Mehmet Özay 16
Şubat 2012
ABD ile Çin arasında son yirmi yılda beliren ve giderek
şiddetini artırma eğilim gösteren gerilim, her ne kadar, Amerikan yönetiminin
dünyanın diğer bölgelerindeki "aktif" girişimlerine benzer bir
yaklaşıma konu olmasa da, aradaki sürtüşmenin salt ekonomik ve siyasal
bağlamlardan ibaret olmayabileceğini tarihi tecrübeler ortaya koymaktadır. Öyle
ki, ABD yönetiminin geçen yıl sonlarına doğru Güneydoğu Asya'da konuşlanma
projesinin ilk ayağı olarak 2500 kişilik deniz birliğini Avustralya'nın Perth
Deniz Üssü'ne yerleştirmesi Çin'e karşı geliştirilmeye çalışılan askeri
hamlelerden başlangıcını oluşturduğu söylenebilir. Özellikle Güney Çin
Denizi'ndeki kıta sahanlığı sorununun bölgeyi çevreleyen ülkelerin neredeyse
tamamını ilgilendirecek boyutta olması, kimi ülkeleri Amerika "üsleri
kurulmasına" teşne kılmaya yeter bir neden. Söz konusu bu üçüncü şık
şimdilik bir yana, ekonomik ve siyasal gerilimleri tırmandırmak yerine, her iki
"süper gücün" nasıl bir siyaset felsefesi ve tecrübesi ile hareket
edeceğine dair tahminler zaman zaman uluslararası basında yer buluyor. Bunun
son örneklerinden biri Avustralya eski Başbakanı ve bugünkü hükemette Dışişleri
Bakanı olarak görev yapan Kevin Rudd'dan geldi.
Rudd, gerek Avustralya Büyükelçisi olarak bir dönem Çin'de
görev yapması, gerekse Anglo-Saxon dünyasına mensubiyeti dolayısıyla Amerika
siyasetine felsefi ve pratik boyuttaki yakınlığı nedeniyle her iki ülkeyi de
yakından bildiğini söyleyebiliriz. Rudd'un bir diğer özelliğiyse Mandarinceye
hakimiyetine bağlanabilir. Bu çerçevede sadece Büyükelçi sıfatıyla bulunduğu
yıllarda değil, akabinde de Çin'i yakinen takip eden bir Anglo-Saxon siyasetçi
olarak dediklerine kulak vermek gerekir.
Rudd'un argümanlarına geçmeden önce, Asya ve Güneydoğu Asya
özelinde birkaç hususa değinmekte fayda var. Neredeyse Batılı liderlerin
tamamınca dile getirildiği üzere Asya'nın 21. yüzyıla damgasını vuracak bir
enerjiye sahip olduğu malum. Tabii burada şu ayrıma dikkat çekmekte bir
zorunluluk. Nedir bu zorunluluk? Asya'yı kümülatif bir değerlerdirmeye tabi
tutmanın günümüz koşullarında tutarlılığının tartışmalı olduğudur. Asya denilen
dev kıta, bugün kendi içinde çok çeşitli bölgelere ayrıldığı gibi, 21. yüzyıla
damgasını vuracağı söylenen Asya'nın hangi bölgesi olduğu da elbette bu
ayrımlar bağlamında değerlendiriliyor. Diyelim ki, sınırları içine Türkiye,
İran ve Arap dünyasının bir bölümünün de içine girdiği Batı Asya; Hint Alt
Kıtası olarak bilinen Pakistan, Hindistan, Bengaldeş ve Sri Lanka; yarıdan
fazlasını Malay dünyasının teşkil ettiği Güneydoğu Asya, ki ASEAN adı ile
birliğini yaklaşık yarım yüzyıl önce kurmuştu; Japona, Çin, Kuzey ve Güney
Kore'nin teşkil ettiği Doğu Asya. Türki Cumhuriyetler olarak dünya tarihinde
yerini alsa da, parçalandığı tarihten bu yana Rusya'nın siyasi ve ekonomik
nüfuzu içerisinde dinamik bir yer tutan Orta Asya. Şimdi bunlardan hangisi
hangi alanlarda belirleyicilik sıfatına sahiptir? Bu soruyu sorarken, özellikle
son beş yıldır yaşanan ve giderek Batılı liberal ekonomilerin hakim olduğu
demokratik ülkelerde yoğunluk kazanan, bu dünya hakimiyetine orantılı olarak
"küresellik" kriziyle anılan ekonomik daralma Asya denilen koca
kıtanın hangi bölgesinin öne çıkartılacağına dair bir fikir veriyor. Bu fikri,
"dragonlar" hikâyesinin başlangıcına kadar götürmek mümkünse de buna
şimdilik değinmeyelim.. .
Malum küresel krizin boyutlarının tahminlerin ötesinde
hükümetleri değiştirecek, Avrupa Birliği gibi mitsel ve felsefi yoğunluklu
oluşumda kırılmalara neden olacak boyutların aşılması, yani küresel kapitalizmi
kurtarma operasyonuna payanda olarak Doğu ve özellikle de Güneydoğu Asya
keşfedilmiş gibi görülse de, halen bütün boyutları ile dünya siyaset ve ekonomi
sahnesine çıktığını söylemek güç. Malum kriz, bu süreci hızlandıracak bir katalizör
işlevi görmeye aday. Ancak kimi ışıltılar da yok değil. Örneğin, 2011 yılı Batı
özelinde karamsar tablolar yılı olarak anılır ve bu etki 2012'ye sarkarken,
dünya ticareti Asya ülkeleri öncülüğünde hayat buluyor. Bu çerçevede 2011
yılında küresel ticaretin, ki özellikle imalat sanayiinin, %8.7'lik artışla
%71.3'ünün Asya, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Asya piyasalarınca
gerçekleştirildiği bugünlerde en çok konuşulan konuların başında geldiği gibi,
otoriteler bu artışın 2012'de de devamını öngörüyorlar. AB'nin %10.4, Kuzey
Amerika'nın %8.7, olduğu dikkate alındığında Doğu ve Güneydoğu Asya'nın niçin
bu denli önemli olduğu anlaşılacaktır.
Krizi yönetme makamındakilerin küresel kapitalizme yeni
kanallar açacak projelere olanak tanıyacak girişimleri, özellikle geçen yıl
Hawai'de yapılan Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Zirvesi ve Bali'de yapılan
ASEAN toplantıları ile gündemde yer bulmuştu. Hemen bu minvalde, daha çok
Ortadoğu eksenli gelişmeler odaklanmış veya "odaklandırılmış"
Türkiye'de ne gibi yankıları olduğu, Türkiye'deki siyasi ve ekonomi
çevrelerince ne denli ciddi bir takibe tutulduğu ise ayrı bir konu. Bununla
birlikte İstanbul Ticaret Odası'nın 1-3 Mart 2012 tarihleri arasında Kuala
Lumpur'a "atacağı demirin" bölge üzerinde nasıl bir etkisi olacağını
da yakın ve orta vadede izleme fırsatı bulacağız.
İşte geçen yılda teorileştirilen gelişmeler Rudd'un
geçenlerde kaleme aldığı yazısının da gündemindeydi. Rudd, küresel krizin yanı
sıra, Amerika ve Çin arasında artan dünya ekonomisine yön verme mücadelesini
başlıbaşına reddederek, bunun yerine, başta her iki ülkeyi ve bu ülkelere
birlik yolunda destek verecek Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin -Hindistan ve
Avustralya'yı istisnai olarak bu oluşum içerisinde kabul ettiğimiz belirtelim-
çıkarına olacak bir Pax-Pacifica projesini gündeme getiriyor. Pasifikte
şekillenecek yeni bir oluşumun tüm küresel ekonomiye etkisi üzerinde durulması
gereken önemli bir nokta. Burada önemli noktalardan biri ne Çin ne Amerikan
tekeli olmadığı gibi, üstüne üstlük bu ülkelerin ne tekil ne de biraradalığının
bölgenin diğer ülkelerince yalnız bırakılmayacağı esprisine dayanıyor. Bugüne
değin şu veya bu şekilde dünya siyaset ve ekonomisine "monopolist"
bağlamda yönelimlerin olduğuna dikkat çekilecek olursa, Doğu ve Güneydoğu
Asya'nın zaten belli ölçülerde kalkınmış ve kalkınma endeksini yakalamaya aday
ülkelerinin varlığı bu süreçte belirleyici rol oynayacak. Kaldı ki, bölge
ülkelerinin temelde ekonomik bağlamları dolayısıyla ne Çin'den siyaset
felsefesi açısından da ne de Amerika'dan vazgeçme eğiliminde olmaları bir
Pax-Pacifica oluşumuna zemin hazırlayacağı söylemi yerinde gözüküyor.
Vereceğimiz bazı rakamlar, bu "barış bölgesinin" dünya
ekonomisi için ne anlama geldiğini anlamaya yardımcı olacaktır. Japonya, yaşadığı
tüm badirelere rağmen, dünyanın üçüncü en büyük ekonomis olmayı sürdürüyor;
Endonezya bir trilyon dolarlık bir ekonomi ile yıllık %6'lık büyüme hızını
yakalamış ve genç nüfusunun üretimle gelecek orta sınıflaşma ülkenin önümüzdeki
yıllardaki gelişme "kariyerine" damgasını vuracaktır. Avustralya-Yeni
Zelanda arasın var olan ve 12 bölge ülkesince de tanınan Serbest Ticaret
Anlaşması bölgede üç trilyon Doları aşkın bir ekonomik hareketliliğe yol
açıyor. Kaldı ki, Avustralya'nın Güney Kore, Hindistan, Japonya ve Çin'i de içine
alacak serbest bölge plânı halen gündemde.
Rudd'un
"pasifik barışı" düşüncesi pratik nedenlere dayanıyor. Küresel
aktörlükte rekabetçi bir yaklaşım sergileyen Amerika ve Çin'in bu
rekabetlerinin sadece kendilerinden ibaret olmadığı, üstüne üstlük bu rekabetin
sıcak çatışmaya evrilmesinin her iki ülke kadar özellikle Doğu ve Güneydoğu
Asya ülkelerinin ekonomik hedefleriyle tezat teşkil ettiği gerçeği üzerine bina
ediliyor. Elbette bu süreçte her iki tarafı anlama noktasında çaba harcayan ve
bundan kendine pay çıkartacak olan Avustralya faktörü de önem taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder