11 Nisan 2017 Salı

Trump-Şi zirvesi ve küresel düzende yeni arayışlar / Trump - Xi Summit: New Quests for Global Order

Mehmet Özay                                                                                                                         10.04.2017

ABD devlet başkanı Donald Trump ile Çin devlet başkanı Şi Cinping’in buluşması, sadece iki ülke ilişkileri noktasında değil, dünyanın dört bir yanında etkileri merakla beklenen bir gelişmeydi ve de öyle de oldu. Bu bağlamda, görüşme öncesi ve sırasındaki ‘askeri alandaki’ gelişmelerin söz konusu görüşmenin seyrinde belirleyici olduğu anlaşılıyor.

Bununla birlikte, bu görüşme, başkan Trump’ın 20 Kasım seçimleri öncesindeki kampanya sürecinde Çin’i de hedef alan ve özellikle de, iki ülke arasındaki ticari açığa gönderme yapan söyleminin yol açacağı yeni politikaların uygulama alanı bulup bulmamasıyla veya nükleer füze denemeleriyle gündemi belirlemeye çalışan Kuzey Kore’nin ‘pasifize’ edilip edilmesiyle sınırlı ve alâkalı değildi. Aksine, adına ‘küresel düzen’ denilen yapıda meydana gelen belirsizliklerin aşılabilmesi veya bir başka döneme geçişin izlerini, en azından potansiyel olarak taşıyor olmasıyla dikkat çekidir. Bu anlamda, olası yeni bir dönemin başlangıcı da, ABD ve Çin arasında ‘güven’ tesisine bağlı olduğuna kuşku yok.

Bu geçiş, ya ABD ve Çin arasında muhtemel bir çıkar ilişkisi üzerinden yürütülecek veya anlaşmanın hasıl olmaması halinde doğacak kaos ortamında çok işlevselli yapılarla süreç ‘idare edilmeye’ çalışılacak. İşte bu nedenledir ki, Trump geçen hafta söz konusu bu görüşmeye dair, “Gerçekten çok zor bir görüşme.” olacak yorumunu yapmıştı. Ardından New York Times da, “En önemli görüşme.” diyerek söz konusu buluşmaya atıfta bulunmuştu. Trump yönetimi, bu zor görüşme sırasında, “güce başvurarak” Çin’e sembolik bir mesaj verirken, ABD ticaret açığının kapatılması ve Kuzey Kore’nin nükleer tehdidine son verilmesi için de Çin’e süre vermekten geri durmadı.

Suriye üzerinden Kuzey Kore mesajı
Trump - Cinping görüşmesi öncesinde iki olay dikkat çekiciydi. İlki, Çin hava kuvvetlerine ait bir uçağın Güney Çin Denizi’ndeki yapay adalardan birinde varlığının tespit edilmesi; ikincisi de, Kuzey Kore’nin yeni bir füze denemesi gerçekleştirmesiydi. Çin’in Paracel Adaları çevresinde inşa ettiği yapay adacıklar üzerindeki askeri ve sivil yapılanmasının varlığı zaten biliniyor. Ancak son bir yılda ilk kez bir askeri savaş uçağının varlığı tespit edilmemişti. Kuzey Kore ise, bu yıl içerisinde özellikle önemli görüşmeler arefesinde uygulamaya başladığı tehditvari füze denemelerine bir yenisini daha ekledi. Hem de ABD’li yetkililerin “artık sabrımız taştı” açıklamalarına rağmen...  Bu nedenle, söz konusu bu iki husus, hiç kuşku yok ki ABD tarafından ciddiye alınacak gelişmelerdi.

Öte yandan, görüşme sürecinde Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasını fırsat bilen Trump, ani bir kararla bir hava üssüne saldırı emri verdi. Bu gelişmenin iki lider arasındaki görüşmeleri gölgelediği gibi bir yaklaşım sergilense de, açıkçası mesajın doğrudan hedefinde Kuzey Kore bulunuyor. Bu noktada, Trump’un Suriye rejimine yönelik füze saldırısı emri, Kuzey Kore rejiminin belki de bugüne kadar ayakta kalmasında yegâne sebep olan Çin’e bir tür hatırlatma olduğu da ortada. Öyle ki, Trump’ın geçen hafta Financial Times’a verdiği mülakâtta, “Çin’in harekete geçmemesi halinde, ABD’nin tek başına Kuzey Kore sorununu çözecek.” cümlesini, herhalde taraflar Suriye rejimine yönelik süpriz saldırı sonrasında biraz daha ciddiye alacaklardır. Bu bahsi geçen tüm askeri teşebbüsler, tarafların askeri kararlılıklarıyla gündeme damga vurmak istediklerinin bir göstergesi.
Bu noktada, Trump’ın Cinping ile görüşmesi sırasında aldığı saldırı kararının görüşmelerin seyrini belirlemeye matuf bir yanı var. Burada Trump, ABD’nin her an bir ‘girişimde’ bulunabileceğinin sinyalini açık seçik ortaya koymuş oldu. Tabii ki bu mesaj, geçen Ocak ve Mart aylarında savunma bakanı James Mattis ve dışişleri bakanı Rex Tillerson’un bölgeyi ziyaretleri sırasında  Kuzey Kore’nin füze ve nükleer denemelerinde sınır tanımamaya devam etmesi halinde sıcak bir gelişmeye kapı aralanacağı yolundaki görüşlerini de destekliyor.

ABD’nin ulusal güvenlik algısı
Yakın geçmişte yaşananlardan hareketle bakıldığında, Kuzey Kore’nin giderek ciddi bir tehdit halini alması karşısında ABD yönetiminin sessiz kalması beklemek mümkün değil. Bu durum sadece Trump yönetiminin savunma ve dışişleri bakanlarının yukarıda atıfta bulunulan ziyaretleri sırasında sergiledikleri ‘artık sabrımız taştı’ ve ‘Kuzey Kore’ye güç kullanımı masada” minvalindeki söylemleri değil. Soğuk Savaş sürecinde ve sonrasında bütün bir yirminci yüzyıl boyunca ABD’nin küresel hegemonyasına meydan okuma anlamı taşıyacak dünyanın çeşitli bölgelerindeki gelişmelere doğrudan müdahalesi, ABD’nin Kuzey Kore tehdidine karşı artık ‘barışçıl’ yöntemleri gündemde tutmakla yetinmeyeceğinin kanıtıdır. Eisenhower’la başlayan Vietnam serüveni, George Bush’un (baba Bush) Irak saldırısı, George W. Bush’un (oğul Bush) ulusal güvenliğe adını yazdırdığı ‘önleyici saldırı’ ile Irak’a ikinci saldırısı akıllarda hala tazeliğini koruyor.

Açıkçası, Kuzey Kore’nin son füze denemesinin, ABD yönetiminin kararında tetikleyici bir etki yaptığı son derece açık. Bu yılın başından itibaren önemli görüşmeler öncesinde Kuzey Kore yönetimi ‘süper güçlere’ nazire yaparcasına füze denemeleri yapmayı sürdürmesi kadar bundan geri durmayacağının da habercisiydi. Öte yandan, daha geniş bir perspektiften bakıldığında ABD yönetiminin, bir yandan Ortadoğu’daki, öte yandan Doğu Asya’daki gelişmeler karşısında ‘kullanışlığı’ olacağı anlaşılan acil saldırı kararını yürürlüğe koyduğunu söylemek de mümkün. Trump’ın bu son dakika füze saldırısı kararı Asya-Pasifik bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde, Çin yönetimine ABD’nin tek güç olduğunu hatırlatma kadar, benzer bir gelişmeyi dünyanın farklı bir yerinde, örneğin Kore Yarımadası’nda da yapabileceğini gösteriyor. Ve bu noktada, Cinping’le görüşmenin akabinde Singapur’daki ABD donanmasının Kore Yarımadası’na doğru yola çıkmış olması da, Trump yönetiminin ne kadar hızlı hareket edebildiğini gösteriyor. Üstüne üstlük, koltuğa oturduğu gündem bu yana, hem ulusal hem de uluslararası arenada tepkilere maruz kalan Trump’un bu son hamlesinin epeyce ‘takdir’ toplaması da kazanım hanesine eklenecek bir gelişme.

Asya-Pasifik’te kararlılık
Tabii  şunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. ABD savunma ve dışişleri bakanlarının yukarıda dikkat çekilen ziyaretleri sırasında, Kuzey Kore’nin agresif yaklaşımları ve Çin yönetiminin Güney Çin Denizi’ndeki yayılmacı politikasına karşı ortaya koydukları söylem ve duruş, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yönelik hassasiyetinin bitmesi bir yana, kararlılık ve eylem noktasında giderek daha da netleşmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu noktada, 20 Kasım seçimleri sonrasında ABD’nin içe kapanıp, Asya-Pasifik’den çekileceği algısının bir yanılsama olduğu böylece giderek belirginlik kazanıyor. Kaldı ki, Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’ın yıllar öncesinde dile getirdiği, “Asya-Pasifik bölgesi ABD için öylesine önemli ki, buranın kaybedilmesi küresel hakimiyetin kaybedilmesi anlamına gelir.” görüşü bir kez daha doğrulanmış oluyor.

Çin yönetiminin, özellikle 2010 yılından itibaren bölgede Japonya, Vietnam ve Filipinler başta olmak üzere bölge ülkelerini şu veya bu şekilde doğrudan karşısına almak suretiyle, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde yayılmacılığına, askeri ve sivil olarak egemenliğini pekiştirecek teşebbüslerine daha ne kadar devam edip etmeyeceği tartışmalı hale gelmeye başladı. Öyle ki, Mark Landler’in Obama dönemini konu alan eserinde konuyla ilgili olarak yer verdiği dönemin dışişleri bakanı Hillary Clinton’un bir açıklaması bugün somut bir hâl almış durumda. Clinton’un, 2010 yılında Hanoi’deki Asya zirvesinde yaptığı konuşmada, “Amerika Birleşik Devletleri denizlerde serbest dolaşım hakkını, Asya deniz ticareti ulaşım özgürlüğünü ve Güney Çin Denizi’nde uluslararası yasalara saygıyı ulusal bir mesele olarak görmektedir.” yaklaşımı, bugün Trump yönetiminin göstermeye başladığı kararlılıkla pekişirken, bir anlamda ABD yönetiminde devamlılık olgusu ortaya çıkıyor.

Çin nasıl karşılık verecek?
Bu gelişmeler karşısında Çin’in ABD’ye doğrudan meydan okuması beklenmiyor. Aksine, Çin, ABD’yi doğrudan karşısına alamayacak kadar kaybedecek çok şeyi bulunuyor. Bu anlamda, Şi Cinping’in Trump’la “Kuzey Kore’nin nükleer denemelerde çok ciddi bir safhaya” geldiği konusunda hem fikir olması önemliydi. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde Çin’in, özellikle Kuzey Kore konusunda nasıl bir politika izleyeceği konusu belirsizliğini korusa da, ABD’nin görüşmeden sadece bir gün sonra bir başka hamle ile, Singapur’daki deniz kuvvetlerine bağlı bir donanmasını Kore Yarımadası’na yöneltmesi Çin yönetiminin karar sürecini hızlandırma talebini de içeriyor.

Öte yandan, Amerikan dış ticaret açığının önemli bir bölümünün Çin’le olan ticaretinden kaynaklanması bu ülkeyle ticari ilişkilerin yeniden ele alınmayı gerektirdiğine kuşku yok. Öyle ki, Trump’ın, Amerikan şirketlerinin ülke içi yatırımlara yönelmeleri şeklinde açıklanan içe kapanma politikasında ısrarcı olması, ABD-Çin ticaretinde yeni arayışları gündeme getiriyor. Bu noktada, Çin yönetiminin, iki ülke arasında ticaret savaşlarını başlatma sinyali yerine, ABD’nin talebi üzerine ticareti yeniden düzenleyecek bazı kararlar almaya adım atmaya niyetli olduğu anlaşılıyor. Kimsenin ağzına dahi almak istemediği ‘ticaret savaşları’ yerine, örneğin Cuma günkü görüşmede Şi Cinping ABD’ye daha çok yatırım yapma ve daha çok Amerikan mali ithal etme vaadinde bulunması bir çözüm arayışı olarak değerlendirmek mümkün.

Bu noktada, Çin yönetimi hiç kuşku yok ki bir karar aşamasında. Çin’in, füze ve nükleer denemelerine devam eden Kuzey Kore yönetimine sahip çıkmaya devam etmesi, hem bölge hem de uluslararası kamuoyu nezdinde Çin’e yönelik tepkileri artıracaktır. Kore Yarımadası’nda meydana gelecek sıcak çatışma aynı zamanda Kuzey Kore’de bir rejim değişikliğine de beraberinde getirecektir. Çin yönetimi, bir yandan Güney Kore’ye yerleştirilmesine karar verilen füze savunma sistemlerine (THAAD) karşı gelirken, böylesi bir sıcak gelişmede ulusal güvenliğinde önemli bir yeri bulunan Kuzey Kore’nin tampon bölge olması özelliğini yitirmesine nasıl bir stratejik karşılık vereceği de önemli.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder