Mehmet Özay 10 Temmuz 2014
Geçen Pazartesi günü, Japonya’nın Çin’e saldırısının 77. Yıldönümü’ydü. Bir
başka ifadeyle Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda hedef aldığı ülkelerden Çin’e
girişinin yıldönümü. Çin’de “Japon saldırısına karşı savaş” adıyla bilinen
gelişme, 1937 yılında Japon ve Çin askerlerinin çatışmasıyla başlamış, ardından
Japonya’nın Nanjing’e girmesiyle sekiz yıl boyunca ana kıtada varlığıyla devam
etmişti. ‘Nanjing Katliamı’ adıyla bilinen bu istila girişimi Çin toplumunun
hafızasında derin izler bıraktı. Japonlar, her ne kadar Çin’i Batı
sömürgeciliğinden kurtarmak amacıyla bu askeri harekâta giriştiklerini ileri
sürseler de, Çin yönetimi ve kamuoyunda bu girişim bir Japon istilası olarak
hatırlanıyor ve anlatılıyor.
Bu yıldönümü çerçevesinde Japonya’dan Güney Kore’ye, Çin’den Avustralya’ya
kadar uzanan yankılar gündemi oluşturdu. Bu gelişmeler kısaca değinmeden önce,
yıldönümü vesilesiyle neler olduğuna kısaca bakalım. Söz konusu yıldönümü
Çin’de resmi kutlamalara konu olurken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping geçen
hafta, Güney Kore’ye bir ziyarette bulundu. Aslında bu ziyaret, Xi Jinping’in,
Güney Kore Başbakanı Park Geun-hye ile son bir yılda beşinci görüşmesi
olmasıyla dikkat çekiyor. Ardından, Almanya Başbakanı Angela Merkel resmi bir
ziyaret için Beijing’deydi. Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin yolu ise
Avustralya’nın başkenti Canberra’ya düştü.
Birbiriyle yakından ilintili bu gelişmelerde Çin siyasi eliti, bir kez daha
tarihe referansda bulunarak, oldukça önemli bir stratejik algı oluşturma çabası
içerisinde. Bu yıldönümü sadece Çin’de değil, benzer gerekçelerle Güney Kore’de
de geçmişte yaşananları gündeme taşıdı. Bu anlamda, Xi Jinping’in Seoul
ziyareti sırasında bölge güvenliği bağlamındaki açıklamalarında, Japonya’nın 2.
Dünya Savaşı’ndaki istila girişimini hedef aldığı açık olan ifadeleri, benzer
kaygılar taşıyan Güney Kore makamlarınca da desteklendi.
Savaş sürecinde Kore Yarımadası’na da giren Japonya, özellikle son dönemde
karşılıklı tartışmalarla yeniden gündeme taşınan Japon ordusuna hizmetle
görevli ‘kadın köleler’ konusu ile Güney Kore’de hâlâ olumsuz bir imajla
anılıyor. O dönemde yaşananlar nedeniyle Çin ve Güney Kore’nin Japonya
karşıtlığında ortaya çıkan ittifak görüntüsü çizilmesine neden oluyor. Modern
ulus devlet oluşum sürecinde, Çin ve Güney Kore’de ulusal bilinç bir anlamda
Japon militarizmi karşıtlığıyla belirlenmişti. Bugün bu bilinç yeniden ortaya
çıkıyor.
Japonya’nın 1950’li yılların başından itibaren Çin’le başlayan, ardından
Kore Savaşı’nın sona ermesiyle Güney Kore’yle devam eden yatırım/ticaret
ilişkileri bu algıyı değiştir/e/medi. Söz konusu bu ilişkiler Çin’de tedrici
bir gelişmeye neden olurken, Güney Kore’nin tastamam bir Japon modellemesiyle
“Asya Kaplanları”ndan biri olarak küresel kapitalizmin Doğu’daki
temsilcilerinden biri oluşu halk arasında savaş dönemi Japonya algısını
değiştirmeye yetmedi.
Bugünlerde her iki ülkede gündeme getirilen Japon karşıtlığı, neredeyse
bütün Doğu ve Güneydoğu Asya’yı içine alan Japon militarizminin yeni bir boyut
kazanma ihtimali nedeniyle ortaya çıkıyor. Bunun nedeni ise, 1946 yılında
Amerikalıların kaleme alınan ülke anayasasındaki savunma maddelerinin yeniden
yorumlanması ve pasif bir savunma politikasından artık vazgeçip, yerine aktif
ve kendi ayakları üzerinde duran ve adına “kollektif savunma” denilen bir
savunma stratejisinin geliştirilmesine kapı aralaması yönünde Shino Abe’nin bir
süredir gündeme getirdiği bir tür militarist söylemiydi. Bu konuda söylem
boyutundan eylem boyutuna geçiş ise 1 Temmuz’da oldu ve kabine bu yönde
değişikliğe onay verdi. Aslında, Japonya’yı bu noktaya getiren ve savunma
stratejilerinde kapsamlı bir paradigma değişimine yönelten, Çin’in son yirmi
yılda askeri harcamalarındaki artış. Ayrıca, buna paralel olarak Çin’in, Doğu
ve Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığı ve hak iddialarını güçlü bir şekilde
dile getirmekle kalmayarak bunu fiiliyata döktüğü de unutulmamalı. Bu anlamda,
geçen Kasım ayında Çin’in Doğu Çin Denizi’nde Japonya’yla anlaşmazlığa konu
olan adalar bağlamında hava sınırını tek taraflı olarak belirlemesi;
Filipinlerle anlaşmazlığa konu olan Adalar’da inşa faaliyetine başlaması; Vietnam’ın
da hak iddia ettiği sularda dev bir istasyonla petrol sondaj çalışmalarına
başlaması dikkat çeken hususlardı.
Liberal-milliyetçi bir çizgide politika yapan Abe, savunma
stratejilerindeki yeniden yapılanma konusunda ABD Başkanı Barack Obama’nın ziyareti
sırasında Amerikan desteğini de yayına aldı. Yukarıda bahdettiğimiz nedenler
bir yana, aslında bu Soğuk Savaş yıllarında ABD tarafından, Doğu Asya’da askeri
yükün en azından bir bölümünü üstlenmesi konusunda Japonya’ya yapılan
baskıların bugün Japonya tarafından gönüllü olarak gerçekleştirilmek üzere
olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan, bu konuda Çin’in tehditlerinden büyük
rahatsızlık duyan Filipinler Devlet Başkanı Benigno Aquino tarafından
desteklenmesi, Abe’nin daha da cüretkâr bir çıkış yapmasında rol oynadı.
Abe’nin savunma stratejisinin, bazı tepkilerle birlikte Avustralya’dan da
destek aldığı söylenebilir. Öyle ki, ABD’nin Pasifik’in Asya sularında güvenlik
şemsiyesinde çok önemli rol alan iki ülke Avustralya ve Japonya askeri
işbirliğine konu olacak anlaşmalara imza attılar.
Tabii, Abe’nin savunma stratejisine Japonların nasıl tepki verdiği de Çin
ve Güney Kore tepkileri kadar önemliydi. Bu noktada, yasaların yeniden
yorumlanması sürecinin parlamentoya taşınmasına ramak kala, yapılan kamuoyu
yoklamalarında halkın Abe’ye desteğinin %57’den 48’e düşmesi, bir anlamda
ilgili yasal değişikliklerle ilgili çalışmalarda frene basılmasını gündeme
getirdi. Halktan gelen bu tepkiye rağmen, Abe’nin bu politikadan cayması mümkün
gözükmüyor. Plânlandığı üzere söz konusu ilgili yasaların Sonbahar’da ele
alınması ve yıl sonunda da ‘ABD-Japonya Savunma İşbirliği Kılavuzu’nda yer
alması bekleniyor.
Bu gelişmeler, Doğu Asya’da ekonomik ve askeri güç tesisiyle tarihi
tanıklıkların içiçe geçtiği bir algının yer ettiğini ortaya koyuyor. Aslında
yarım yüzyılı aşkın bir süredir böyle bir algı olduğu aşikâr. Örneğin,
Japonya’nın bütün bir savaş sonrası sürecinde sadece suçluluk psikolojisi
yaptırımlarına maruz bırakılmaması, bununla birlikte Japon askerlerinin varlığına
vatanlarında tanıklık etmiş bölge ülkeleri, Japonya’yla ekonomik ve siyasi
ilişkileri geliştirirken, Japon yönetimine sürekli bu geçmişi hatırlattıkları
biliniyor. Bir yanda Japonya, diğer yanda Çin ve Güney Kore bu algının ortaya
çıkmasına neden olan ülkeler. Bu çerçevede, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda uyguladığı
şiddet bugünlerde bir kez daha hatırlanmış gözüküyor.
Düne kadar, ABD’nin çizdiği sınırlarda bir askeri varlığa sahip Japonya,
Çin’in son yirmi yılda askeri harcamalarındaki artış -ki kimi gözlemciler,
aslında bunun abartıldığı görüşünde- ve Doğu ve Güney Çin Denizleri’nde
anlaşmazlığa konu olan adalar ve deniz yolları üzerindeki hak iddiasınının
ötesinde yerleşke kurma, petrol arama faaliyetlerine başlama, zengin su
ürünlerine ulaşma konusunda agresif yaklaşımları Japonya’yı tıpkı diğer bölge
ülkeleri gibi alarma geçirmiş durumda. Doğu’da bunlar olurken, Japonya’yı
süreçte endişelendiren bir diğer gelişme ise 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana
hamisi olan ABD’nin ekonomik krizlerle başının dertte olması kadar, Obama
yönetimiyle ABD Dış ve askeri politikasında yeni bir paradigmanın uygulanmaya
konulma çabası Japonya’yı bir dış tehdit algısı olarak ortaya çıkan Çin
faktörüne karşı kendi ayakları üzerinde duracak bir yapılanmayı gerekli
kılıyor.
Ancak Japonya’da paradigma değişikliğinin gündeme gelmeye başladığı andan
itibaren işin içine tarihi gerçeklerin de girdiği veya yeniden yer etmeye
başladığı görülüyor. Bununla, tabii ki, 2. Dünya Savaşı’nda ‘saldırgan kolonyal
gayelerle bölge ülkelerini işgal ve istila eden Japonya olgusunun yeniden
gündeme getirilmesini kastediyoruz. Başta Çin ve Güney Kore –aslında Kuzey ve
Güney Kore’nin ikisi de benzer eleştirileri paylaşmakla birlikte, Kuzey
Kore’nin sesini duyuracak kanalları sınırlı olduğundan argümanlarını dinlemek
mümkün olmuyor- bir daha Japon tehdidine maruz kalmak istemiyorlar. Bu nedenle,
gerek küresel insan hakları kurumları, gerekse savaş mağduru olduğunu ileri
süren çeşitli kesimlerin çıkışlarıyla 1980’ler 90’lar boyunca gündemde sürekli
‘Japonya özürü’ konuşuluyordu. Öyle ki, ilgili ülkeler arasında üst düzey resmi
ziyaretler de dahi, öncelik, Japon tarafının savaş döneminde yaşananlardan
dolayı duyduğu üzüntü ve özrü gündeme getirmesi bir ‘şart’ olarak masada
tutuluyordu.
Doğu ve Güneydoğu Asya halklarını Batı sömürgeciliğinden kurtarma adıyla
başlatılan askeri girişim, bölge ülkelerinin en azından bazılarında onulmaz
yaralar açtı. Savaş Suçları adıyla anılan bu icraatlar, Japon ordusunca
gerçekleştirilen ve bugüne kadar eleştirilere, suçlamalara, yargılamalara konu
oldu. Özellikle Çin ve Kore’den gelen eleştirilere dikkat çekmekte fayda var.
Bugün ekonomik gelişmişliği ile dikkat çeken Güney Kore ve son dönemde küresel
güç olma yolunda ciddi adımlar atan Çin’in gerek Japonya’nın Başbakan Shinzo Abe
ile başlayan milliyetçi-liberal sosyo-ekonomik açılımının getirdiği bir tür
aktif dış politika ve orduda yeniden yapılanma süreçleri geçmişin izlerinin bir
kez daha aralanmasına neden oluyor...
Japonya, savaşta galip
gelen hasmınca elinden tutulur ve dünyanın önemli endüstrileşmiş ülkelerinden
biri haline gelirken, milli gururu rencide edecek derecede savunma-dış politika
kimi alanlarda ABD’ye bağımlı veya ABD’nin sınırlarını çizdiği alanlarda
hareket etmeye zorlandı. Bunu bir anlamda bilerek ve isteyerek de yaptığı
söylenebilecek Japonya’nın aradan geçen elli yıllık süre zarfında ekonomik
kalkınmışlığı savaş dönemindeki zulmü unutturduğunu söylemek güç. Japonya’nın
kazanımı bölge ülkeleri ve halkları tarafından dışlanmak değil, aksine gene
ekonomik kalkınmışlığın neden olduğu pragmatiklikle meşruiyetine kuşku
duyulmayan, hatta agresif maddi kalkınma gücünden ötürü hayranlık uyardırarak
modelleştirilen bir ülke konumuna geldi. Bu süreçten yeterince istifade eden
Çin süreci ekonomik ve askeri anlamda tersine çevirmeye çalışırken, iç kamuoyu
nezdinde de Çin milliyetçiliğine dayalı bir yapılaşmayı öngörüyor. Uluslararası
çevreler bağlamında da, Japonya’nın benzer saldırılarına maruz kalmış ülkelerle
biraraya gelmeye çalışıyor. Böylece, Çin geçen yüzyıl başlarında ve de
ortalarında Japonya tarafından maruz kaldığı ezilmişliği bir şekilde yeniden
gündeme taşırken, Japonya’nın yeni savunma stratejilerinin nelere mal
olabileceğinin altını çiziyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder