. Braddell. (1970). “The Ancient Trade of The Indian Archipelago”, (ed.), J. R. Logan, The Journal of The Indian Archipelago and Eastern Asia, New Series-Vol II, Singapore: Kraus-Thomson Organization Limited, s. 237-8.
[9]William Brooks Greenlee. (1937). The Voyage of Pedro Alvares Cabral to Brazil and India, (Çev.), London: The Hakluyt Society, s. xi; Paul Wheatley. (1966). The Golden Khersonese, Reprinted in Pustaka Ilmu, Kuala Lumpur: University of Malaya Press, s. 312; Anthony Reid. (1993). Southeast Asia in the Age of Commerce 1450-1680, Volume Two: Expansion and Crisis, Chiang Mai: Silkworm Books, s. 2.
[10]K. M. Panikkar. (1993). Asia and Western Doninace: A Survey of the Vasco Da Gama Epoch of Asian History 1498-1945, Reprint, Kuala Lumpur: The Other Press, p. 21.
[11]Devleena Ghosh&Stephen Muecke. (2007). “Introduction: Oceanic Cultural Studies”, (ed.), Devleeana Ghosh&Stephen Muecke, Cultures of Trade. Indian Ocean Exchanges, Newscastle: Cambridge Scholars Publishing, s. 4.
[12]Liang Liji. (1996). Hubungan Empayar Melaka-Dinasti Ming Abad ke-15, Penerbit Universiti Kebangsaan Malaysia, Bangi, s. 14, 15. (Not: Çin resmî kaynaklarında bu ilişkileri konu alan eser Hou Han Shu’nun (Kepustakaan Dinasti Han Belakangan), 116. Cildi’dir. Bkz.: A.g.e.)
[13]Schoff, M. Wilfred. (1917). s. 244; Da-Show Huang. (1968). “An Outline of China’s Contact With South India in The Early Fifteenth Century”, (ed.), R. E. Asher, Proceedings of the Second International Conference Seminar of Tamil Studies, January, Madras: International Association of Tamil Research, s. 365. (Not: Rapih Hsuan Chuang, 607 yılında Hindistan’a ulaştı ve 643 yılına kadar kadim Budist metinleri üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Bkz.: A.g.e.)
[14]Henry Yule. (1967). Cathay and The Way Thither: Being a Collection of Medieval Notices of China, Vol. 1, (Çev.: Henry Yule), Hakluyt Society, Kraus Reprint, Millwood-NY, s. 72-3; Himanshu Prabha Ray. (2012). “Maritime Archaeology of the Indian Ocean An Overview”, Tradition and Archaeology: Early Maritime Contacts in the Indian Ocean, (ed.), Himanhu Prabha Ray; Jean-François Salles, Singapore: ISEAS, s. 4, 5.
[15]Arsyad Islam (2017). “The Civilizational Role of Islam in the Indian Subcontinent: The Delhi Sultanate”, Intellectual Discourse, 25: 1, Kuala Lumpur: IIUM Press, s. 105-6. (s. 103-136).
[16]Om Prakash. (2007). “Trade and Politics in Eighteenth-century Bengal”, The Eighteenth Century in India, (ed.), Seema Alavi, New Delhi: Oxford University Press, s. 136. (s. 136-164).
[17]Om Prakash. (2007). “Trade and Politics in Eighteenth-century Bengal”, The Eighteenth Century in India, (ed.), Seema Alavi, New Delhi: Oxford University Press, p. 137. (pp. 136-164).
[18]Henry Beveridge. (1986). “Introduction”, A Comprehensive History of India: Civil, Military and Social, Henry Beveridge, Volume I, Reprinted, New Delhi: Associated Publishing House, s. 3. (s. 1-17).
[19]Claude Markovits. (2000). A.g.e., s. 34.
[20]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). The Administration of the Mughul Empire, Karachi: University of Karachi, s. 1.
[21]Henry Beveridge. (1986). A.g.e., s. 47.
[22]Clive Ponting. (2011). s. 373; İsma’il R. Al Faruqi, Lois Lamya Al-Faruqi. (1986). The Cultural Atlas of Islam, New York: Macmillan Publishing Company, s. 18-9.
[23]Arsyad Islam. (2017). “The Civilizational Role of Islam in the Indian Subcontinent: The Delhi Sultanate”, Intellectual Discourse, 25: 1, Kuala Lumpur: IIUM Press, s. 107. (s. 103-136).
[24]Arsyad Islam. (2017). A.g.m., s. 108.
[25]Erdoğan Merçil. (1996). “Gazneliler”, DİA, C. 13, s. 480-1.
[26]Henry Beveridge. (1986). A Comprehensive History of India: Civil, Military and Social, Henry Beveridge, Volume I, Reprinted, New Delhi: Associated Publishing House, s. 57-60; DİA, C. 13, s. 481.
[27]Arsyad Islam (2017). A.g.m., s. 105-7.
[28]Arsyad Islam. (2017). A.g.m., s. 108-9.
[29]Sunil Kumar. (2014). “An Inconvenient Heritage: The Central Asian Background of the Delhi Sultanate”, Asian Encounters: Exploring Connected Histories, (ed.), Upinder Singh; Parul Pandya Dhar, Oxford: Oxford University Press, s. 87-8.
[30]Clive Ponting. (2011). A.g.e., 373-4; Azmi Özcan. (1998). DİA, C. 18, s. 76, 86.
[31]R. W. Frazer. (1918). British India: The Story of the Nations, New York: G. P. Putnam’s Sons, s. 58-9.
[32]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). A.g.e., s. 6; Sunil Kumar. (2014). A.g.e., s. 87.
[33]Arsyad Islam (2017). A.g.m, s. 113.
[34]Arsyad Islam. (2017). A.g.m, s. 114; Kaushik Roy. (2013). A.g.e., s. 81; Enver Konukçu. (1991), “Babür”, DİA, Cilt 4, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, s. 395.
[35]Azmi Özcan; A. Engin Beksaç (1998). “Hindistan”, DİA, C. 18., s. 77, 103.
[36]Arsyad Islam. (2017). A.g.e., s. 109, 111.
[37]Claude Markovits. (2000). A.g.e., s. 32, 34.
[38]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). A.g.e., s. 4.
[39]Arsyad Islam. (2017). A.g.e., s. 104.
[40]Henry Beveridge. (1986). “Introduction”, A Comprehensive History of India: Civil, Military and Social, Henry Beveridge, Volume I, Reprinted, New Delhi: Associated Publishing House, p. 3. (s. 1-17); Yılmaz Öztuna. (1990). Devletler ve Hanedanlar: İlk Çağ ve Asya-Afrika Devletleri, Cilt 3, Kültür Bakanlığı, Ankara: Başbakanlık Yayınevi, s. 280.
[41]Claude Markovits. (2000). A.g.e., s. 36.
[42]Muzaffar Alam; Sanjay Subrahmanyam. (2000). “Introduction”, The Mughal State: 1526-1750, (ed.), Muzaffar Alam; Sanjay Subrahmanyam, New Delhi: Oxford University Press, s. 2, 5, 6. (s. 1-71); Isthiaq Husain Qureshi. (1966). A.g.e., s. 3.
[43]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). The Administration of the Mughul Empire, Karachi: University of Karachi, s. 6.
[44]R. W. Frazer. (1918). A.g.e., s. 59, 62.
[45]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). A.g.e., s. 2-3.
[46]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). A.g.e., s. 5.
[47]Isthiaq Husain Qureshi. (1966). A.g.e., s. 6.
[48]Lawrence James. (1998). Raj: The Making and Unmaking of British India, New York: St. Martin’s Press, First US Edition, s. 6.
[49]Lawrence James. (1998). A.g.e., s. 8, 9.
[50]Kaushik Roy. (2013). A.g.e., s. 82.
[51]Lawrence James. (1998). A.g.e., s. 5.
[52]Falih Rıfkı Atay. (1970). Gezerek Gördüklerim, Birinci Basılış, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, s. 97.
[53]Waterstone, Richard. (1995). India, London: Macmillan, s. 144.
[54]Falih Rıfkı Atay. (1970). A.g.e., s. 101.
[55]Richard C. Foltz. (2001). Mughal India and Central Asia, Karachi: Oxford University Press, s. 22, 27.
[56]Falih Rıfkı Atay. (1970). A.g.e., s. 99.
[57]Falih Rıfkı Atay. (1970). A.g.e., s. 98.; Mohammad Habib. (2016). Studies in Medieval Indian Polity and Culture: The Delhi Sultanate and Its Times, Oxford: Oxford University Press, s. 40; Kaushik Roy. (2013). “From the Mamluks to the Mansabdars a Social History of Military Service in South Asia, 1500 to 1650”, (ed.), Erik-Jan Zürcher, A Comparative Study of Military Labor 1500-2000, Amsterdam: Amsterdam University Press, s. 81. Babür’ün babasının Timur’un torunlarından Fergana hükümdarlarından Ömer Şeyh, annesinin Cengiz’in torunlarından Yunus Han’ın kızı Kutluğ Nigar Hanım olduğu belirtilir. Bkz.: Enver Konukçu. (1991), “Babür”, DİA, Cilt 4, s. 395. Öte yandan, Babür’ün Çağatay Türkleri’nden olduğuna dair bir atıf vardır. Bkz.: Enver Konukçu. (1991), “Babürlüler”, DİA, Cilt 4, s. 400.
[58]Lawrence James. (1998). A.g.e., s. 5.
[59]R. W. Frazer. (1918). A.g.e., s. 64.
[60]Mohammad Habib. (2016). Studies in Medieval Indian Polity and Culture: The Delhi Sultanate and Its Times, Oxford: Oxford University Press, p. 37, 38, 84.
[61]Arnold, Edwin. (1892). “The Duty and Destiny of England in India”, The North American Review, Vol. 154, No. 423, (Feb.), s. 170-1.
[62]R. W. Frazer. (1918). A.g.e., s. 68.
[63]Muzaffar Alam; Sanjay Subrahmanyam. (2000). “Introduction”, The Mughal State: 1526-1750, (ed.), Muzaffar Alam; Sanjay Subrahmanyam, New Delhi: Oxford University Press, s. 2. (s. 1-71).
[64]Muzaffar Imam. (1987). Role of Muslims in the National Movement (1912-1930), Delhi: Mittal Publications, s. 9.
[65]Gunnel Cederlöf. (2014). Founding an Empire on India’s North-Eastern Frontiers 1790-1840: Climate, Commerce and Polity, Oxford: Oxford University Press, s. 162-3; Herman Kulke; Dietmar Rothermund. (2001). Hindistan Tarihi, (Çev.: Müfit Günay), Ankara: İmge Kitabevi, s. 381.
[66]Kaushik Roy. (2006). “Introduction”, War and Society in Colonial India 1807-1945, (ed.), Kaushik Roy, Second Edition, Oxford: Oxford University Press, s. 6.
[67]J. P. Guha. (1986). “On Reading Beveridge’s History of India”, A Comprehensive History of India: Civil, Military and Social, Henry Beveridge, Volume I, Reprinted, New Delhi: Associated Publishing House, s. xiii. (s. xiii-xxi).
[68]Belmekki, Belkacem. (2014). “Muslim Separatism in Post-Revolt India: A British Game of Divide et Impera?”, Oriente Moderno, 94, s. 113-4; Amar Farooqui. (2000). “From Baiza Bai to Lakshmi Bai: The Sindia State in the Early Nineteenth Century and the Roots of 1857”, Issues in Modern Indian History, Biswamoy Pati, New Delhi: Popular Prakashan, s. 46.
[69]Alfred L. P. Dennis. (1910). “The Indian Problem and Imperial Politics”, The Journal of Race Development, Vol. 1, No. 2, (Oct), s. 188; Nick Robins. (2012). The Corporation That Changed the World: How the East India Company Shaped the Modern Multinational, London: Pluto Press, s. 4; Kaushik Roy. (2006). A.g.m., s. 10-11; Rudrangshu Mukherjee. (2006). “The Sepoy Mutinies Revisited”, War and Society in Colonial India 1807-1945, (ed.), Kaushik Roy, Second Edition, Oxford: Oxford University Press, s. 114.
[70]Rudrangshu Mukherjee. (2006). A.g.e., s. 118, 119; Amedeo Maiello. (2003). “Sir Sayyid Ahmad Khan and the Caliphate”, Turcica et Islamica (Studi in memoria di Aldo Gallotta), Volume I, Universita degli Studi di Napoli “L’Orientale”, Napoli, s. 458.
[71]John P. Jones. (1910). “The Present Situation in Inida”, The Journal of Race Development, Vol. 1, No. 1, (July), s. 86.
[72]Herman Kulke; Dietmar Rothermund. (2001). A.g.e., s. 392-3, 397.
[73]K.M. Panikkar. (1961). The Afro-Asian States and their Problems, Third Impression, London: George Allen&Unvin, s. 12.
[74]B. R. Nanda. (1995). Jawaharlal Nehru: Rebel and Statesman, Delhi: Oxford University Press, s. 181; Herman Kulke; Dietmar Rothermund. (2001). A.g.e., s. 386.
[75]Stanley Wolpert. (1996). Nehru: A Tryst with Destiny, New York: Oxford University Press, s. 35; Imam, Muzaffar. (1987). Role of Muslims in the National Movement (1912-1930), Delhi: Mittal Publications, s. 3.
[76]Arun Bhattacharjee. (1988). A History of Modern India (1707-1947), Second Revised Edition, New Delhi: Ashish Publishing House, s. 222.
[77]Mushirul Hasan. (2010). (ed.), “Introduction”, Nehru’s India: Select Speeches, New Delhi: Oxford University Press, s. 2.

NOT: Bu yazı TOHUM dergisinin Kış 2018, 160. sayısında 8-20 sayfaları arasında yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder