2 Ekim 2015 Cuma

Endonezya: 30 Eylül 1965 / Indonesia: 30 September 1965

Mehmet Özay                                                                                                            1 Ekim 2015

Bugün, modern Endonezya Cumhuriyeti tarihinin dönüm noktalarından birinin yani 30 Eylül darbesinin 50. yıldönümü. 1965 yılı, 30 Eylül’ünü 1 Ekim’e bağlayan gece yarısı, aralarında altı generalin bulunduğu toplam 7 üst düzey ordu mensubunun hayatını kaybettiği girişimin, bir darbe mi, yoksa bir darbeler silsilesininin ürünü mü olduğu konusu halen tartışılmaya devam ediyor. Bu bağlamda, söz konusu bu darbenin sır perdesinin tam olarak aydınlanabildiğini söylemek mümkün değilse de, o gece yarısı yaşananlardan bugüne kalan en belirgin husus, dönemin askeri istihbaratının başındaki ‘Suharto’ adlı subayın başını çektiği ordu mensuplarının gelişmeleri yönlendirdiği ve akabinde ülke yönetimine el koyduğudur.

Bu askeri darbenin, ordu içindeki rakip gruplar arasındaki güç mücadelesinin bir ürünü saymak mümkün. Veya dönemin devlet başkanı Sukarno’nun bağımsızlıktan (1945) itibaren devlet başkanı olarak sürdürdüğü uzun bir dönemde, özellikle 1955 yılından itibaren siyasi yönelimini, dönemin Sovyet Rusyası ve Çin komünizmine doğru bir eğilim sergilemesine tepkinin ürünü sayıp cümleyi burada sonlandırmak da mümkün değil. Aksine, darbenin ardından kısa bir süre içerisinde Endonezya toplumunun klasik ifadeyle “Sabang’dan Merauke”ye kadar, şu veya bu ölçüde ancak daha çok Cava ve Bali Adaları’nda, olmak üzere tüm Endonezya topraklarında etkisini hissettiren bir toplumsal histeri ve yıkım sürecinin de adı olduğunu söylemek, yaşanan yıkımın boyutlarını ortaya koyar. “Bu histerinin en görünür yüzündeki gerçek nedir? diye sorulacak olursa, bunun cevabı ‘ordu’ gibi resmi, ‘milis’ gibi resmi-gayri resmi arasında bir geçiş alanını temsil eden sosyo-siyasi gruplarla, bu iki yapılaşmanın harekete geçirdiği geniş bir toplum kitlesi marifetiyle, aynı toplum içerisinde ‘komünist partisi üyesi/yandaşı’ olmakla suçlanan çok sayıda kitlenin hayatına kastedilmesidir diyebiliriz. Bu sürecin bir yanında, vatandaşlıktan çıkartılanlar, yıllarca sürgüne gönderilenler, anne babalarının söz konusu siyasi hareketi üye olmaları ileri sürülerek eğitim ve memurluk gibi olanaklardan mahrum bırakılan çocukları da eklemek gerekir.

Yukarıda değindiğim, toplumsal histerinin siyasi, sosyal ve de dini hareketler ve yapılanmalar nezdinde değişim süreçlerine yol açacak bir etkisi var. İşin siyasal vechesinde Sukarno’lu yıllar ‘Eski Rejim’ (Orde Lama), Suharto’lu rejim ise ‘Yeni Rejim’ (Orde Baru) olarak adlandırılır. Bu ‘eski’ ve ‘yeni’ rejimin, salt Endonezya devleti sınırlarına hapsedilecek bir siyasal gösterge değil, geniş Müslüman kesimleri, çok çeşitli etnik yapıları, yer altı ve üstü zenginlikleri ve kaynaklarının potansiyeliyle bölgesel ve de küresel güç bağlamlarının da içinde olduğu bir vecheyi içinde barındırır. Bu saydığımız ve saymadığımız özellikler, gerektiğinde bir sosyal-dini/kültürel-ekonomik-siyasi hareketlere kaynaklık teşkil edecek yönlendirici ve yapılaştırıcı kuvve-i içinde barındırmaktadır. Bu nedenledir ki, bu girişimin, ülke modern tarihinde 30 Eylül 1965 öncesi ve sonrası diye iki farklı siyasi dönem olarak ayrılmasını gerektiren bir dönem özelliği taşır.
ABD arşivlerinde, dönemin yazışmaları ve kayıtlarının ele alındığı ve gizlilik notunun üzerinden kaldırıldığı notlardan anlaşıldığı kadarıyla “onlar bizi kesmeden biz onları kestik” vb. cümlelerle söz konusu histeri kendini ortaya koyar. Ordu içi kliklerin çekişmesi; Endonezya Komünist Partisi’nin dönemin dünya genelinde üçüncü büyük komünist partisi olması; Sukarno’nun bu partinin güdümüne girmesi vb. yaklaşımların gelişmelerin çeşitli safhalarında yer aldığı görülür. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken husus, şehirden köylere kadar uzanan geniş yerleşimlerde, birarada yaşayan kitlelerin bir anda birbirine düşman olmalarıdır. Bu sıfatın yerleş/tiril/mesiyle, sayısı yarım milyon ilâ bir milyonu bulduğu ifade edilen bir kitlenin hayatına son verilmesidir. Aslında tam da burada, pek çok kişi ve çevre tarafından antropolojik bir duyarlılıkla, ‘halim-selim’ insanlar olarak bilinen Güneydoğu Asya’nın bu ülkesinde, histerinin ulaşabileceği boyutu göstermesiyle de ilginç bir duruma tanık olunur.

Suharto liderliğindeki askeri konseyin ülke yönetimine el koyduktan sonra, ‘adalet’ kurumu aracılığıyla ülke siyasal yaşamını tehdit ettiği gerekçesini doğuran yapıları ele alması beklenir bir durumdu. Ancak bu ‘yasal’ mekanizmaya müraccat edilmediği gibi, özellikle ülkenin önde gelen sosyo-dini oluşumlarına mensup kişilerin harekete geçirilmesiyle toplumsal bir parçalanmaya ve etkisi bugüne kadar süren bir yıkıma neden olundu.  Darbenin ardından geçen on yıllar boyunca, bu histerinin neden olduğu acılar ‘sansüre’ tabii tutulmak suretiyle kapatılmak istense de, toplumun değişik alanlarında kendini içten içe hissettirmeye devam etti. Ekonomik kalkınma yılları olarak kabul edilen Suhartolu yıllarda, ‘adaletin’ kalkıldırılmasının önü açılmazken, ülkede 20. yüzyıl ikinci yarısının büyük bir bölümüne damgasını vurmuş bu gelişme karşısında ‘suskunluk’ genel bir yaklaşım olarak ortaya çıktı. Suharto, otuz iki yıllık iktidarını, 1998 yılında istifa etmesiyle sonuçlandırmasıyla, tıpkı diğer sosyo-siyasal ve dini ‘özgürlükler’ kanalı açılırken, 30 Eylül 1965 sonrası mağdur kitlelerin ve de varislerinin hak arayışına kapı aralanması gündeme geldi. Bu süreç, tabii ki, bir günde sonuç alınabilecek bir inisiyatif değildi. Nihayetinde ortada Suharto’nun toplumsal ve siyasal kurumları yukarıdan aşağıya şekillendirdiği bir devlet sistemi mevcudiyeti karşısında, kültürel- siyasal-etnik ve de hukuki haklar aranması süreçleri umutla umutsuzluk beklentilerine konu oluyordu.


Örneğin, Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) o dönem hayatını kaybeden yüz binlerce insanın hakkını araştırmaya matuf olmak üzere kurulmasına ön ayak olduğu “Ulusal İnsan Hakları Konseyi”, özellikle ordu ve orduyla yakın temas içerisinde olduğu bilinen sivil çevrelerin tepkileriyle karşılaşarak hayata geçirilmesine bugüne kadar olanak tanınmadı. Bu iniyisatife ön ayak olsa da, SBY’i bir ikilemde bırakan husus ise, kayın babası General Sarwo Edhie’nin, dönemin “Ordu Özel Kuvvetler Komutanı” sıfatıyla komünist kitlelere yönelik askeri girişimin kilit isimlerinden biri olmasıdır. SBY'nin en azından bir ‘aile bağı’ ilintisiyle Edhie’yi ulusal kahraman kabul edilmesi önerisini gündeme getirmesi de, çelişkiler zincirinin bir devamıdır. Suharto sonrası siyaset dünyasının en popüler siyasetçisi olarak tarihe geçen SBY döneminde ülkenin bu en acı dönemlerinden birini oluşturan sürece dair açıklayıcı, anlayıcı, adaleti tesis edici bir girişime olanak tanınamadı. Bugün, Joko Widodo (Jokowi) devlet başkanlığında. Başkan Jokowi de, geniş toplum kesimlerinin desteğini almasıyla dikkat çekiyor. Kimi toplum kesimlerinde geçmişin yaralarını sarmaya dair siyasilerden inisiyatif beklense de, Jokowi’nin bir yıllık iktidarı döneminde ne kendisinden ne de hükümet üyelerinden bir açılım bugüne kadar vuku bulmadı. Ancak konunun Papa Francis tarafından Birleşmiş Milletler toplantıları sırasında ‘trajedinin 50. yılı’ bağlamıyla gündeme taşınması, konunun hiç de öyle ulusal bir boyutla sınırlı olmadığını da açıkça ortaya koyuyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder